CAPHARNAÜM : KEFERNAHUM
“Anne ve babamdan şikayetçiyim. Beni dünyaya getirdikleri için.” Zain
“İyi insanlar olacağımızı ve sevileceğimizi düşünmüştüm. Ama Allah bunu bizim için istemedi. Bizim ötekiler için paspas olmamızı tercih ediyor.” Zain
“Çocuğun yoksa adam değilsin dediler bana. Çocukların senin omurgan olacak. Direğimi yıktılar, gönlümü yaktılar. Evlendiğim güne lanet osun. Nasıl bir sefalete atıldım ben?” Zain’in babası
“Kimse ne seni ne bizi umursamıyor. Biz hiçiz oğul, parazitiz.” Zain’in babası
GİRİŞ :
İsim olarak Capernaum ve Kefernaum olarak da çıkacaktır karşınıza. Siz nasıl isterseniz öyle okuyun ve de telaffuz edin. Ben yazımda Kefernahum’u tercih edeceğim. Böyle bir şehrin var olup olmadığı üzerine yaptığım küçük bir araştırma sonucunda öğrendim ki varmış. Günümüz İsrail topraklarında yer alan ve artık Tell Hum olarak anılan şehirden İncil’de de sık sık bahsedilmekle birlikte, bir balıkçı kasabası ve aynı zamanda ticaret merkezi olarak da bilinen şehir, İsa’nın mucizelerinden pek çoğunu gerçekleştirdiği-ölüyü diriltmek, şeytan kovalamak, hastalıkları iyileştirmek, rüzgar ve dalgaların durdurulması gibi, dolayısıyla kendisinden İsa’nın şehri olarak bahsedilen bir yermiş. Fakat büyük de bir hayalkırıklığı olmuş İsa için. Neden mi, çünkü kasaba halkının inanç eksikliğinden duyduğu hayal kırıklığı sonucunda onu lanetleyivermiş bir zaman sonra. Bir peygamberseniz, kendinizi bu şekilde sıfatlandırıyor ve görüyorsanız eğer, dininizi, görüşlerinizi boş vaktinizi ayırarak anlatıyor ve yayamıyorsanız düş kırıklığı yaşarsınız elbette. Hz. İsa marangoz iken, ikinci mesleği peygamberlikti. Böyle düşününce ikinci bir işe gönül vermiş, içinde yatan aslanı ortaya çıkaran günümüz insanı gelecektir aklınıza. Peygamberlerde de durum çok farklı değilmiş. Bir misyon edinerek yaşamına anlam katmaya çalışan pek çok sıradan insanın arasından maharetleri ve seçilmişliğiyle ön plana çıkan İsa peygamber, bir çıkış yolu arıyordu ve nihayet bulmuştu. Kendini peygamber yani seçilmiş kişi olarak ifade ediyordu o genç yaşında. Yunus peygamber balıkçıydı mesela, Hz. Nuh denizciydi, şimdi olsa gemi mühendisliği okumak zorundaydı. Hz. Musa çobandı, tıpkı genç yaşlarındaki Hz. Muhammed gibi. Dağdaki çobanla oyum bir olmamalı derken, o çobanın bir gün peygamber olabileceğini düşünmek gerekiyor inceden. İnsan, doğanın o çok sesli ahengine ve renkliliğine, toprağın mucizesine tanık olmadan sırra vakıf olamıyordur belki de. Hayatı boyunca bir süreliğine çobanlık yapmak gerekiyordur bir şekilde. Öte yandan Hz. İbrahim mimardı, her ne kadar o dönemde mimara mimar denmese de. Hz İdris iğneyi ilk icad eden, ona delik açan kişi olarak terzilerin piri sayılırken, peygamberlerin Yves Saint Laurent’i olarak anabiliriz kendisini. Bunların konumuzla ne ilgisi var diyecekseniz eğer, dinini yaymaya çalışan İsa’nın çevresi ve ihanetler yüzünden yaşadığı hayal kırıklığı ve çilesiyle, küçük Zain’in yaşadığı çile arasında büyük benzerlikler var aslında. İkisi de böyle olsun istemezdi. Ama ikisi de mücadele ettiler içinde bulundukları zor koşullara rağmen. Zain’in isyanı insanoğlunaydı aslında. Onu bu sefaletin içine atmış, kendisi de ailesinden daha iyisini görmemiş olan anne babasınaydı en başta. Filme dağınık diyenler var yabancı basında. Katılmıyorum. Nedenlerinden bahsedeceğim uzun uzun, yavaş yavaş, sabır sabır. Malum peygamberlere özgü bir meziyettir sabretmek. İlk önce adet olduğu üzere diyalog kısmı var. Bu filme özgü olarak yarattığım bir kadın ve bir erkek arasında geçiyor olacak diyaloglar. Onlar evlilik aşamasındaki iki sevgili, niyetleri ciddi. Bu film onları çeşitli düşüncelere sürükledi. A kişisi Adem, H kişisi Havva olsun bu sefer de. Adem fena halde sığ, Havva’ysa bu filme kadar çözememiş durumu, az sonra ortaya çıkacak aralarındaki uçurum ve çözülecek elleri yavaş yavaş. Bu arada özür dileyerek belirtiyorum ki, diyalogları ben yazmıyorum, sadece karakterleri yarattım, yazıma attım. Ne yapacaklarını, ne düşüneceklerini ve sorunlarını nasıl dile getirecekleriniyse kendileri bilir. Dediğim gibi ben yalnızca yarattım.
