DESTROYER :
“Başarılı insanlar ne yapar biliyor musun Dedektif Bell? Atlatırlar. Hayatlarına devam ederler, bir şeyler inşa ederler.” DiFranco
“-Pis hayatımdan bir tane doğru bir şey çıksın.” Erin Bell
“-O şey ben olabilirdim.” Ethan
”Yorgunum Chris. Bütün hayatımı kavga etmekle, kıskançlıkla, açlıkla ve korkuyla geçirdim. Bir günümüzü bunun dışında yaşamak istiyorum sadece. Erin Bell
GİRİŞ :
2000 yapımı Girlfight’ın yazar ve yönetmeni Karyn Kusama’nın son filmi “Destroyer”. Hem Kusama’nın hem de Michelle Rodriguez’in ilk sinema deneyimi olan Girlfight, her iki ismin de adını geniş kitlelere duyurmasını sağlamış ve zamanında Rodriguez’i Rodriguez yapan film olarak anılmış, hala daha da anılmaktadır. Nicole Kidman’ınsa buna ihtiyacı olduğu düşünülemez. Karyn Kusama ise arada birkaç büyük bütçeli film ve kimi dizilerin kimi bölümlerini çekerek yoluna devam etmiş, çekmiş olduğu tüm filmlerin başrolüne illa ki erkek gibi dövüşen bir kadın karakter yerleştirmiştir. Destroyer’da Kidman’ın canlandırdığı hayatının son günlerine tanık olduğumuz Erin Bell bile sıska vücuduyla dayak yemekten olduğu kadar kadın erkek karşısına çıkan kim var kim yoksa, kah yumruk kah silahla girişmekten geri durmuyor. Mosmor karnı, azap çeken ruhu, susturamadığı vicdanı, alkolden haşatı çıkmış zar zor sürüyerek taşıdığı bedenine rağmen kanının son damlasına kadar içiyor ve mücadele ediyor düşmanlarıyla. Böyle bir kadın karakterin yine kadın bir yönetmenin eline teslim edildiğini gördüğünüzde içiniz rahat ediyor(benim için öyle oldu en azından ve bunun adı feminizm olmuyor, ben de feminist olmuyorum, değilim de zaten).
Bir ara Hollywood’da kendilerine uygun rol bulmakta güçlük çeken kadın oyuncular, özellikle son yıllarda erkeklerden hem daha güçlü hem de daha nitelikli rollerle çıkıyorlar karşımıza. Bu sene izlediğim pek çok harika rolün kahramanları hep kadınlardı. The Favourite’in kadın oyuncuları ayrı ayrı göz doldurdular, İskoçya Kraliçesi Mary’de kah Margot Robbie, kah Saoirse Ronan, Sokağın Dili Olsa’nın siyahi ekibi, Widows’un bütün widow’ları, Can You Ever Forgive Me’nin Melissa McCarthy’si, A Private War’un Rosamund Pike’ı, emektar Glenn Close, başka başka Dakota Johnson, Claire Foy, Penelope Cruz, Toni Collette, Cold War’dan Joanna Kulig, Roma’nın Yalitza Aparicio’su ve adını saymayı unutmuş olabileceğim pek çok kadın oyuncudan unutulmaz karekterler ve kareler kaldı geriye. Kimi kurgu karakterini yoktan var etti, kiminin bol bol gözlem şansı oldu. Son olarak izlediğim Nicole Kidman’da The Hours’dakine benzer bir makyaj ve korkunç bir vicdan azabıyla çıkıyor karşımıza. Çok çok acı çeken bir ruhu çok derine inmeden, Rus edebiyatından alıntılamadan, süslü kelimeler kullanmadan, son on altı yılının her dakikasını omuzlarında ağır bir yükle, aşamadığı acı gerçeklerle, bir başkasının üzerine atmasının mümkün olmadığı hatasını üstlenmeye çalışırken alkolden medet umarak geçiren çökmüş, bitmiş bir kadının hayatını nasıl bozuk para gibi harcadığına tanık oluyoruz. Erin Bell için, Erin Bell adına üzülerek filmin sonunu getiriyoruz. İşin tuhafı onu seven ki buna kendisi de dahil, kimsesi yok etrafında. Ne iş arkadaşlarına karşı sevecen, ne de ailesine. Kızı serseri sevgilisiyle olmayı, üvey babasıyla beraber yaşamayı annesiyle bir arada durmaya yeğliyor. Anne kız anlaşamıyorlar, kocası Ethan iyi bir adam olsa da huzursuz Erin onunla da bir arada duramamış. Sakladıkları bir sırları var ve kızları Shelby’nin bile annesinin garipliklerine anlam yükleyebileceği kadar bilgisi yok.
