ALTIN ÜÇGEN, DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : KAYSERİ, ESKİ TALAS, HAKAN VE MERT, ERCİYES – 2
ESKİ TALAS :
Yaman Dede camisinden aşağıya, basamakları karlarla kaplı merdivenleri kullanarak iniyorum. Umuyorum ki yukarıdaki soğuk aşağıda bir nebze olsun kesilir. Öyle de oluyor. Ana’yı bulamadım. Ferdi ve Sarı yoklardı. Hava hala çok soğuk. Tuvaletim var ama gidesim yok. Demek ki o kadar da çok yok. Dumanı tüten sıcak bir çorba olsa diyorum ama açık bir restoran yok. Olsa bile içecek vaktim yok. Bu bahsettiklerim edebi bir metin olmaktan uzak, okuyucuyla aramdaki mesafeyi kapatan ama hem yalın hem de seyahat esnasındaki en temel ihtiyaçlarımın giderilmesine yönelik insani bir takım beklentilerimin ifade ediliş tarzı. Hala düşünüyorum daha şairane olabilme ihtimalime soğuk ve açlık mı engel diye. İyi ama ben bu yazıyı şimdi yazmaktayım ve gene kafama göre takılmaktayım ve bilirim ki kafana göre takılınca sevilmek çok zordur bu iklimlerde. Bense sevilmeye çalışmıyorum, nasılsa sonunda işe yaramıyor o tip beyhude uğraşlar. Yüzer yüzer denizleri aşarız ve okyanusu geçtiğimizde hepsi boşunaymış deriz. Bir gün deriz, ama o gün ne gün bilmeyiz ya da içimizdeki bir parça hep bilir de bilmez, duyar da dinlemez. Boşuna mıymış bu gayretler, tüm bu yaşananlar? Hayır, kaderin çabandır. “Gayret sizden, tevfik yüce Allah’tandır” der Kur’an’da. Ve hayır; yaşam koçu, ayet yorucu filan olmaya niyetim yok. Şu kadarcık bilgiçlik kadı kızında da olur. Nasılsa neler neler çektiniz ve de çekeceksiniz tüm yaşantınız boyunca. Öyle ya, hayat kolay mı ya!
“Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet getirmek için yerde bir tünel açmaya ya da göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa yap… Sakın cahillerden olma.” En’am Suresi, 35
HAKAN VE MERT :
Bir gün önce erken baharla kucaklaşırken, reva mıdır titreyen ve eldivensiz parmaklarımla fotoğraf çekmek? Tek tesellimse her yerin karlarla kaplıyken bir başka güzel olması. Ara sokaklardan birinde sokağa konmuş üçlü kanepenin üzerindeki kar, ağaçların dallarını ısıtan aynı kar. Yine de kuşlar ötüyor bir gayretle, yine de pırıl pırıl bir gökyüzü var üzerimde her mevsimi başka güzel ülkemde(tartışmasız ama iddialı bir şekilde seviyorum galiba ben ülkemi üzerindeki her türden insan faktörüne rağmen, başta kendime rağmen). Uzaktan bana doğru gelmekte olan iki oğlan çocuğunu durduruyorum aramızdaki mesafe azalmaya yüz tutmuşken ve konuştukça konuştukça gülümsetebiliyorlar beni tüm çekimserlikleri ve iyimserlikleriyle. Terbiyeli çocuklar onlar. Hakan ve Mert’ten kızıla çalan sarı saçları ve tombik bedeniyle sakız gibi beyaz TOYOTA tshirtlü olan Mert. Gülümsüyor tüm saflığıyla. Esmer ve uzun boylu, olgun duruşlu olansa Hakan. Bu okula mı gidiyorsunuz diyorum onlara Derviş Güneş İlköğretim Okulu’nu göstererek. Evet diyorlar. Kimdir Derviş Güneş diyorum, öğretmenmiş diyorlar ve de çok emeği varmış öğrencilerinin ve Talas’ın üzerinde, ismini vermişler o yüzden diyorlar. Tek katlı taş binaya bakıyorum. Sonra da çocuklara. Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim diyorum. Oluuur diyorlar. İçerisinde artık insanların yaşamadığı eski bir evin önüne geçiyorlar. Mert gülüyor. Bana bakmayın diyorum. Mert ciddileşiyor. Nereye bakalım diyor. Çocuk haklı. İyi bana bakın o zaman diyorum. Hakan gülmekle gülmemek arasında gidip geliyor sayılı saniyeler boyunca ve nihayet ciddiyette karar kılıyor. Mert’se gülümsemekten başka bir şey yapmıyor. Sanki bazen kafası karışıyor ve o zaman duygularındaki ani geçişlerle düşünceli düşünceli bakıyor bana. Olsun ama Mert gülüyor ya… Teşekkür ediyorum onlara, ayrılıyoruz. Bir söz bekliyorum arkamı dönmüş giderken. Aramız en nihayet açıldığında ablaaa diyor bir ses ve ekliyor; “Sen şimdi neden bizim fotoğrafımızı çektin?” diyor Mert. Uygun ve anlaşılır bir cevap vermem gerek diye düşünürken, “Sen fotoğrafçısın ondan” diyor. “Evet” diyorum. Gene ayrılıyoruz. Fotoğraf çekmek, fotoğrafçı olmak demek değildir diyemiyorum onlara. Herkesin elinde bir makine dolaşır durur memlekette.