Çift elele tutuşmuş yolda yürüyerek ayrılmaktadırlar sinemadan. Bir hikaye de böyle başlar. Gerçekteyse bitmesine ramak kalmıştır.
A – Beğendin mi sevgilim?
H – Beğendim. Sen?
A – Çok karışıktı.
H – Nesi karışıktı?
A – Kurgusu.
H – Sonunda bağladığına göre!
A – Ara yollarda çıkmazlar vardı.
H – Ben bir çıkmaz göremedim.
A – Rahil karakteri çok gereksizdi. Uzatmışlar çok fazla.
H – Tam tersi. Onun hikayesi sayesinde filmin parçaları birleşti. Göçmenlik ve sefalet iki çok eski arkadaş gibiler. Birbirlerinden ayrı düşünülemezler.
A – Ee tamam da, Zain’in hikayesinde zaten yeterince var olan sefalet yetmez miydi? Arada da olsa içlerinden başarı hikayesi çıkmaz mı?
H – Sefaletin miktarı, azı kararı mı olur canım? Üstelik Zain başardı.
A – Olmalı. Seyirciye de yazık çünkü. Zain mapushanelere düşerek neyi başardı, üstelik de beş yıl yiyerek?
H – Sesini duyurabildi.
A – Ne değişecek ki? Ortadoğu’da bir şey değişmez. Hep aynı hikaye. Sen değişirsin, orası değişmez. Kaos, sefalet, savaşlar bitmez. Sınırlar değişir, bir de zalimlerin isimleri.
H – Doğru söylüyorsun, bence de Ortadoğu boşaltılsın ve sıfırdan başlasın orada her şey ama bu arada Zain ve Zain gibiler ne yapsın? El elde baş başta otursa mıydı çocuklarla sübyancılar koğuşunda beş yıl boyunca?
A – Aman diyeyim, ne boşaltması! Bizde alıyorlar soluğu ilk etapta. Yeterince geldiler zaten. Zain o sırığı bıçaklayarak en iyisini yaptı. Hem de intikamını aldı. Eşekler gibi çalıştırıyordu onu ailesi. Adam on beş kilo var yok, on yedi kiloluk suları, tüpleri taşıyıp duruyordu kaç kat boyunca. Düştü de kurtuldu be…
H – Bak ne diyeceğim…sefalet görmek istememek filan…seninle ilk nişanlandığımızda Beyrut’a gitmiştik, bayılmıştın yemeklerine. Bir daha gelelim diyordun. Sefalette yoksun ama. İyisi mi biz bir dahaki sefere Avengers’a filan gidelim seninle. Araplar o tür filmlerde çarşaf giyip fünyeyi çeken, bombayı patlatan saldırganlar olarak varlar sadece. Hani için rahat etsin diye!
A – Gerçekten mi(erkeğin bir an için gözleri parlar)?
H – …
A – Evlenmeden önce böyle şeyler izlemek gerekiyor gerçekten. Bir gün dara düşersek diye az çocuk getirmeliyiz dünyaya.
H – Bu dünyaya çocuk getirmek ne kadar doğruysa artık!
A – Olur mu? Babası ne güzel dedi mahkemede! Çocuğun yoksa adam değilsin çocuklar senin omurgandır dediler, ondan yaptım diye.
H – Ha sen öyle algıladın vaziyeti? Ben o sefaletin içinde en az yedi çocuk saydım. Tavşanlar gibi üremenin manası ne, hele bir de anam babam, atam dedem öyle dedi diye. Yazık değil mi o çocuklara?