Bir daha karşılıklı diaylog yazmayacağım desem de, bu sözümü tutmuyorum. Ve bu defa çok çok karanlık bir diyalog hazırladım size, filmin ve Erin’in ruhuna uygun olsun diye. Bu iki karakterden A kişisi kadın, evli ve evde işler yolunda gitmiyor bir süreden beri(belki de ezelden beri) ve bu da onu iyice gergin yapıyor. B kişisiyse onunla ve hayatın pek çok yüküyle baş etmeye çalışan yalnız bir adam. Kadın içmeye başlamış bile.
A – İster misin sen de?
B – Hayır.
A – İyi.
B – Erken kalkacaksın, unutma!
A – Hatırlattığın iyi oldu.
B – İyiliğin için söylüyorum. Çok içme.
A – Öffff…şu saatten sonra ne iyiliği olabilir ki? Saçma sapan bir evlilik yapan bir çocuk yetiştirdik. Eğitimini, kariyerini pul gibi harcadı. Diğeriyse arkadaşlarıyla yaşamaya başladı. Annem trafik kazasında öldü. Babam kanserden. Seninkiler zaten hiç yoklardı. Başıboş başıboş dolaşıyoruz farknda olmasak da. Başımızda bir büyük kalmadı, küçükler de kaçtı. Kimse bize dayanamıyor. Ölerek ya, ya da kaçarak çıkıyorlar hayatımızdan.
B – Kader denen bir şey var. Çocuklarımızsa birer birey. Kendi kararlarını kendileri verecek yaştalar ve…
A – Bunu yutabiliyorsan, bravo doğrusu. Kahretsin. Çok boktan gidiyor her şey. Beş para etmez adamlarla çalışmak zorundayım. Ve de dedikoducu salak kadınlarla.
B – Emeklilik yaşın geldi. Ol kurtul.
A – Ya sonra?
B – Ne bileyim, emeklilerin yaptığı şeyleri yaparsın. Kurslara yazılırsın…
A – Kağıt katlayıp, boncuk mu dizerim? Tabiatıma ters.
B – Fotoğrafçılık kursuna gidersin. Tüm emekliler ellerinde kamera sokak sokak dolaşıp duruyorlar fotoğraf çekeceğiz diye. Hobisi olan adamdan zarar gelmez kimseye.
A – Kendimi insanlara ispat etmek için çok yaşlıyım. Sosyal medyada paylaşım için yapıyorlar bunu. Benim insan ilişkilerim orada da kötü. Dayanamıyorum.
B – Böyle yaşanmaz ki. Dayandığın bir şey var mı?
A – Yok ama önce insanlara tahammülüm yok. Anlamıyor musun ben insan sevmiyorum.
B – Ben neyim?
A – Seni sevmek zorunda değilim(duraksar)…artık.
B – Bir zamanlar sevmiş olabilirsin demek bu. Bir ihtimal var yani. Kendi hakkındaki önyargını kendin çürüttün bak böyle demiş olmakla.
A – Ben iştekilerden bahsediyorum. Yeni gelen kız tepeden inme. Haftanın her günü mini etek giyiyor. Hiç durmadan böbürleniyor. Kendini dünyanın efendisi sanıyor ama o hokka burnu o kadar az sürtünmüş ki. Zaten etrafımda burnu geçim derdi dışında sürtünmeyen o kadar az insan var ki…gençlere söz geçirilmiyor, bu yüzden onlarla konuşulmuyor, konuşunca saçmalıyor, hadlerini bilmiyorlar. Tek sevdiğim Sevda var. Neden, biliyor musun? Çünkü trafik kazasında ölmüş biricik oğlu. Ve bu durum o bunu bilmese de bizi eşitliyor. Onun tek çocuğu ölerek, bizimkiler kaçarak çıkmışlar hayatımızdan. Kocasıyla birbirlerine bakmaya dayanamayıp boşanmışlar. Fakat onunla da sohbet sorun. Onu kırmamak adına bağlaçları bile seçmek zorunda kalıyorum. Sonra süslü Neriman var ve süslü sıfatını kendine yakıştıran kendisi. Belki on defa sağlık izni aldı, her defasında farklı bir suratla geldi. Estetikten tanınmaz hale geldi. İtiraf da etti. Tüm estetikçilerin sayfalarını takip ediyormuş. En korkuncu da iki kara tombul solucan konmuşa benzeyen kaşları. Otururken burun deliklerini izliyorum. O burun kaç defa kırıldı ben bilmiyorum. Düşmesinden korkuyorum.
