DÜNYANIN UZAK UCU, DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : CANCUN, CHICHEN ITZA ve ALFREDO

20181105_181315-01

DÜNYANIN UZAK UCU, DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : CANCUN, CHICHEN ITZA ve ALFREDO

GİRİŞ :

Çok uzun sürmeyeceğini düşündüğüm bir uçak yolculuğu sonrası Mexico City’den mecazi olmayan anlamda yükselerek Yucatan Yarım Adası’nın kuzeydoğusunda yer alan Cancun’a varacağımı umuyorum. Havaalanında vakit geçirmeye çalışıyorum. Geçirebiliyorum da. Karayipler’e kıyısı olan Cancun’u ise aşağı yukarı hayal edebiliyorum. Lüks otellerin sahillerini süslediği deniz kum güneş cenneti bir sahil şeridiyle karşılaşmayı umuyorum. Bir nevi Antalya, Kemer. Nihayet Karayipler’de denize girebileceğim. Palmiyeler, yüksek ağaçlar, zenginler ve hem zenginlerden hem zenginliklerden beslenenler. Havaalanına indiğiniz anda yalnız gelir düzeyinin değil, eğitim seviyesinin de yükseldiğini anlıyorsunuz. Mis gibi bir havaalanınca sarılıp sarmalanıyorsunuz. Akvaryumun içinde yürüyorsunuz hissi veriyor ortam, tuvaletleri de pırıl pırıl. İngilizce konuşabilecek birilerini kolaylıkla buluyorsunuz. Genel olarak her yer turist. Geniş bulvarlarında karşıdan karşıya geçerken aynı yüksek gelire sahip araç sahiplerinin hızlı giden araçlarının altında kalmamak içinse özel bir çaba sarf etmeniz gerekiyor. Hiç durmadan çalışan ring otobüsleri hiç durmadan müşteri kovalıyorlar. Size korna çalmalarının nedeni ise para kazanmak. Başlarda alınsam da bir süre sonra umursamaz oluyorum. Öyle ki gittiğimin ilk akşamı neşeli otobüs şoförleriyle sohbet etmek eğlenceli bile oluyor. Herkes sarhoş diye işaret ediyor bir tanesi. Gerçekten de öyle. Hava güzel, ortam nezih, Florida’dan gelen Amerikalı turistlerle durakta hiç durmadan gülüyoruz. Kimse neye güldüğünü bilmiyor. Kadınlar bayılacaklar gülmekten. Ben az evvel yine yemeklerini sevmediğimden aç karnına içtiğim şaraplardan çok güzelim. Şoförler ayık ve onlar da gülenle gülüyorlar. Keşke bir otobüse binseydim diyorum içimden. Daha çok gülerdim. Kalabalığız da. Kimsenin neden olduğunu bilmeden gülmesi güzel. Tek derdim bindiğim takdirde nereye gideceğimi bilemiyor olmak. Sırıta sırıta beş dakika mesafedeki otelime varıyorum. 

Baştan söyleyeyim ikinci gün aldığım Chichen Itza turu, Cancun’da kaldığım otel ve plajı dışında bir yer göremedim. Çarşısına bile inemedim. Çünkü vaktim yoktu, çünkü canım çarşı pazarında dolaşmak istemedi. Ne mi yaptım, bavuluma bir bikini bile koyamadığımdan otelin içindeki butikten kan kırmızısı bir bikini satın almak zorunda kaldım. Sonra da bir bira aldım ve sahilde içtim. Dev dalgalarının bikinilerin altını ve üstünü sevmeyen kollarınca bir saat boyunca sarıldım. Tabir-i caizse donumu toplamaktan sıkıldığım anda da deniz sefamı sonlandırdım. Sonra da bir kez olsun downtown’una inmeliydim diye kendi kendime hayıflandım durdum. Fakat söyledim ya, inmedim.

20181105_210143-01

20181105_233359-01

Chichen Itza turunu nasıl satın aldığımla başlayalım önce. Sahilde satış yapan bir Meksikalı’dan aldım. Bir miktar kapora karşılığında sabahın köründe buluşmak üzere randevulaştık. Önümde bir akşam var sadece. 1984 yılı yapımı Against All Odds burada Cancun’da ve Chichen Itza’da çekilmişti. Düşük imdb puanlı bir filmle vakit geçirmek istemiyorum diyorsanız eğer, fimle aynı adı taşıyan ve Phil Collins’in seslendirdiği şarkının klibinde de var Cancun ve Chicken Itza. Filmin çekilmiş olduğu tarihten 33 yıl, benim filmi izlediğim tarihten aşağı yukarı otuz yıl, burada bulunma isteğimden de 15 yıl sonra, yani yarın Chichen Itza’da olacağım. Heyecandan öte şeyler hissediyorum yarına dair. Tur satın aldığım için nasıl gideceğim derdim de olmadığından Cancun’da bile derin derin düşünmeme neden olacak şeylerin içinde boğulmak üzere başlıyorum kendimi sorgulamaya. Ne derler hani, geçmişin de gelir seninle ve sen nereye o oraya. Taşıyorum onu sırtımda gücüm yettiği kadar. Yetmediğinde de içiyorum bolca.

