PHANTOM THREAD :
“Bence gönül yarasına sebep olan şey başkalarının beklentileri ve varsayımları.” Reynolds Woodcock
“Senin yataklara düşmeni, aciz, hassas, açık olmanı ve sadece benim yardım edebilmemi istiyorum. Sonra tekrar güç bulmanı istiyorum… Ölmeyeceksin. Ölmeyi dileyeceksin ama ölmeyeceksin. Biraz yola gelmen gerekiyor sadece.” Alma
“Ona aşık olmak hayatın muazzam gizemini ortadan kaldırıyor.” Alma
GİRİŞ :
İki kız arkadaş konuşmaktadırlar, her ikisi de bekardır. Bir de kulak misafirleri vardır:
-Phantom Thread’i izledim ve çok beğendim. Aklıma ne geldi bak bu Selim İleri var ya, Selim İleri…
-Evet?
-O Selim İleri…
-Evettt?
-Doksanlarda benim fakülteden bir arkadaşım vardı, kız mahalle arkadaşımdı da aynı zamanda, Onun ilişkisini sonlandırmıştı?
-Nasıl yani?
-Oğlan kıza Selim İleri’yi nasıl bilmezsin demişti ve ayrılmıştı kızdan. Kız da çok ağlamıştı arkasından.
-Yapma ya.
-Yaa…
-İnsan nasıl bilmez Selim İleri’yi?
-? Sen de mi Brütüs?
-Öyle tabii, yüksek öğrenim görmüş insan hem de o yıllarda, nasıl bilmez Selim İleri’yi?
-Bilmez bilmez. Herkes herkesi bilmek zorunda mı? Onu bırak herkes her şeyi bilmek zorunda mı?
-Onun başka şeyi batmıştır, ondandır belki de.
-Tamam da, sadece entelektüel paylaşım yaptığın biriyle mi mutlu olunur? Bir evde sırf kitaptan, yazardan mı bahsedilir? Yatağa kitapla mı girilir? Kitaplardan kütüphaneler oluşur, evlilikler değil. Hem nerede duyulmuş şey okuyucu kavgasından boşanan yazar karı koca? Aksi söz konusu ama. Biz bu memlekette olmayacak şeyleri çok abartıyoruz galiba. Okur yazar olmak, üniversite okumak da çok büyütülüyor. Artık herkes üniversite mezunu. Herkes olmuş master şampiyonu. Alçağı, yükseği derken gelmiş adam kırkına, hala daha okumanın, bilginin peşinde. Hayatı ıskalıyor bu arada.
-Tamam da cehaletin tavan yaptığı bir ülkede okuyup yazmamayı yüreklendirirsen sonumuz nice olur? Zaten olmuşuz olacağımızı da…
-Ben onu kastetmiyorum ki. O başka bir tartışmanın konusu. Ben diyorum ki mesela bir kız tanımıştım, tek şartı vardı; ilkokul mezunu olmayan kimseyle çıkmazdı. Kendisi de üniversite mezunuydu bu arada. İşinde gücündeydi.
-Neden ki acaba? Ortaokul bile mi olmaz?
-Biz de çözemedik hiçbir zaman. Şimdi düşünüyorum da benim gönlümü yaparsa eğer entelektüel paylaşım filan ben de istemem karşı taraftan.
-Ne konuşacaksınız peki?
-Havdan sudan, konudan komşudan, savaştan barıştan, aşktan arkadaşlıktan.
-Konuşacak ortak konu bulabiliyorsanız mesele yok da…
-Mesele nedir o halde?
-Bilmiyorum. Kadın erkek meseleleri çok karışık ve ben de zaten her akşam kitaplarla giriyorum yatağa.
-Bizler böyleyken erkekler nasıl ki?
-Onların dokunulmazlıkları var. Erkeklikleri var. Ya işte ya evde ya da ikisinde birden ormanın tek kralı aslan gibi hissetme ihtiyaçları var. Aksini de ben yanımda istemem zaten.
-Maço olacak yani.
-Yoksa bir kızla çıkardım.
-Sen de haklısın. Doğru bak, ben bunu düşünememişim. Çok rahatlatıcı bir şey olsa gerek yanında sürekli gerinen ve kükreyen bir şey taşımak.