B – Hiç mi kafa dengin yok?
A – O aptalların denkliğinden bana ne?
B – Kimseyi beğenmiyorsun tıpkı bizi de beğenmediğin gibi.
A – Neden duruyorsun madem?
B – Çünkü yirmi beş yıldır evliyiz ve senden ve şu hırgürsüz gün görmediğim hayatımızdan daha iyisini var olsa bile ben düşünemiyorum.
A – Belki de düşünmeliyiz bundan böyle. Hesap vermekten bıktım.
B – Sana ne zaman hesap sordum? Baktım ki lafa söze gelmedin, kendi bildiğini okudun, peşini bıraktım ben de.
A – Hiç yeterince asıldın mı hayatımıza?
B – Hiçbir şey yapmadım öyle mi?
A – Kendin itiraf ettin şimdi. Bıraktım dedin. Her konuda yalnızdım.
B – Başarısızdım, öyle mi?
A – Hep aksi göründün dışardan. İyi adam, müşfik bir baba, sadık koca…öyle olunca benim ne hissettiğimin ne önemi vardı? En kolay yola kaçtın, beni de alet ettin ucuz numarana. Sen hep iyiydin, bense lanet bir cadı.
B – Mutsuzluğunu bana mal ediyorsun. Bu adil değil. Asıl sen adil dövüşmüyorsun.
A – Mutsuzluğumuzu!
B – Benim bir şikayetim yok ki kadın. Anlamıyorsun.
A – Benimse çok, öyle mi?
B – Elinde olanlarla yetinmesini bilmedin hiçbir zaman.
A – Tecavüz bebeğini doğuran bendim. Sen değil ve o da şimdi bana düşman.
B – Sevgini gösterip, çocuğu her fırsatta iğnelemesen, seni de severdi. Bak beni bile sevdi. Kardeşiyle de iyi. Ben ki onun öz babası bile değilim. Babasının kim olduğunu bilmesine gerek var mı?
A – Zaten bilemez. Ben de bilmiyorum. Tek bir kişi değildi(son cümleyi fısıltıyla söyler).
B – Bunu yirmi beş yol sonra itiraf ediyorsun…nasıl yaşadın bu gerçekle bunca yıl?
A – Çünkü bu da benim gerçeğimdi.
B – Neden hiç konuşmadın kadın?
A – Aynı mahalledendik. Beraber büyümüştük ve ben çok korkmuştum. Yetimliğimden utanmıştım. Babasızlıktan olduğunu sanmıştım. O çocukların hepsinin bir babası vardı.
B – Bu yüzden de benimle evlendin. Yaşlıydım senden, hiçbir özelliğim yoktu. Babsız çocuk büyütmen ve kendi ayakların üzerinde durma gayretin bütün o soğuk ve mesafeli duruşuna rağmen aklımı çelmişti. Yalnız kalmana gönlüm razı olmadı.
A – Merhametin için teşekkür ederim.
B – Merhametim sadakam değildi. İçimden öyle geldi, öyle yaptım. Ama sen insanı pişman ettin. Her zaman olduğu gibi. Allah…
A – Allah’ın beni cezalandırmasından bıktım.
B – Kişisel bir şey olduğunu sanmıyorum.
A – Ben sanıyorum. Trajedileri akşam yemeğine ne yapacağını düşünmek olan bütün o kadınları düşündükçe sinir oluyorum. Turla nereyi gezeceklerini düşünmekten başka bir düşünceleri olmayan tüm o çiftler de bu gruba dahil.
B – Bizim yaşımızdakiler böyle şeyler yapıyor da ondan. Biz de normal olabilirdik. Olmasak da öyle görünebilirdik.
A – Çünkü ben insanlarla geçinemiyorum. Biz de ondan bu haldeyiz. Kendimle geçinemezken, mutlu görünmeye çalışan çiftlerle hiç geçinemiyorum. Kahretsin kendi çocuğumla bile geçinemedim. Onu kendimden uzaklaştırdım. Kaçarak kurtuldu. Oğlum benden kaçtı. Belki de biliyordu. Bir şekilde. Senin oğlun olmadığını. Onu ne sıkıntıyla doğurdumu! Onun için nelere katlanmak zorunda olduğumu! Büyüdüktn sonra yüzüne her baktığımda ne göreceğimi bilememekten duyduğum korkuyu. Oğlum bana hiç benzemiyor. Lanet olsun.