GELİŞME ya da GELİŞEMEME :

Hiç uyumadım. Hiç ama. Bu yüzden de kolay oluyor sabahın köründe kalkıp duş almak. Duş almazsam günü bitiremeyecekmişim gibi geliyor. Ya da hiç başlayamayacakmış gibi. Kahvaltı edecek fırsatım yok. Otelin önüne çıktığımda bir minivan var beni bekleyen. İsmimi telaffuz edemeyen görevli ile maceramız başlıyor. Otel otel gezdirildikten sonra, en nihayet koca bir otobüsün içinde buluyorum kendimi. Gelenler Meksikalı ya da İspanyolca konuşan ülkelerden gelmişler. Bizi bizimki gibi onlarca otobüsün bulunduğu toplama kampı gibi bir yere getiriyorlar. Burada sıraya girin, sıra size gelince kalan ücretlerinizi ödeyin ve on dakika sonra da otobüslerinize binin diyorlar. Nasıl yaptığımı anlamadan yapmayı başarıyorum. Kalan 450 pezoyu ödüyorum. Bir kız yaklaşıyor yanıma ve gideceğiniz yerde içecekler çok pahalı, bu yüzden size teklifimiz olan sınırsız içecek için para ödemeniz gerek diyor. Kabul dediğimde bir bileklik geçiriyorlar bileğime. Cüzdanımı açıyorum ve acı gerçekle yüzleşiyorum. Cüzdanımı kasaya bırakmış ve de yanıma çok az para almışım. Aaaa diyorum kıza, no money, I mean very very less money, take this diyorum. Noo diyor, yeeesss diyorum. Ne yapıp edip bileklikten kurtuluyorum. Görevliler edepsizliğim karşısında(napim çok çaresizdim), nereli olduğumu soruyorlar. Bulgaria diyorum. Ooooo diyorlar birbirlerine manidar bir bakış attıktan sonra. Ülkemi yalan atmak suretiyle en iyi şekilde temsil ettiğimi düşünüyorum. Bir an düşündüm ve Türkiye diyemedim. Sen onca yol gel, bileklikleri yırttır parasızlıktan. Öte yandan kartlarımı da bıraktığımı hatırlıyorum güvenli olsun diye ve de kredi kartlarımı da. Tanrım yanımda pasaportum bile yok. Dünyanın orta yerinde parasız pulsuz ne yapacağım ben gün boyunca? O kadar az param var ki cebimde. Dönsem, çıktım bir kez yola, dönemiyorum da.

20181106_193413-01

20181106_182626-01

Beni içecek almayan daha doğrusu alamayanların bindirildiği fakir otobüsüne layık görüyorlar. Rehber burada bekle diyor, sonra da nereli olduğumu soruyor. Az evvelki içecekçilerin duymayacağından emin olduğum anda Turkey diye fısıldıyorum. Uzakmış diyerek yanımdan ayrılıyor. Tuvalete gidiyorum fakat leş gibi. Yolda altıma yaptığım takdirde bile kendim için daha hayırlı olacağını düşünüyorum. Zaten fakir otobüsüne bindirilen toplama kampı sakinleriyiz. Sorun olmayacakmış gibi geliyor. Geçiyorum sırama. İnsanların Chichen Itza’ya giderken beraberlerinde götürdüklerine bakıyorum. Eli kolu dolu adamların poşetlerinin içinde neler yok k! Paket paket cipsler, kolalar, termoslar…bunlar daha çok piknik havasındalar diyorum. Sonra da mütevazı boyutlardaki sırt çantamın yani çıkınımın içinde olanları düşünüyorum. Bir küçük şişe yarılanmış su ve leblebi. Napim yani konserve filan mı taşısaydım yanımda? İşin kötüsü yiyecek ve su alacak param da yok. Bunları düşünmemeye çalışıyorum. Rehber beni öne oturtuyor. Nedenini sonradan anlıyorum. Bir Japon turist var genç bir çocuk Tokyo’dan gelmiş, bir Rus kız ve onun Kanada’dan geldiğini söyleyen ama Ermeni asıllı erkek arkadaşı, bir de ben varız İspanyolca’nın İ’sinden anlamayanlar olarak. Bizi önlere serpiştiriyor Alfredo Alfredo. Alfredo rehberimiz bu arada. Size ondan uzun uzun bahsedeceğim merak etmeyin. Çünkü buna değiyor her anlamda. 