-…
PHANTOM THREAD :
En son hem yönetmenliğini, hem senaristliğini ve hem de görüntü yönetmenliğini aynı ismin yaptığı bir filme şahit olduğumda yıllardan 2002 idi. Bu filmin ismi “İtiraf” iken, o filmin her şeyi olan yönetmeni Zeki Demirkubuz idi, tıpkı Phantom Thread”in her şeyi olan Paul Thomas Anderson gibi. Kendisi aynı zamanda filmografisini yakından takip ettiğim ve her yeni filmini merakla beklediğim yönetmenlerdendir. İlk uzun metrajı “Hard Eight” dışında tüm filmlerini izlemişim bu arada. Hiçbir filmiyle hayal kırıklığı yaşamamışım, bir Upton Sinclair uyarlaması “There Will Be Blood”la da benim için zirve yapan yönetmenin son filminin de başrol oyuncusu yine Daniel Day Lewis. Kendisi “There Will Be Blood”daki Daniel Plainview ya da Scorsese’nin “Gangs of New York”undaki Bill “The Butcher” Cutting karakterlerinin üzerine çıkabilecek nüanslı bir oyunculukla mı yoksa “Nine”daki kafası karışık yönetmen Guido’nun bir versiyonu olarak mı çıkacaktı karşımıza diye düşünürken çok daha enteresan bir kişiliğe sahip Reynolds Woodcock ile çıkageliyor Lewis. Film aynı zamanda bu seneki Oscar’ların sürpriz yumurtası olmayı da başardı. Çok beklenen bir filmdi, gecinden vizyona girdi. Yine de Akademi kendisini ıskalamadı ve altı dalda adaylıkla taçlandırdı. Göreceğiz bakalım neler olup biteceğini ama hepsinden öte, yalnızca değil ama; öncelikle kendisi için yazan, dolayısıyla kendi duygu ve düşüncelerini her şeyin üzerinde tutan benim için bu film çok çok iyiydi. Ne açıdan iyiydi, bir ilişki yaşamak gayretinde olan ama bir tarafın illaki de önceden mızıdığı(var öyle bir fiil, sıkma canımı) iki kişi arasındaki o ince bağı hani şu kolay kolay kopmayan ve görünmez olan şeffaf bir ip o bahsettiğim bağ, işte onun taraflarının birer oyuncu gibi o ipe ne zaman asılıp, ne zaman bıraktıklarını, kazanan tarafın erken pes eden taraf mı, ipe asılan taraf mı olduğunu, ya da kati surette bir kazananın olamayacağını itinalı bir çabayla anlatmasını bildi, sonlara doğru da iyice heyecan verici olmaya başladı. Yüz otuz dakikalık iddialı süresi boyunca esnetmedi, gözleri kaçırtmadı, arayışa sokmadı, mukayese nesnesi aratmadı. Durağan bir anlatımdı söz konusu olan, ellilerin Londrasında çok ünlü bir modacı ve hemşirem dediği beş duyusunu teslim ettiği bekar ablası ve sıkıldıkça değiştirdiği kız arkadaşlarıydı bahsi geçen. Gittiği sayfiye otelinde tanıştığı garsonluk yapan Alma’yı hem esin perisi hem de sevgilisi yapan Reynolds’ın bir zaman sonra ondan kurtulmak istemesiyle, çetin ceviz çıkan Alma’nın onu kendisine bağımlı hale getirmesi, evliliğe yanaşmayan ve hayatı boyunca da bir kez olsun denememiş olan kendisinden yaşça büyük adamı nasıl dize getirdiğini, üstelik bunu pek çok kereler yapabilme kapasitesine sahip olduğunu izleyecekseniz, benden söylemesi. Memleketin hali şöyle, herkes böyle diyerek mağdur edebiyatı yapacaksanız da sanattan uzak duracaksınız, dolayısıyla da bu filmden de. Çünkü biz burada nelerle uğraşırken, birileri okyanus ötesinde sanatını icra edebilme özgürlüğüne sahip. Çünkü dünya böyle, çünkü dünya kuralsız, öngörülemez bir çember. Üstelik döndükçe de dönüyor, bir el dur demedikçe. Çünkü film aynı zamanda zanaatini ciddiye alan ve ustalıkla yapan bir adamın öyküsü ve yine derim ki, yönetmeni yönetmen olunca da, filmin de film olduğu bir eser karşımızdaki. Müziği, kostümleri, oyunculukları, incelikli diyalogları, karakterlerin derinlikleri ile beraber nihai sona baktığınızda amacına ulaşmış olduğunu ve bizim ülkemizde yaşanmakta olan sorunları bu filme bulaştırmayı manasız buluyor insan. Derdimiz bini aşmışken, Anderson ya da bir başka auteur yönetmen bizi kurtaramaz, kaldı ki kimse kimseyi kurtaramaz. Sadece kurtardığını sanır, mutlu olur, tatmin olur. Karşı taraf kurtulduysa kendi kendine kurtulmuştur. Minnet dediğin şey nedir ki? Neden rahat rahat böbürlenebilsin diye birine ödün veresin ki?
