BURNING :
“İki tür aç insan vardır. Küçük açlık ve büyük açlık çekenler. Küçük açlık fiziksel olarak acı çekmektir. Büyük açlıksa insanın hayatın anlamına karşı çektiği açlıktır. Neden yaşıyoruz, hayatın anlamı nedir gibi şeyleri araştıran insan gerçekten açtır.” Hae-mi
“En iyi gün bugün olabilir.” Hae-mi
GİRİŞ :
Güney Kore’ye uzanıyoruz. Yönetmen koltuğunda Lee Chang-dong var. Senaryosunun uyarlandığı hikayenin yaratıcısı olaraksa Haruki Murakami. Yönetmenin 2010 yılında çekmiş olduğu Poetry’nin başarısından tam sekiz yıl sonra bu projeyle karşımıza çıkmış olması da elbette ki beklentilerimizi arttırıyor. En azından Peotry’e hayran olmuş olan benim. Film Cannes’da yarışmıştı bu sene. Büyük ödüle uzanamadan dönmüş olmakla birlikte, burada beni asıl ilgilendiren mevzuysa projenin varlığından haberdar olduğum andan itibaren Murakami’nin izlerini ekranda görüp görmeyeceğimdi. Bu hususta filmi ne ölçüde başarılı bulduğumu yazımın ilerleyen satırlarında sizlerle paylaşacağım. Ya da sizleri daha fazla merakta bırakmadan çala kalem yazacağım. Bakalım hangisini gerçekleştireceğim! Bir kez filmin sabır isteyen bir süresi var. Yaklaşık iki buçuk saatlik zaman zarfında hakkını ağır ağır veren bir gidişatla baş başa kalıyorsunuz ve zaman zaman yönetmen aklınızı başınızdan alıyor. Metnin başarısını tartışma şansım yok çünkü okumadım. Okusaydım eğer çok başka türlü olabilirdi her şey. Öte yandan filmin, uyarlandığı kitap ya da hikayeden bağımsız olması kanısındayım. Ama üzerine basa basa söyleyeyim Murakami’nin havasının sirayet ettiği pek çok anı barındırıyor film. En son “Sputnik Sevgilim”ini okuduğum ve hem genel hem de geleneksel olarak takipçisi olduğum yazarın isminin heyecanıyla öncelikli olarak ekran karşısına geçtiğimi de belirteyim son bir defa.
“9 1/2 Hafta”yı anlatıyorum gibi olacak ama filmde yer alan erotizm içeren sahneleri son derece başarılı buldum. Bu arada yaşım yüzünden vermiş olduğum erotik film örneğimin de son derece demode olduğunun farkına varabildim. “Grinin Bir Milyon Rengi”, “Daha Daha Bin Milyon Rengi” olabilirdi muadili. Ama inanın “9 1/2 Hafta” hepsinden iyi. Her neyse konumuz Burning ve filmin uyarlandığı öykü Barn Burning ilk defasında The New Yorker’da yayınlanmış. Sene 1992, aylardan ekim, yazarın yaşı kırk üç imiş. Sonra da “The Elephant Vanishes” adındaki kitabının içinde yer alan on yedi hikayesinden biri olmuş. Murakami’nin öyküsünün isim babasıysa filmde bahsi sıkça geçen William Faulkner’in aynı adlı hikayesi imiş. Bu kadarcık ön bilgiden sonra gelelim filmimize.