Otobüsün ön sırası rehbere ait olduğundan ikinci sırada sağ tarafta bulunan ikili koltuğu kaplıyorum tek başıma. Benim hizamdaki tekli koltukta da bir hemcinsim var. O da yayıla yayıla oturuyor tek başına. Arjantinli. Alfredo başlıyor anlatmaya, önce İspanyolca, sonra İngilizce. O konuşurken ninni etkisi yapıyor sözleri ve göz kapaklarım kapanıyor. Uyuyacaksan arka tarafa geç diyor. Despotluğu da var yani. Yok mok diyorum, mok kısmından anlamıyor. Birkaç yudum su içiyorum. Malum suyum da az. Bir tuvalet molası veriyor ve Yucatan bölgesine doğru yola koyuluyoruz. Alfredo yol boyunca Mayalar’ı anlatıyor, takvimleri, gelmişleri, geçmişleri derken bana bakıyor ve ben de anlatarak para kazanıyorum diyor. Başarılı buluyorum onu. Sınır gibi bir yere geliyoruz, bir an aklıma Doğu ve Güneydoğu seyahatlerinde bolca yaşadığım jandarmanın yaptığı kimlik kontrolleri geliyor. Derhal panikliyor ve Alfredo’ya yanımda kimliğimin olmadığını söylüyorum can havliyle. O zaman diyor buradan direk ya Honduras ya Guatemala’ya gönderiyoruz sizi diyor. Sonra da kahkaha atıyor. Dünyanın en çok cinayet işlenen yerleri hep Kuzey Amerika’daymış, suç işleme oranının en yüksek olduğu yerleri anımsamaya çalışıyorum, sanıyorum buralardı. Konum olarak yakın, maddi olarak parasız da olunca insanın aklına kötü kötü şeyler geliyor. Kimseler yüzüme bakmayacaktır diye iç geçiriyorum. Lisan da bilmiyorum. Alfredo’nun işi başından aşkın, benimle mi uğraşsın? Kumruluktur çöküyor üzerime. Macera isteyen bana takılabilir rahatlıkla, yalnız başı boktan kurtulmayabilir bu arada. Sıradan bir hayattansa bir de bunu denemelerini tavsiye edeceğim buradan. Şartlarımsa şunlar olacaktır; beraberinizde getireceğiniz kısıtlı miktarda yiyecek ve su ve en önemlisi de daha fazlasını almanıza imkan vermeyecek miktarda çok az bir para, sizi tanımlayacak bir kimlik kartınız ya da pasaportunuzu kesinlikle yanınızda bulundurmamanız ve benim çıkartacağım hır sonrasında küsüp yollarımızı ayırıp benim uzaktan kıs kıs gülerek sizi takip etmem. Sonra barışırız gene. Ne olacak ki? Yıllarca anlatırsınız beni. Herkese. Unutulmayanınız olarak kalırım her şekilde. İnsanlar üzerinde yarattığım bir başka yıkıcı etki de bu olsa gerek.

20181106_174746-01

20181106_173546-01

20181106_172343-01

20181106_173414-01

Fakat bu durum benim parasız olduğum gerçeğini değiştirmiyor tabii. Nihayet karaya ayak basıyoruz. Leblebilerim de azalmış görünüyor. Valladolid’de ufak bir şehir turu atıyoruz. Kilisesi, parkı ve genel olarak tüm civarı sokak satıcılarıyla dolu. Turistik gezi amaçlı gelen çoğunluğun internette paylaştığı fotoğraflardaki satıcı kadını ve sakat arabası içindeki adamı görüyorum. Ya zaman durdu ya da benim kafam karıştı burada. Buradaki herkesi tanıyor gibiyim ya da daha önce izlediğim bir filmin tekrarı oynuyor karşımda. Benden bir şeyler satın almamı istiyorlar, diyorum ki benim durum daha feci. Alfredo ilerideki bir dükkanda satılan lezzetli çikolatalardan bahsediyor. Milliyetçi bir tavırla çikolata bizden çıkmıştır, sanılanın aksine İsveç’ten değil, biz kakao ve kahve diyarıyız diyor. Biz o inadı baklavada sürdürüyoruz hala demiyorum ama ara ara benim yanıma gelip tip tip laflar etmesi hoşuma gidiyor. O bilmiyor ama ben onun her sözünü aklıma yazıyorum. Fakat çikolata alacak param olmadığından kös kös geri dönüyorum. Kiliseyi geziyorum serbest zamanda, parkın içinde dolanıyor ve biraz fotoğraf çektikten sonra da hep beraber çılgınlar gibi otobüse doluşuyoruz. 