ERCİYES :
Ani bir kararla ve de Snowboard festivalini duyunca karar veriyorum Erciyes’e çıkmaya. Tipi var yukarıda. Talas’ın soğuğunu çoktan unuttum buradakini görünce. Erciyes’e varır varmaz sıkı bir güvenlik aramasından geçiyorum ve tuvalet aramaya başlıyorum harıl harıl. Yerli yabancı sporcular ya da amatör kayakçılar kar kıyafetleri içinde, benimse altımda kot, onun altında da bot. Giyimle kuşamla uğraşmayı bir kenara bırakıp, sora sora tuvaleti buluyorum. Bu buraya yakın zamanda tekrar geleceğim anlamına geliyor. Birkaç fotoğraf çekmek üzere dışarı çıkıyorum tekrar. Tipi şiddetlenmiş mi ne! Göz gözü görse benim de gözüm görecek. Kayakçılar süzüle süzüle iniyorlar yukarıdan aşağıya. Aklıma kayak esnasında hayatını kaybeden ünlüler geliyor. Alpler’de kayak kazası geçiren Michael Schumacher hala komada ve 45 kiloyla bir yatakta yatmakta, kendisi bitkisel hayatta yaşarken ailesiyse bakımına bir servet harcamakla meşgul. Liam Neeson’ın eşi Natasha Richardson Kanada’da başından yaralanmak suretiyle, Cher’in eski eşi Sony Bono Nevada yakınlarında kayarken ağaca toslayarak, Liberal Parti başkanı ve ikinci en genç Kanada Başbakanı olan Justin Trudeau’nun kardeşi Michael Trudeau da üzerine çığ düşmesi sonucu göle düşerek ölmüş ve cesedine uzun aramalara rağmen ulaşılamamıştı. Michael Schumacher’in mesleki riski hesaba katıldığında, kayağın araba yarışından yaşamsal olarak daha riskli olduğunu düşünüyor insan. Kırık çıkık da cabası. Ama havasını filan bir kenara bıraktığında, beyazlığın ortasında kanatların kayak takımın, delice bir his anlayacağın. Bense buz kesmiş parmaklarım, görmeyen gözlerimle fotoğraf çekerken az önce, ne güzel de kayıyorlar dediğim kayakçılarla burun buruna geliyorum. O kadar göz gözü görmez haldeki ne güvenlik ne bir kimse nereye böyle demediğinden kayak pistinin yolunu tutmuşum ufaktan ufaktan. Dönsem diyorum kazasız belasız, iyi olacak bir an önce.
Sporcu kızlarla konuşmuştum yolda. Kayserili iki kız kardeşten biri 24, diğeri 28 yaşındaydı. Biri öğrenci, diğeriyse devlet memuruydu bir kurumun bir koltuğunda. Uzun boylu ve esmerdiler. Atletik yapıya da sahiptiler. Kaymak güzel şey demişlerdi. Gözleri parlıyordu ikisinin de yukarı çıkarken. Başlarında kukuletalı şapkaları, içlikleri ve kar botlarıyla heyecanlı heyecanlı ayrıldılar yanımdan kaymak üzere.