YANIYOR YANIYOR :
Kız ve oğlan karşılaşır. Biri çekingen, diğeriyse dışa dönüktür. Biri karamsar, diğeri hayat doludur. Elbette ki dışa dönük olan ilk hamleyi gerçekleştirir. Küçükken aynı kasabada yaşamış olduklarından girer, yakın zamanda estetik ameliyat olup güzelleştiğinden çıkar. Kız tarafından bahsediyorum, yani Hae-mi’den. Okulu bitirmiş, bir mağazada part-time çalışmaktadır. Yazar olmak isteyen, bir roman yazdığını söyleyen Lee Jong-su ile bir şeyler içip ona yakın gelecek planlarından bahseder tüm tatlılığıyla. Afrika’ya gidecek ve hayatın anlamını arayacaktır. Genç kız genç oğlanı günde yalnızca bir kez güneş ışığının girdiği evine davet eder. Ortaokul boyunca onun yüzüne sarf ettiği tek cümleyi hatırlatıverir tüm doğallığıyla: “Sen çirkinsin!” Sonra da yabancı geldiğinde kendini saklayan kedisini ona emanet eder genç kız. Evim dediği odasının anahtarını da. Sonra da kız oğlanı baştan çıkarır ve sevişirler. Ve kız Afrika’ya gider. Oğlan da kendi problemlerine gömülür. Aklıysa kızdadır. Kamu görevlisini darp etmekten tutuklanan, çiftçilik yapan, savaş gazisi babasının duruşmasına katılır. Aynı zamanda babasının en iyi arkadaşı olan adam avukatlığını üstlenmiştir. Sınıf birincisi olan babasının kendi tercihiyle hayvancılığa başladığını öğreniriz arkadaşından. Jong-su ile beraber evindeki bıçak koleksiyonunun varlığını keşfederiz. Evi kırsal bir bölgede, Kuzey Kore sınırındadır. Uzaktan askeri anons sesleri duyulur. Komşularından öğrendiği kadarıyla babası hiç de öyle dost ve komşu canlısı değildir. Münzevi bir hayat yaşamaktadır. Jong-su’nun annesinin onu ve kocasını terk edişinin üzerinden yıllar geçmiştir. Kabahat babasındadır. Kendisinden çok şey beklenen adam savaş görüp, çiftçiliği tercih edince asi ve geçimsiz bir bireye dönüşmüştür hayatta.
Hae-mi’nin gidişinin ardından ona karşı duyduğu özlem bir gün bir telefonla son bulur. Genç kız ondan kendisini havalimanında karşılamasını istemektedir. Gittiğinde onu beklemekte olan Ben isminde bir sürpriz vardır. Jong-su Ben’i, Fiztgerald’ın muhteşem kahramanı Gatsby’e benzetir. Her manada sofistike bir hayat yaşayan ve ondan sadece altı yedi yaş büyük olan Ben altında Porsche’si, lüks apartman katı dairesi, gurme zevkleri ve yurtdışı seyahatleri için kaynağı belirsiz kaynaklardan beslene dursun, orta alt gelire sahip Jong-su’nun kıskançlığına mazhar olmuştur çoktan. Kısa bir zaman içinde de Jong-su’nun içten içe ve alttan alta(nasıl ama) rakibi olarak gördüğü genç adama karşı beslediği kıskançlığı artık düşmanlığa doğru evrilmektedir. Onu Hae-mi’den ve yaşamın kendisine değil de Ben’e sağladığı konfordan ötürü kıskanmaktadır. Oysa ki Ben’in de karanlık tarafları vardır. Seraları yakmak yani kundakçılık en büyük tutkusudur. Terk edilmiş, çirkin görünen, göze batan seraları yakmaktan zevk alır. Bu arada Hae-mi bir kez daha ortadan kaybolur. Ben, onun göründüğünden de yalnız olduğunu, beş parasız ailesiz ve arkadaşsız olduğunu söyler Jong-su’ya. Üstelik bu dünyada güvendiği tek insan Jong-su’dur. Bir zamanlar evinin bitişiğindeki kuyuya düşen Hae-mi’yi Jong-su kurtarmıştır. O zamanlar henüz daha yedi yaşlarındalarmış.
Bundan sonra neler olduğuna gelince işte Murakami orada dilleniyor. Herkes birbirinin içindeki dipsiz kuyuda kayboluyor. Kaçan kurtuluyor, kaçamayan bıçak darbelerine maruz kalıyor, metafor metaforu takip ediyor, tüm hikayenin klişeye kaçmadan ve yaslanmadan sadece ve sadece koşan bir çocuğun kafasının içindeki yazarlık hevesinden, tutunduğu hayallerden, yarattığı karakterlerden, yalnızlıktan, özlemini çektiği kız arkadaş yoksunluğundan kaynaklandığını ve dananın ağzının sonunda bağlandığını görüyoruz. Hala ne tür bir roman yazdığının bilincinde olmayan, kafası karışık yazar adayının gizem arayışının olmak istediği kişi Ben’de, beraber olmak istediği kız Hae-mi’de vücut bulmasını takiben, ıssızlığında boğulan bir Jong-su kalıyor geride. Murakami’nin karanlık bir çağına denk gelmiş bir hikaye karşımızdaki ama maharetli bir yönetmenin elinde, dilinden anlayacak seyircisine amade. Zordu ama güzeldi özetle. Yandık kavrulduk içten içe.
Bir Cevap Yazın