Yemek molası veriyoruz nihayet. Güneşin alnında ve hediyelik eşya dükkanının önünde tuhaf bir takım deneylere tabi tutuluyoruz. Tütsüler, kokular, kutsamalar filan derken mağazaya buyrun diyorlar. Allah’tan fakir tur, kimse bir şey almak istemiyor. Açız diyoruz Alfredo’ya. Daha Maya takvimine göre doğum haritanızı çıkartacağız diyor. Yanımda para yok, sonra veririm diyorum. Tamam diyor. Doğum haritama göre ne çıktığını sizinle sonra paylaşacağım ama şimdiden 300 pezo borç yapıyorum. Alfredo bizi restorana gönderiyor. Uzun uzun masalarda illa garsonun dediği yerlere oturtuluyoruz. Baş köşeye geç diyor, nasılsa yanıma kimse gelmeyeceğinden. Zirvede yalnızım. Herkes birbiriyle konuşurken, ben senfonilerini dinliyorum. Anlamıyorum ama yine de kendimi mutlu hissediyorum bilmediğim bir nedenden ötürü. Yanıma Hintli sandığım iki kız, diğer yanıma da karı koca sandığım bir çift oturuyor. Ben bu kutsal dörtlüyü açlık, susuzluk ve beynime işlemiş parasızlığımdan bir aile olarak hayal ededurayım, çiftlerin birbirinden bağımsız olduğunu öğreniyorum. Ama illa çift olduklarını. Bu işe en çok sevinen kişi anne figürüne yakıştırdığım kız oluyor. Sevgilisiyle aralarında bir hayli yaş farkı olduğunu tacoları yedikten sonra kavrıyorum. Diğer yanımda oturan kızlara nerelisiniz dediğimde Acapulco’luyuz diyorlar ve benim kardeş sandığım bu iki kızın da gay couple olduklarını anladığım anda yani dudaktan öpüştükleri ana denk geldiğimde Alfredo da bize şahitlik ediyor. Şaşırıyor ama umursamaz davranıyor.

Gelelim Maya yemeklerine. Domuz eti mi tavuk mu diye sorduklarında tereddütsüz tavuk desem de kokusu domuz etinden farksız olduğundan yiyemiyorum. Tatsız pirinç pilavı ve yeşil soslu makarnaları da yenmiyor. O korkunç fasulye sosları da ve de soğanlı sosları ki o en fecisiydi. Lahana salatası yenilebilinir ve haşlanmış karnabaharları da. Ama ben sonunda taco yiyerek kalkıyorum masadan. İçecek istiyorum, bir kola ve onunla yiyorum tacolarımı kös kös. Sofradakiler beni inceliyor. Ben de onlara tuhaf geliyorum. Sen okyanusu aş gel, hep aç kal. Bir şey yiyeme. Yanımdaki kızlar bir kolayı beraber içiyorlar, birkaç kişi daha var içecek isteyen. Onun dışında söylediğim gibi biz fakir bir turuz ve bahşiş filan bırakmadan masadan kalkılıyor. Kendimize göre bir şeyler bulunca yiyen, pahalı olduğu için bira söylemekten kaçınan bir cumhuriyet kurmuşuz kendimize. Fakat bu durum beni rahatsız etmiyor, bilakis memnun oluyorum. Natürel bir tablo çiziyoruz dışardan. Hem merak var işin içinde, hem de parasızlık. Gelmişiz buralara kadar. Tatlı da mı yoktu diyeceksiniz, vardı diyeceğim. Adı gibi “pelte”. Çantamda kayısı var mıydı diye düşünmeye başlıyorum. Malum leblebi, taco ve pepsi kola yedim içtim şu saate kadar. Alfredo’ysa karnı şiş ve bir Osmanlı mutfağından kalkmışçasına mutlu bir vaziyette biniyor otobüse. Ne yemiş olabilir ki diye düşünüyorum bu kadar. Bulamıyorum. Ne vardı ki? Siz var ya siz ördekli topik yemediniz daha Mürver’de. Parmaklarınızı da beraberinde yemiştiniz kesinlikle.

Otobüse binen bir Maya bize yerel içkilerinin tanıtımını yapıyor. Hazım için bire bir hem de lezzetli olduğunu söylüyor. Allah’a şükür yediğim tacolar ve ona eşlik eden kolam hazımsızlık yaratmadığından bir şikayetim yok. Şişelerin üzerine Valladolid’de otobüsten inerken çekilen fotoğraflarımızı koyup satmaya çalışıyor. Fakir olduğumuzdan alamıyoruz. Alfredo’ya bunu da sana borçalansam, otelde veririm diyorum. Hangi oteldi diyor, adı aklıma gelmiyor. Ama otelde var değil mi diyor, var ama pezo olarak değil diyorum. Dolar da olur diyor. Dolarım da yok, sadece euro’m var diyorum. Tuhaf tuhaf bakıyor bana. Bir Meksikalı’nın Türk’le imtihanı ağır olabilir bazen. 