A – Ben kendimi özdeşleştirdim babayla.
H – Süper kahramanlarla özdeşleştirsen daha iyi olur. Bundan sonra Marvel izleyelim gerçekten. Kaldıramayacak gibisin, daha doğrusu ben seni kaldıramayabilirim gibi geldi(son cümleyi sadece kendisinin duyabileceği kadar kısık bir sesle söyler).
A – Ortadoğu böyle bir yer.
H – Ortadoğu öyle bir yer değil. Öyle bir yer haline gelmiş. Getirilmiş. İnsanlar, din savaşları, politikacılar ve politikaları sayesinde. Bu kadar çocuk imal eden ailelerin yaşadıkları yerleri neden ziyaret etmezler? Doğum kontrolü denen bir şey var. Allah var tamam da doğum kontrolü de var. Tavşanlar gibi ürenir mi? Kaldı ki Hıristiyan bunlar. Lübnan’da yaşayan katı Şiilerden de değiller. Maruni olmayabilirler ama Arap Hıristiyanları kısaca.
A – Ne olmuş? Arap işte sonunda. Arap Araptır.
H – Ya evet, Türk Türk’tür. Bizim için de Avrupa’da böyle düşündüklerinden eminim.
A – Üniversite boyunca dizeleriyle başımın etini yediğin Halil Cibran’da Maruni. Amin Maalouf da.
H – Yani?
A – Arap Araptır işte!
H – Gel bi de slogan atalım beraber. O odur, bu budur diye.
A – Yok hayatım. Film mesaj kaygılı olsa da, acıdır gerçekler.
H – Bir yerde de Ermeni’dir o, sözüne güvenilmez diyordu hani!
A – Ne kadar doğru.
H – Hayat beni de seninle karşı karşıya getirdi ve bu filme getirtti. Ne tuhaf değil mi? Yoksa filmdeki annenin dediği gibi benim yerimde, benim şartlarımda yaşıyor olsaydın sen kendini asardın dedi ya…
A – Yani?
H – Ortada çoluk çocuk yokken daha insanda kendini asma hissi uyandırabiliyorsun kolaylıkla.
A – Bir film yüzünden mi bana karşı bunca önyargın oluştu?
H – Kim olsa aynısını düşünür.
A – Çocuk filminden nereye geldik!
H – İlk defa doğru bir söz ettin. Bu aslında bir çocuğun hikayesi. Çocuklar anlamayacağından ya da izledikleri takdirde çok kederleneceklerinden, büyüklere fakir bir ailede doğmuş karakterli fakat bıkmış bir çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmış Labaki. Çalışıp çalışıp kimselere yaranamamaktan, koşullarını değiştirememekten bıkan ve başka bir hayatın da mümkün olabileceğini düşünen zavallı ama iyi kalpli bir çocuk vardı başrolde. Aç kalmadıkça çalmadı, çaldığı da bir biberon süttü onu da Yonas için çaldı. En sevdiği kız kardeşi için o sübyancıyı bıçakladı, Tanrı’ya kızgındı çünkü hangi baba çocuğu aç yatsın, sokağa düşsün ister, sorumlulukları dururken içer içer kendini kaybeder? Ana baba olarak cehaletlerinin ötesinde o kadar bilinçsizler ki ve de kaygısızlar fakirliklerinin çok çok ötesinde. Kız aybaşı oluyor, onu bile kardeşi olarak zavallı Zain düşünmek zorunda kalıyor. Zavallılar. Çocuk her yerde çocuk, gerzek her yerde, her daim gerzek işte.
Filmden el ele çıkan çiftin arasındaki mesafe bir uçuruma dönüşür adeta. Kızın eli belindedir. Adem’se süklüm püklümdür karşıdında.
A – Çok üzüldüm inan. Bize…yani Ortadoğu’nun bizi de bulmasına. Yani seni beni bile birbirimizden ayıracak kadar etkiliymiş baksana.
H – Zain Türkiye ve İsveç’e gitmenin hayallerini kuruyordu.
A – Aman aman bizde yeterince Suriyeli Arap var…yani demek istediğim Zain gibiler gelsin de ne de olsa Lübnan’lı çünkü, ama daha fazla Suriyeli gelmesin lütfen.
H – Hiç değişmeyeceksin değil mi?
A – Aslına bakarsan hayır. Düşünmüyorum.