Alma çıkıyor karşımıza ilk karede. Loş bir odada, koltuğa oturmuş Reynolds’la olan ilişkisini özetliyor karşı koltukta oturan sarışın adama. Pişmanlık duymayacağı sözler çıkıyor ağzından. Bir sonraki sahnede ise Reynolds’la müşerref oluyoruz. Kendi ayakkabılarını kendi boyayan, traşını olan, burun ve kulak kıllarını da kendisi kesen, en nihayet pudralanan modacı desem de aslında kadın terzisi olan Reynolds takımının altına giydiği ve dizine kadar çektiği mürdüm rengi ipek çoraplarıyla şık ve temiz bir şekilde çıkıyor müşterilerinin karşısına. Zengin kadın müşterileriyse ilerleyen yaşlarında kaybettikleri özgüvenlerini arıyorlar onun marifetli ellerinde. Reynolds’un ağzından çıkacak kelimeyi bekleyen müşterilerin heyecanıyla, provalar birer ritüele dönüşüyor. Filmin ilk dakikalarında film boyunca sık sık karşımıza çıkacak olan aynı kahvaltı sofrasında, Reynolds’un dikkatini tekrar üzerine çekmek için çırpınan kız arkadaşının umutsuz çırpınışlarına seyirci oluyoruz. Gözdeliğini kaybetmiş, Reynolds’un hayalet farz ettiği genç kadının zavallılığı karşısında, ablası Cyril onu postalamanın yollarını öneriyor nezaketle. Zaten iki kardeş nazik nazik yapıyorlar ne yapıyorlarsa. Reynolds nezaketle fethediyor kalpleri, Cyril nezaketle çekip çeviriyor evlerini, çalışanlarını, abisini ve de sevgililerini.
Alma ve Reynolds ilk görüşte aşık oluyorlar birbirlerine, eğer aşkın varlığına inanıyorsanız. Yolları kesişiyor ve gerek motive olmak için, gerekse kız arkadaşından ayrıldığı ve boşlukta olduğu için Alma dikkatini çekince çıkma teklif ediyor ona. Aradığı böyle bir şey belki de. Alma’nın kusursuz bir güzelliği yok, çok albenisi de. Alt tabakadan gelme, basit bir iş yapıyor, fakat neyse o. Bu sıradanlığı farklı kılmaksa Reynolds’a düşüyor. Varmış gibi göstereceği ve kusurlarını kapatabileceği bir esin perisi buluyor. Ona özel kostümler dikiyor. Filmin başında Reynolds hayallerimi gerçek kıldı derken bu özel durumu kastediyor Alma. Onun zanaatiyle kusursuz hale geldiğini, belki de tüm kadınların onun elbiseleri içinde böyle hissettiğini düşünüyor. Öte yandan Reynolds geçimi kolay bir insan değil. İşine gösterdiği aşırı titizlik onu kırıcı yapıyor. Münakaşada yenilmeye, laf söylenilmesine ve başlı başına münakaşanın kendisine tahammülü yok. Annesinin bir tutam saçını ceketinin kanvasının içine dikmiş, ne zaman huzursuzlansa annesini görüyor rüyalarında ya da rüyasındaki haberci konumundaki annesi önündeki huzursuz günlerin habercisi oluyor. Bir aa kuzusu var karşımızda. Ölülerin, yaşayanları gözlediğini düşünmekse ona rahatlık hissi veriyor. Hele ki bu kişi annesiyse. Evlenmeyişinin nedeni olarak evliliğin kaderinde olmadığını ve elbise dikiyor oluşunu bahane olarak sayıyor Alma’ya. Müzmin bir bekar olarak tanımlıyor kendisini ve evliliğin onu bir düzenbaza çevireceğini düşünüyor. Gönül yarasına sebep olan şey başkalarının beklentileri ve varsayımları derken daha ilişkilerinin başındalar ve bir parça kıl kuyruk oluşunun dışında Reynolds’u tanımıyoruz çok fazla, tıpkı Alma gibi. Oysa ki Reynolds, Reynolds’u gayet iyi biliyor, huylarının evlilik için uygun olmadığını da. Karşı taraf kısa bir süre sonra ve hiç hissettirmeden batmaya başlıyor ona. Kahvaltıda ses çıkardı diye, çok fazla yiyor diye, kendisine karşılık veriyor diye, evin hakimiyetini ele geçirdi diye. Reynolds aşka aşık bir adam sadece, uzun süreli ilişkiler onun harcı değil. Alma ise evin içinde konumu belirsiz bir