Nihayet araç mezarlığını andıran Chichen Itza’dayız. Alfredo gerekli talimatları veriyor. 30 numaralı otobüs diyor, buradan hareket edeceğiz geri diyor. Diyorum ki ”Alfredo, no money, no credit card, no identity, no passport, no language, no family, no friend, please don’t forget me here”. Öylece bakakalıyor Alfredo Alfredo. Tek bir laf etmiyor. Aslında söyleyeceği çok şey olsa da, susmayı yeğliyor. Öpüşen kızlara da aynı şaşkınlıkla baktığını anımsıyorum. Ve susmuştu. Erkeklerin kadınlarla baş etmesi öyle güç ki. Birisi okyanusu aşar elinde küçük bir cüzdanla başına dert olur param otelde diye, bazısı da kızları öpmeyi yeğler. Alfredo ne yapsın! Kanının son damlasına kadar hepimizi idare ediyor.

Otobüsten iner inmez otobüsün kıymetini anlıyorum. Dışarıda küçük çapta bir cehennem havası var. Kasım ayı böyleyse, yazları ne yapıyor bunlar diye düşünüyor insan. Şapkam bile olmadığımdan elimdeki kıt imkanlarla en ucuz şapkayı sıkı bir pazarlıkla alıyorum. Hasırlarda gözüm var ama çocuk asla olmaz bu paraya diyor. Bana kalan madeni pezolara bakıyorum ağlamaklı. Sanırım bir su alabileceğim bunlarla. Alfredo İspanyolca bilmeyen dördümüzü bir başka rehbere devrediyor. Bize dönüp Mayalar hakkında ne bildiğimizi soruyor. Mel Gibson’ın filminden örnek veriyorum: ”Apocalypto”. Mel Gibson’ın kafası güzelmiş o filmi çekerken diyor. Ben de espri yapıyorum onu dinledikten sonra. Dönünce Mel’e söyleyeceğim diyorum. Ciddileşiyor, düşünceli bir hale bürünüyor ve onu gerçekten tanıdığımı düşünüyor. Bize tüm tarihi dokuyu özetliyor. Akustik, yılan görünümü, vs. Bu tip bilgilere her yerden ulaşabileceğinizden anlatmıyorum. Zaten ben de İspanyolca aksanlı İngilizcesinden bir şey anlamıyorum. Yalnız kaldığımızda Ermeni çocuk çok tarihi bilgi verdi diyor, sıkılmışa benziyor. Japon çocukla birbirimizin fotoğraflarını çekiyoruz. Öyle garip bir dörtlüyüz ki. Anlatım biter bitmez dağılıyoruz zaten. Sağlı sollu dükkan açmış satıcıların tezgahlarına yaklaşıyor ve onlardan minik cüzdanımda kalan son paralarla neler alabileceğime bakıyorum. İlk tezgah sahibi asla olmaz diyor. Bana en kötü magnetini satmaya çalışıyor. Ben onunla su alırım diyorum. Bir başkasına yaklaşıyorum ve çok az param var diyorum. “Money is money” diyor. Ne kadar olduğunu soruyor. Beraber sayıyoruz. Ver diyor, veriyorum. Al diyor, alıyorum. Bundan sonra parasızım. Leblebiler bitti ve ancak üç parmaklık suyum kaldı. Ne yapacağımı bilemiyor ve wifi buluyorum bir yerlerden. Saati umursamadan Türkiye’yi arıyorum. Karşı taraf suyuna mukayyet ol, sakın musluk suyu içme diyor. Söz dinliyorum. Başka çarem yok.

Çıkışta Alfredo’yu yakalıyorum. Oturuyor bir köşede. Diğer yanındaysa Mel Gibson’a takık Maya rehber var. Ortalarına oturuyorum. Alfredo tam manasıyla Meksikalılara benzemiyor aslında. Nereli olduğunu soruyorum. Uzun hikaye diyor. Afrika kökeni, Hintli bir tarafı, Meksikalılığı bir de şu an unuttuğum bir yerden daha olma karışık bir genetik hikayesi var. Diğeri sadece Maya diyor. Bir tam Maya, bir orta seviyede karışık Türk, bir de çok karışık Meksikalı aynı bankı paylaşıyoruz kısa bir süreliğine.