H – Yani ben evlenirsem böyle bir kütükle yaşayacağım, öyle mi?
A – …
H – Bir sürü de çocuk istersin sen?
A – …
H – Sanıyorum bir yerlerde hata yapıyorum ben! Zain gibi kaçıp kurtulmam gerek senden.
Gördünüz mü sinemanın gücünü sevgili okuyucu!
CEHENNEM’E GİRİŞ VE ORTADOĞU’DA ARAPSAÇI OLMAK :
Film, kirli bir erkek çocuğunun üzerinde külot fanilayla biçare vaziyette doktor muayenesine girmiş haliyle açılıyor. Doktorun diş muayenesinden çıkardığı kadarıyla hiç süt dişi kalmamış çocuğun on iki on üç yaşlarında olabileceği varsayımından anlıyoruz ki, bu çocuk tam olarak kaç yaşında olduğunu bilmiyor. Ya annesi babası yok, yahut onlar da bilmiyorlar ya da unuttular. Az evvel Beyrut sokaklarında kendi gibi çocuklarla oyun oynarken gösterilen Zain, bir sonraki sahnede bileklerinden kelepçelenmiş vaziyette mahkemeye çıkartılıyor. Bu noktaya nasıl gelindiğini, mahkeme görüntülerine paralel, kronolojik sırayla anlatıyor yönetmen Nadine Labaki. Bu filmde de küçük Zain’in avukatı rolünde izliyoruz kendisini. Zain, anne ve babası ve Etiyopyalı anne Rahil de dahil olmak üzere mahkemede hazır ve nazır vaziyette bekliyorlar. Davacı tutukludur diyor hakim. Zain hem tutuklu hem davacı. Almış olduğu beş yıllık hapis cezasına rağmen, anne babasından davacı. Kesin doğum tarihinin bilinememesinin nedeniyse, muhtemelen doğum evde gerçekleştikten sonra, doğumunun yetkililere bildirilmemiş olması. Kısaca Zain’in bu dünyada var olduğuna dair hiçbir kanıt, belge yok ailenin elinde. Ne bir doğum kağıdı, ne bir nüfus belgesi. Tek Zain var. Zain’se bir itoğlunu bıçakladım diye tereddütsüz istikrar gösteriyor mahkeme önünde. Cezaevinden bağlanarak yaptığı konuşma onu ve ailesini mahkeme önüne taşıyor. Anne ve babasından onu dünyaya getirdikleri için şikayetçi oluyor. Bir zamanlar annesiyle beraber görüş gününe gittikleri abisi İbrahim gibi o da bir gün hapse düşüyor.
Zain ve ailesinin yaşantısına tanık oluyoruz. Bir sürü küçük çocuk yerlerde nefes nefese yatıyorlar. Üstte yok başta yok, ne bulurlarsa yiyorlar, annesi domuz ahırı diyor yaşadıkları eve, ben diyeceğim mezbele. Baba içmeye para buluyor, anne sigaraya bir de süse püse. Kız kardeşi Sahar’ın ilk aybaşısına bile o çare bulmak zorunda kalıyor. Onun kanlı çamaşırını yıkıyor, tshirtünü ped yapıp veriyor. Tüm bunlar tuvalet demeye bin şahit pislik içinde bir ortamda gerçekleşiyor. İyi bu çocuklar ölmüyor! Sokaklarda pancar şerbeti, domates suyu satarak üç beş kuruş kazanmaya çalışıyorlar. Hiçbiri okul yüzü görmüyor. Zain’in okula gidip gitmemesi hususunda konuşan anne ve babadan baba şiddetle gitmesine karşı çıksa da, annesi ona yiyecek içecek vereceklerini düşünerek okulu ve dolayısıyla oğlunu da bir istifade aracı olarak düşünüyor. Bu insanlar fütursuzca doğurdukları bütün bu çocukları bir istifade aracı olarak kullanıyorlar mahkeme önünde aslını reddetseler de. Anne baba çalışmıyor, çocuklar sokaklara iş icabı salınıyor. Zain abisi de hapse düşünce evin en büyük erkeği olarak her şeyi üstleniyor. Tüp ya da su taşıdığı evlerde onu öpmeye çalışan sübyancıların bile canına okuyor. Sahar’ı istemeye geldiklerinde kıyameti kopartıyor. Esasında tam bir çetin ceviz. Başka türlü bu şartlarda yaşamasıysa mümkün değil. Yine de anne babasına yeniliyor ve aile Sahar’ı kurda teslim ediyor. Babası kızı zengin diye on bir yaşında bakkalın oğluna, aynı zamanda ev sahiplerine satıyor.