obje gibi. Önemli müşterilere tanıtılmıyor, bir gölge gibi yaşıyor, çalışanlardan biri olarak kabul ediliyor, geldiği tabaka itibariyle de görgüsüz ve kaba olarak değerlendiriliyor ileriki zamanlarda. Sırf bu yüzden gelinlik provasına gelen ve elini sıkmaya tenezzül etmeyen prensesin yanına bizzat giderek ben burada yaşıyorum diyor, kısaca beni görmezden gelme diyor. İlişkilerde sorun nerede çözülür bilemeyiz dışarıdan bakan üçüncü şahıslar olarak. Çözüme bazen yatakta, bazen ayakta, bazen kalabalıklarla, bazen baş başa kalmışken ulaşılır. Alma ise kendisinden kurtulmak konusunda niyeti bozmuş olan Reynolds’la kendi yöntemleriyle savaşıyor. Yemeklerine kattığı zehirli mantarlarla onu hasta ettikten sonra, kendi elleriyle iyi ediyor. Onu kendisine bağımlı hale getiriyor ve hiçbir zaman evliliği düşünmeyen adam bir sabah uyanır uyanmaz Alma’nın yanıbaşına gelerek ona evlilik teklifinde bulunuyor hop diye. Huysuz, mesafeli ve müşkülpesent Reynolds huyundan vazgeçmese de, hastalıklı da olsa bu şekilde Alma kendisine ve ilişkilerine dikkat çekmeyi başarıyor her defasında, evlendikten sonra bile.
Filmin unutulmaz anlarından bir tanesi Alma’nın sürpriz bir yemek esnasında Reynolds’la yaptığı kuşkonmaz üzerinden çıkan tartışmayla ilişkilerinin geldiği noktayı nihayet açık açık konuşabildikleri andı. Karşılıklı suçlamalara varan kavgalarının nedeni olan kuşkonmaz bir bahaneydi sadece. Bir kronotop olarak kullanılan tüm kahvaltı ve yemek sahnelerinde ilişkinin gidişatına dair önemli ipuçlarını gözlemledik. Her kahvaltıda muhakkak bir tartışma yaşandı taraflar arasında. Kah Alma ve Reynolds arasında, kah Cyril ve Reynolds ya da Alma ve Cyril arasında. Reynolds’un daha önceki kız arkadaşını boş boş oturduğu için göndermenin yollarını ortaya atan Cyril, Alma’yı sevdiğini açıkça belirtiyordu kardeşine. Biraz da onun desteğiyle ilişkileri ayakta kaldı. Kimi zaman çok belli etmeden Cyril’le Alma bir olup bir cephe oluşturdular Reynolds’a karşı. Bu gizli pakt yüzünden ateşler içinde sayıklayan bir çocuk gibi şikayet edip durdu Reynolds, Alma’yı Cyril’e. Ama yine de avcısının kendi elleriyle hazırladığı zehirli yemeği bile bile yedi. Zehirleneceğini, hatta öleceğini bile bile yaptı bunu. Bir çeşit arınma, yeniden aşık olma, hastalıkta ve en zor zamanlarında sahiplenilmenin verdiği güven, belki de bilincini kaybettiğinde gelen annesini görme ümidiyle yaptı tekrar ve daha da yapacak gibi görünüyor ne zaman ilişkileri tıkansa, ne zaman Alma’dan bıksa, sıkılsa ve de nefes alabildiği ve vücudu zehiri kaldırdığı sürece. Zehir ve panzehrin bir metafor olarak bir filmde bu kadar iyi kullanılabileceğine şahit oldum ilk defa. “Kim Korkar Hain Kurttan” ve “Kış Uykusu”nu anımsattı ara ara. Yılbaşı balosunda yaşananlar ve Daniel Day Lewis’in bile bile Alma’nın elleriyle hazırladığı zehirli mantarlı omletinden yediği sahneler hala aklımda. Bir de ruj sahnesi var filmin başlarında, ilk çıktıkları akşam yemeğinde. Başta Daniel Day Lewis olmak üzere, Cyril rolüyle Lesley Manville ve Alma rolünde Vicky Krieps son derece başarılı idiler bulundukları her karede. O, bu, şu derken ne Churchill rolünde Gary Oldman, ne yeniyetme Timothee Chalamet var aklımda Oscarlar’da en iyi aktör dalında ödülü kucaklamasını istediğim. Aklım fikrim bu uzun, ince, nazik ve “Phantom Thread” ile jübilesini yaptığını söyleyen İngiliz aktör de. Yaşayan en iyi aktördür benim açımdan.
Emeğinize sağlık👏
BeğenBeğen
👌👏👏💓
BeğenBeğen