20181106_221701-01

20181106_221306-01

O kadar yorgunum ki eve gitmek istiyorum. Fakat şimdi de yüzmek vaktidir diyor Alfredo. Bir yer daha varmış götürüleceğimiz. Yemyeşil bir alandan geçiyor ve içeri giriyoruz. Çok kahve içesim var fakat imkanım yok. Arjantinli kız pratik davranıyor, bir yerlerde bikinisini ve parmak aralarını geçiriyor ayağına. O kadar zor geliyor ki yüzmek. Sessizce yanından uzaklaşıp ağaçların ve çiçeklerin bulunduğu kuytu bir köşede kalan yere boylu boyunca uzanıyorum. Burada uyuduğum takdirde Alfredo beni bulamaz. Yolum uzak, kimseler beni alıp otelime bırakmaz, göz kapaklarıma mukayyet olmaya çalışıyorum. Beni orada uyumaktan kurtaran yerli kıyafetleri içinde kabile dansları yapan göstericiler oluyor. Kimi turistler onlarla fotoğraf çektirmeye çalışıyor. Kimisiyse özgür iradeleriyle istemiyor. İşte kıyamet bundan sonra kopuyor. Ellerinde mızrak zorla turist çekmeye çalışan vahşi adam turistlerin yolunu kesiyor. Cebinden para çıkmasın diye telaşa düşen beyaz adam tavuk gibi kaçmaya çalışıyor. Tüm bu hengamenin ortasında kalan ve yerleri süpürmekte olan görevliyse sükunetini korumaya çalışıyor. Düşünüyorum bizim tur fakirlerden oluşuyor mesela. Onlardan para istesen, seni kazığa onlar çakabilir mesela. Ben mesela, baş aşağı sallasan bi liram yok yanımda. Kapitalizm ve salakça bir turizm anlayışı dönüyor aslında burada da. Dökülmüş yaprakları toplayan görevli yanıma geliyor ve gülerek bir şeyler söylüyor bana. Vızzzz diyor. Ben de farkındayım vızzz’ın ama halim yok dönüp bakmaya. O yüzden hiç kımıltısız yatıyorum burada. Ne dediğini sonradan anlıyorum. Arkamda yuvalanmış arıların kıçımı sokmasına ramak kalmış. Zor kurtarıyorum kendimi. Alfredo bekle beni.

20181106_222322-01

SONUÇ :

Hangi sonuç? Günün sonucu olmaz. Günü bitirmek üzereyim sadece. Aslında bitirmek için daha saatlerim var. Çünkü en az iki saatlik bir yolumuz var önümüzde. Arjantinli kıza dönüyorum. Islak bikinilerini torbaya koymuş, sütyensiz ama umursamıyor. Alfredo kendi derdinde zaten. Başka da görecek kimse yok. Su nasıldı diyorum, güzeldi diyor. Nasıl uykum var anlatamam. Çantamdaki son parmak suyu da içiyor ve kendimden geçiyorum. Bir el beni sarsıyor. Alfredo geldik senin otele diyor. Uyumuşum. En önce beni indirip kurtulma derdinde besbelli. Borcum aklıma geliyor. Derken ıslık sesleri ve alkışlar duyuyorum. Sanki uzun bir süre almış kendime gelmem. Şimdiye kadarki en tatlı uykum bu oluyor. Huzur buluyorum hiç tanımadığım insanlar arasında. Arjantili’ye bakıyorum. Bana gülüyor, arkadaki İspanyol, Japon, Rus ve Ermeni, hepsi. Yalnız ne dediklerini anlamıyorum. Bir telaş iniyoruz. Gel benimle diyorum, yasak diyor. Cüzdanımı alıp iniyorum. Güvenlikteki çocukla üçümüzüz. Pezo yok, dolar yok, kafadan euro bozduruyorum. Resepsiyon da da para yokmuş. Güvenlikçi Alfredo’nun arkasından bakıyor, bana siz kâr ettiniz diyor. Bense daha uyuyorum aslında. Bir şeyler yemem gerek, sonra da uyumam. Karşıdaki Oxxo marketten sebzeli hazır noddle alıyorum. Elma, muz filan. Şimdiye dek yediğim ve mideme en iyi gelen şeyler bunlar oluyor. 

Gezinin Meksika ayağı burada bitiyor. Nasılsa uyuduğumdan, bir şeyler yazmaya çalışıyorum.  Maya takvimine göre doğum haritamdan çıkan sonuçta bana en uygun mesleğin ebelik olduğunu öğreniyorum. Arkadaşıma söylüyorum telefonda, şu saatten sonra ebe filan olmaz senden, ancak Sokrates’ın annesi ebeymiş ve Sokrates’ın kullandığı bir yöntem olan Sokratik yöntemi yani doğurtma yöntemini senin durumuna uyarlayabiliriz mesela diyor. Kim bilir!