B – Yirmi beş yıl. Fırtına geçti, artık sığındığın limandan çıkabilirsin. Ben de bu geminin miçosu olmaktan bıktım. Piyango neden bana vurdu, onu da bilmiyorum ama hiçbir zaman senin kadar sorgulamadım hayatı. Yaşadıkların korkunç olabilir ama atlatmalıydın. Hepimizi mutsuz etmekten başka ne geçti eline? Bunun için Allah’ı, iş arkadaşlarını…kısace bütün dünyayı suçlamaktan vazgeç artık. Gerzek olduğunu düşündüğün akrabalarımızı da suçlama. Seninle yaşamak nasıl bir şey hiç düşündün mü? Bir buzdolabıyla yatağa giriyorum her gün. Sevmiyorsan, idare etmek zorunda da değilsin. Hiçbir zaman da değildin. Çıkarına öyle geldi çünkü.
A – Sevmedim evet. Benim yaşadıklarımı yaşayan birine sevgiden bahsetme. Ben sana güvendim. O adamlar evlendi. Karıları doğurdu. Hani nerde adalet?
B – Daha görmedin. Bilmiyorsun ne çektiklerini.
A – Avutmuyor. Avunamıyorum. Tesellisi yok bunun.
B – Ne yapalım silaha mı sarılalım, tetikçi mi tutalım. Şu saatten sonra ne istiyorsun?
A – Çektiklerini bilmek. Hayatın burunlarından fitil fitil getirdiğini görmek. İlahi adalet. Sosyal medya hesapları bile var. Demek ki utanmıyorlar. Bense senin dışında bana bakan bir erkek gördüğümde utandım her zaman. Çocuklarının öldüğünü, karılarının onları en yakın arkadaşlarıyla aldattığını ve insan içine çıkamadıklarını bilmeliyim. En korkuncundan deri hastalıklarına tutulmalılar ve de amansız hastalıklara. Gözleri akmalı, insanlar onlardan tiksinmeli…ama bu hiçbir zaman olmayacak, değil mi? Ben kendimi tükettiğimle kalacağım. Hani adalet? Nerde adalet?
Bu tartışma sabaha dek sürer. İnsanlar aşamadıkları bir geçmişleri, yaşanmış felaketleri, alınamamış intikamları olduğunda gece gündüz onunla didişir, hem kendilerini hem çevrelerindekileri tüketirler. İyisi mi hayatla barışmak(yaşam koçluğu husussunda emin adımlarla ilerliyorum, hayatınızı karartmamı istiyorsanız kapım hepinize açık). Barışmayı başarmaksa zaman, sabır, sükunet, bol bol da tefekkür istiyor. Bence mi, ben pesimistlerdenim. Yaşananların telafisi yok bence.
NICOLE KIDMAN’ın ÇOCUKLARININ İZLEMESİNE İZİN VERMEDİĞİ FİLMDE NE VAR BU KADAR?
Kurumuş gitmiş ve zaten kısa bir süre sonra da ciddi ciddi gidecek olan bir karakteri canlandırıyor Kidman. Fiziksel değişim isteyen, aynı zamanda ruhsal olarak da çok yıpratıcı olabilecek bu rolün altından kolaylıkla kalkmış yetenekli ve zarif oyuncu. Onu yıllar sonra her görenin yaşlanmışsın, çökmüşsün diyeceği bir halde, yarı hortlamışlar gibi geziyor ortalıkta. Öyle hastalıklı görünüyor ki! Ve tüm mücadeleyi veren bu yıpranmış beden. Ruhunun sükunete kavuşmasını bekliyoruz ve bu durum kimi ruhlar için ölmeden mümkün olmuyor. LAPD dedektifi Erin Bell’in bir türlü atlatamadığı geçmişinin hikayesi anlatılmakta. Bir yandan da beklenen son ağır ağır geliyor. Hayatla kavgalı, insanlarla barışık olmayan Erin bir zarfın içinde gelen boyalı parayla, geçmişin hayaletlerini kovalamak üzere mücadele etmeye başlıyor. Bir cinayet vakasının telsiz anonsu geçtiğinde, hiç istenmediği halde vakanın başına geçiyor. Ya katili biliyorsam dedikten sonra, orta parmak işareti yaparak suç mahallini terk ediyor. Meslektaşlarıysa onu görür görmez cin çarpmış gibi oluyorlar. Erin Bell, cinayet mahalli bile olsa, ortamların aranan ismi değil anlaşılan.