Sahar’ın götürülüşünün ardından Zain’in ikinci hayatı başlıyor. Lunaparkta bir dönme dolabın bölmeleri içinde uyuyor uyanıyor. Aç kalıyor, iş istiyor dükkanlardan ama kimse gözünün yaşına bakmıyor. Rahil ona evini açıyor çünkü o da çaresiz. Ülkede barınmaya çalışan kaçak bir göçmen. Gerekli izinleri yok. Çalıştığı yerde kaçak ve bir de memede çocuğu var. İşteyken çocuğuna baksın diye Zain’i eve getiriyor, aklıyor paklıyor önce ve çocuğunu bir başka çocuğa teslim edip işe gidiyor her sabah çaresizlikten. Zain’in bir türlü bitmeyen çilesine tanıklık ediyoruz kaldığı yerden. Kendi evinde hiç bez görmediği için çocuğun bezini zar zor bağladığı gibi yine zor şartlarda, ışıksız, güneş görmeyen barakadan bozma, yarı prefabrik dört duvarın içinde boğaz tokluğuna dadılık yapıyor küçük Yonas’a. Öylesi mi iyiydi, böylesi mi derken, Rahil polis tarafından yakalanınca kalıyorlar bir başlarına ortada. Gene açlık, gene fukaralık. Şekerli buzlarla besliyor çocuğu, evde o var çünkü. Kendi evinde annesi de onu yapmış çünkü. Bir defasında balık pişiriyor ona. Sıskalaşıyorlar gitgide ama iyi gene ölmüyorlar. Dünyanın kahrını çekmek zorunda mı Zain diye düşünmeden edemiyor insan. Ebeveynler hayata tutunsun diye bencilce çocuk yaparlarken, onların günahını çekiyor bu masumlar. Filmin fragmanında da yer alan tencereler de Zain’in aklından çıkms. Fakirlik türlü çaresizliklerle mücadele ede ede pratik fikirler üretmeyi kolaylaştırdığından, çocukların elinden aldığı kayağın üzerine bağladığı tencerelerin içine koyduğu Yonas’ı kilometrelerce taşımak eziyetinden kurtuluyor. Öyle garibanlar ki…neyse ki Zain çok çocuklu bir aileden çıktığından bu konularda bir hayli idmanlı. Yine de merhametli bir çocuk ve tüm gücüyle, çocuk aklıyla direniyor ve bakabildiği kadar bakıyor ufaklığa. Kardeşi gibi görüyor onu. Çünkü hayatı boyunca kardeşlerinin sorumluluğunu taşımış ve bahsettiğim çocuk sadece on bir yaşında. Bazılarının neden erken büyüdüğünü anlıyoruz. Acı çekmeden, sıkıntı görmeden adam olan yok bu hayatta. Zain’e gelince en nihayet fotoğraf çektirirken gülümsüyor. Çünkü hiç şımartılmamış hayatı boyunca ve nihayet bir kimliği olacak bu hayatta. Bir birey, bir vatandaş, bir insan olarak kabul görecek ve bu yüzden ilk defa çocuk gülüşüyle bakıyor kameraya. Mevcudiyetinin kanıtı olacak fotoğraf için bakıyor kameraya.
İzlemiş olduğum Labaki filmleri arasında en iyisiydi diyebilirim. Çünkü çok zor bir film bu. Zor bir konu ve amatör, üstelik çoğu da çocuklardan oluşan harikulade bir cast’i var. Zor bir coğrafyanın hakkını veren bir senaryo söz konusu. Anlamlı ve değerli, kayda değer ve önemli. Yonas’ın on beş kişilik bir grubun içinde tecrit edilmiş vaziyette bir depoda bulunduğu sahne Kieslowski’ye ait Üç Renk Üçlemesinin sonuncusunda ve son sahnesinde yer alan “Kırmızı”nın finalini hatırlattı. Labaki’ye bir Oscar, bir Altın Küre adaylığı getiren, Cannes’dan da üç ödülle dönmesini sağlayan filmi eller beğenmiş diyelim sonuç olarak. Ama ben de çok beğendim. En çok Zain, Yonas ve Sahar…yine de en çok çocuklar…süt dişlerini sıka sıka hayata katlanmaya çalışan çocuklar.
Bir Cevap Yazın