20181107_135031-01

DÜNYANIN UZAK UCU, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM :MEXICO CITY ve TEOTIHUACAN

20181104_173729-01

DÜNYANIN UZAK UCU, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : MEXICO CITY ve TEOTIHUACAN

YOK OLMUŞ BİR UYGARLIĞIN İZİNDE :

Jetlag, nam-ı diğer jetlek olunuyormuş ve de uyunamıyormuş gerçekten. Hiç durmadan Türkiye’deki saati düşünüyor, bulamıyor, tuhaf saatlerde insanları uykularından uyandırıyorum. Karşıma sorun değil diyen uykulu sesler çıkıyor ya da günaydın dediğimde, biz günü bitirdik diyorlar. Durun, ben daha başlamadım bile. Bugün Mexico City’nin kuzeydoğusunda yer alan Teotihuacan’a gideceğim ama uyumadan sabahı bulduğumdan, tuhaf bir sersemlik var üzerimde. Uykusuzluğum sayesinde geceden sabaha dört tane film izleyebildim. Film festivaline gelmiş gibiyim, gün boyu koşturmuş olmaktan ötürü erkenden odama çıkıp, sonra da uyuyamamaktan ötürü film festivalini odama getiriyorum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor ara ara ama asla kapanmıyorlar. Tam manasıyla dinlenemediğim için de yataktan sürünerek çıkıyorum. Yine de hiç uykum yok. Gece boyunca her saati saydığımı hatırlıyorum. Üç oldu, dört oldu, beş bu, daha aydınlanmadı filan derken çareyi yedi gibi yataktan çıkmakta buluyorum. Bugünkü rotamla ilgili bilmediğim tek şeyse nasıl gideceğim. Bir şekilde giderim gibi geliyor. Metroya binebilirim mesela, ama bunun için öncelikle otogara gitmem gerekecek. Kahvaltıdan sonra dişlerimi fırçalamak üzere odama gidiyorum. Yağmurluk fazla geliyor ve daha ince bir şeyler giyip yola çıkıyorum. Şemsiyeyi de gereksiz buluyorum. Otelin kapısının önüne çıktığımda her zaman olduğu üzere saçma sapan bir karar verdiğimi anlıyorum. Yağmur atıştırmaya başlamış bile. Kendime o an o kadar kızıyorum ki. Bir bak dışarı çıkmadan! İlla kafama göre hareket edeceğim. Ve kafama göre hareket ettiğinde sevilmenin de, başka şeylerin de ne kadar güçleştiğini bile bile, hayatı kendime zorlaştıracağım bir güne daha başlamış oluyorum böylelikle. Çalışanlardan taksi istiyorum, beni kapının önünde arabasını silmekte olan adama doğru yönlendiriyorlar. Bir yerlerde okumuştum, bindiğiniz taksilere dikkat edin, sizi kaçırırlar, elinizi ayağınızı bağlayıp bagajda yuvanızı kurarlar, siz orada aç susuz altınıza yaparken kredi kartınızın günlük limitini doldurur, bu işten memnun kaldıkları takdirde da sizin her şey dahil bagaj içindeki şehir turunuzu en az iki üç gün daha uzatırlar. Benim öyle olmuyor Allah’tan. Garaja bırakılıyorum. Paramı ödüyorum ve iniyorum telaşla. Saatime bakıyorum, sekiz’e beş var diyor. Beş dakika sonra kalkabileceğini düşündüğüm otobüs için tüm otogarda seferberlik ilan ediyorum. Donde yani nerede! Orası orası derken bir uçtan bir uca koşturuyorum. En nihayet İtalyan bir çift biz de diyorlar. O biz de beni rahatlatıyor ve kuyruğa girerek gidiş dönüş  biletimi alıyorum. Tam da bu başarımdan gurur duyacağım esnada otobüslerin olduğu tarafa gidip uzuun kuyruğu gördükten sonraki Türk’ün alt kimliği ile ilgili duruşuna vurgu yapıyor ve bu otobüs dolu dedikleri için ve benim de o uzuun kuyruk için sabrım olmadığından en öne geçiyorum. Meksikalıların direncini ölçüyorum. Yazık o kadar iyiler ki, seslerini çıkarmıyorlar. Akıllarında bu tip bir hinlik yok çünkü. Biz de diyen İtalyan çifti kuyruğun gerisinde görüyorum, biz buradayız sen nasıl oradasın der gibi bakıyorlar benden tarafa doğru. Ve beklenen oluyor. İkinci bir kuyruk yaratmış oluyorum, gelen arkamda sıra oluşturuyor. Diğer kuyruktan bize doğru bakıyorlar ama kimse de ne yapıyorsun hemşehrim demiyor. Küçük şeytanlıklarımla barışıklık beni bu noktalara getirmiştir her zaman. Paçamı kurtardığımı düşünerek sağla solla haşır neşir olmaya başlıyorum. Burada Meksika’nın bir başka yüzüyle karşılaşıyorum. İnsanlar çok fakirler. Kendi kendime İtalyan