KAYSERİ VE GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ:
Gündüz gözüyle yürürken-yanlışlıkla ama, bu karşıdan gelen de kim diye şöyle birkaç saniyeliğine göz teması kurmak gafletine düştüğüm birtakım sütübozuk erkeklerin bakışlarını yüzüme dikerek akıllarınca taciz etmeye çalıştıklarına şahit oldum Kayseri’de. Bunu kendilerine reva gören sahipsiz çomarlar da var Anadolu’da anlayacağınız. Mikrop mikrop bakıyorlar sadece. Adlarını lekeliyorlar şehirlerinin. Yazık bu güzel ve komik şehre. Neden komik çünkü buraya ilk geldiğimde yaşadığım enteresan bir anımı anlatacağım size. Hiç unutmadım, zaten unutulacak gibi de değil. Bir duman efektinin ardından altı sene kadar öncesine gidiyoruz. Sırt çantam ve ben otobüs durağına geliyorum. Çantamın içinde aradığım şeye kavuşmamsa mümkün değil çünkü odada unutmuşum. Yaşlıca bir teyze geliyor o esnada. Yer veriyorum istemeden de olsa. Aradığım şeyse hala yok. Yoluma gitmeye karar verecekken yaşlı teyze ve yanındakiler turist misin diyorlar bana. Öyle sayılır diyorum. Ne arıyorsun diye soruyorlar, ilham demek geliyor içimden ama geziyorum bir şey aramıyorum diyorum. Çantanda ne arıyorsun diyor, bozuluyorum ama belli etmiyorum. Vaktim olmadığından tost yaptırmıştım onu bulamıyorum, çantam çok kalabalık diyorum. Kadın beni süze süze ayağa kalkıyor. Benimle gel diyor. Yok diyorum benim yolum uzun, dönemem. Bizim altın günümüz var ona gideceğiz, sen de yemeğini yer yoluna gidersin diyor. Hükümet gibi kadın derler ya, ayağa kalktığında anlaşılıyor haşmeti. Yanında küçücük kalıyorum. Küçük bir kız çocuğu gibi gidiyorum peşinden. Beraber yüksekçe bir apartmanın üst katlarından birine çıkıyoruz. Fena değil, lüks sayılabilecek bir girişin ardından genişçe bir asansörde buluyoruz kendimizi. Dört kişi aynı asansöre zor zor sığıyoruz, hepsi iriymiş kadınların. Tanrı misafiri diye takdim ediliyorum evsahibine. Geniş bir holden yine geniş ve ferah bir salona geçiyoruz. Gözüm mutfakta aslında. Bana bir tabak verirler diye düşünüyorum, ben de müştemilat gibi yer kalkarım diyorum. Git git bitmez dikdörtgen bir masanın üzerine serilmiş çiçek gibi bir örtünün üzerinde tencere büyüklüğünde şık cam tabaklara konmuş yiyeceklere takılıyor gözlerim içeridekilerden önce. Hayatım boyunca fırın harici bir daha üzeri bu kadar çok hamur işiyle bezeli bir masa daha görmem mümkün olmayacağından, önce gözlerim çekiyor bu fotoğrafı. Börekler, kekler, haşhaşlı çörekler, patates salatası, Rus salatası… Davetlisi olduğum hanımla ev sahibim arkamdan konuşuyorlar. Bense hanım hanım, kuzu kuzu oturuyorum bir köşeye. Ayaklarımı bitiştiriyorum, yüzümde ebleh bir gülümseme, görseniz tanımazsınız. Nereden geldin, nereye gidiyorsun faslı biter bitmez elime tutuşturulan tabağı doldurma komutuyla masaya çağrılıyorum. Ye diyor yaşlı kadın. Bu kadar hamur işi yersem yürüyemem ki diyecek hakka sahip değilim o an. Başlıyorum tabağımı doldurmaya. Beğenmiyorlar aldığım miktarı. Çayım geliyor hemen. Sonrasını hatırlamıyorum ama yedim. Tüm tabağımı sildim süpürdüm. Üzeri de tıklım tıkış doluydu. Sıcak sıcak kızarttıkları pastırmalı paçangayı da kabul ettim minnetle. Ayrılırken teşekkür için yanına gittiğim teyze bana elini uzattı giderken. Öptüm bende. Kiminin parası, kiminin duası. Aklımda ben yemek yerken harıl harıl, mütebessim bir ifadeyle bakan yüzler kaldı geriye. Beni kendilerine göre cılız bulup yedirme gayretiyle yanıp tutuşan o Kayserili kadınları hiç unutmam. Ne kadar yediysem, ne kadar yedirildiysem artık, akşam yemeği yiyecek halim kalmamıştı. Haydi şimdi balkondan atla deseler de atladım herhalde. O gün, o yaşlı teyzeye kendimi teslim etmişim farkına varmadan. Hayat öyle garip ve değişik ki bazen…
Anlattığınız o Kayseri’li tacizci acizleri ve yardımsever kadınları tanıyorum. Çok güzel anlatmışsınız gerçekten. Elinize sağlık… Eski Talas’ın ruhunaysa diyecek yok orası gerçek Anadolu, orası hakikatin resmi… Umarım tekrar gelir tekrar güzel anlar yaşar ve yazarsınız. Teşekkürler…
BeğenBeğen