Filmin en akıllıca kotarılmış tarafı, yakın geçmişe gidişin izleyiciye hissettirilmemesi. Erin bundan üç ay önceki halinden farksız çünkü. Aynı sıskalık, makyajsız surat, üzerinden çıkarmadığı siyah deri ceket, kızarmış ve feri gitmiş gözlerle ortalıkta dolaşıp hır çıkardığından ne olduğunu anlayamıyorsunuz. Erin, ilk önce birkaç ayı kalmış, ölüm döşeğinde yatmakta olan Tony’nin yanına gidiyor. Ölüm döşeğindeki adamdan, göçmenlik bürosunda yasal danışmanlık veren Arturo’nun yerini öğreniyor. Arturo’dan para aklayan avukatı, onun sayesindeyse bağımlı Petra’yı ve nihayet zamanında yapılan soygunun lideri Silas’ın yerini öğreniyor. Flashback’lerle gittiğimiz on altı yıl öncesinde yaşananlardan öğrendiğimiz kadarıyla Silas’ın kolaylıkla psikopatlaşabilen, gözükara bir çete lideri olduğunu görüyoruz. Gizli görevle Chris’in kız arkadaşı olarak çetenin arasına giren Erin’in karakterinin gizli kalmış yanlarını görüp söylediği anlarda, bir çeşit kahin gibi konuşuyor ateşin başında ve diyor ki ona; “Şu surata bak. Ufak köpek aç. Yalancısın. Kullanıcısın. Güçlü olmak, tanınmak, görülmek istiyorsun. Ama istediğini yapamazsın. Çünkü biri seni görecek ve sen istediğin şeyi yaparken cezalandırılacaksın. Bir iyi bir kötü haberim var. Hiç kimsenin izlediği yok.” Erin’in hırsını görüyor Silas ve gerçekten de bu hırs genç kadının dönülemez bir hatanın yükünü son nefesine kadar taşımasına neden oluyor. Erin canlı bir cenaze adeta. Zamanı geriye alabilmesi mümkün olmayan Erin, her yapığının sorumluluğunu taşıyor. Psikoloğa giden kızı Shelby, çocukluğuna dair iyi bir anısı anlatılsın istendiğinde tipi altında bir gün boyunca nasıl kaybolduklarını anlatıyor. Bir yandan güven duyduğu annesi sayesinde korkmazken, diğer yandan ayağında kar suyundan ıslanmış spor ayakkabılarla, dağda tek başına, üstelik çok kötü bir havada neden bulunduklarını çözmeye çalışıyor. Neden, çünkü annesi bilinçaltında kendini cezalandırıyor ve o kadar büyük bir vicdan azabı duyduğu ki, yollara hatta dağlara vuruyor kendisini. Çılgınca şeyler yapıyor ve bu yaptıklarını düşünemeyecek durumda. On altı yılda insan hiç mi aşamaz, unutmasa da set çekip yeni bir düzen kuramaz? Demek ki kuramıyor, kurulmuyor o düzen. Sevdiği adamın ve hiç tanımadığı masum bir banka memurunun ölümüne engel olabileceğin halde olamamışsan, aşılmıyor demek ki bazı şeyler on altı yıl geçse de üzerinden.
SON SÖZ : Yine bir kadın oyuncunun fena halde oynamak isteyeceği bir rolle çıkıyor izleyicinin karşısına Nicole Kidman. Sebastian Stan’le de fena halde uyumlu bir kimyaları var. Genel olarak çok beğendiğim ve önemsediğim bir film oldu. Büyük iddialarla yola çıkmış olmasa da, gören gözlerin gözardı etmeyeceklerinden eminim. İzleyin mutlaka. Asabınızı bozmayı başaracak her halükarda. Pişmanlıklar içinde yanıp tutuşan bir karakterin on altı yıl boyunca nasıl hırpalandığını ve neye dönüştüğünü gördük. O çok istediği paraya kavuştuğu halde, bunca zaman zarfında elini sürmemişti bile. Edebiyatta kadınları en iyi anlatanlar erkeklerdir derler. Sinemada durum farklı bundan böyle. Fırsat verildiği takdirde, kadınlar kadınları en iyi anlatıyor beyazperdede. Hırsın, intikamın ve vicdan meselesinin karakterlerin ağzından düşmediği düşünülürse, söyleyeceği çok şey var bu filmin bize, insan olmak üzerine.
Bir Cevap Yazın