çift ve benim dışımda kalan bunca Meksikalı’nın türlü imkansızlıklara rağmen, nasıl da tarihlerine sahip çıktıklarını görünce merhamet duygum iyice artıyor. Helal olsun size diyorum. Ben dünyanın uzak ucundan gelmiş olabilirim ama bu hikayenin asıl kahramanları sizlersiniz diyorum. Nihayet otobüse biniyorum. Önden ikinci sıradayım. Yanıma tatlı bir kadın oturuyor halktan. Bana torununun fotoğrafını gösteriyor, kendimi Türkiye’de şehirlerarası otobüste uzun bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyorum. Bu arada İtalyan çift biniyorlar nihayet otobüse. Yine bana bakıyorlar manidar manidar ya da ben alınganlık ediyorum inceden inceden, bilemiyorum. Dışarıyı izlemeye koyuluyorum. Otogardan çıkış çok kolay olmuyor her şeyden önce. Nasıl mı? Yağan yağmur bozuk olan asfaltın içini doldurduğundan, küçük çaptaki gölleri geçmeye çalışıyor şoförümüz temkinli bir şekilde. Altyapı bu bölgede öyle zayıf ki, ortalığı sel götürüyor. Az ilerde gördüğüm ve akarsu sandığım şeyin yağmur sularından ibaret olduğunu anlamam çok zamanımı almıyor. Otobüslerin çıktığı alan çok dar olduğundan, şoför türlü manevralarla güç bela çıkabiliyor ve yola koyuluyoruz nihayet. Bir saatlik bir yol var önümde ve kötü mahallelerden geçiyoruz cidden. Yoksulluk, yokluk bu noktadan sonra hissediliyor. Üst üste binmiş yapıları geçiyoruz. Dağlar evlerle dolmuş. Hatta dağların tepesi dahi dolmuş. Hani Ankara’ya doğu tarafından, Sivas’tan girersiniz ve Doğu’dan daha Doğu’dur ya Ankara’nın bu yüzü, işte o hesap. Yollarda insan görmek mümkün olmuyor. Evler uyumsuz ve alakasız renklere boyanmış, bazısıysa hiç boyanmamış. Derken koskocaman bir billboard’la karşılaşıyorum. ”Three Billboards Outside Ebbing, Missouri” geliyor aklıma. Fakat bu billboard’da yazılan daha doğrusu aranan şey çok farklı. Adrian Leon Ramirez başına konulan bir buçuk milyon pezoluk ödülle aranıyor. Wanted Dead or Alive diyorsa da bilemiyorum. Ne için arandığınıysa anlamıyorum. Kaçırılmış mı, yoksa sabıkalı mı ya da her ikisi birden mi?  Youtube’a videosunu koymuşlar, kazınmış saçlarıyla bir mahkumu da andırıyor pekala. Eğer öyleyse birileri tarafından çamaşırhaneden kaçırıldığını düşünüyorum ya da kaşıkla duvar kazdığını ve tünelden geçip özgürlüğüne kavuştuğunu. Videoyu izlediğim zaman da emin oluyorum sabıkasından, başına ödül koyan devlet çünkü. Önce kaçırmış, şimdi de arıyor yana yakıla. Vahşi Batı filmlerini andırıyor bu durum. Leon’a gelecek olursak Jamaika ya da Bahamalar’da fink attığını hayal ediyorum. Acapulco da olur. Ya da sınırdan geçip Amerika’ya kaçtı bile. Los Angeles’daki bir malikanede ayakkabısının tekiyle un ufak ettiği kokaini burnuna çekip çekip, kızlarla parti veriyordur öyleyse. Akıl almaz işkence yöntemleriyle katlettiği masum kanları içinse yapacak bir şey yok artık. Ben kendi Sicario’mu, Narcos’umu yazadurayım, otobüs bir durakta duruyor. Polisler araca biniyor ve teker teker fotoğraflarımızı çekiyorlar. Otobüse binenlerin de fotoğraflarını çekiyorlar teker teker. Şoförün bile. Böyle bir uygulamayı dünyanın bir başka yerinde görmediğimi düşünürken, yüzümde aptal bir sırıtışla kameraya poz veriyorum. İsteseniz bir selfie yapardım, beni gafil avladınız.

Nihayet Teotihuacan’a varıyoruz. Yanımdaki kadın burada ineceğimi söylüyor ve benimle beraber iniyor. Bir anda tüm otobüs boşalıyor. Neden sonra anlıyorum ki, İtalyan çift ve benim dışımda kalan tüm Meksikalılar sokak satıcılarıymış. Herkes ekmek parasının peşindeymiş. Sırasını aldığım tüm emekçilere karşı mahçup oluyorum. Sepetlerini aldıkları gibi satış yapmak üzere yola koyuluyorlar. 

20181104_160705-01

20181104_173819-01

YOK OLMUŞ BİR UYGARLIĞIN ORTASINDA :

Giriş ücretini ödedikten sonra yaklaşık bir kilometrelik bir yolu satıcı kardeşlerimle beraber yürüyerek aşıyoruz. Pek çok araba ve tur otobüsü geçiyor yanımızdan. Sol tarafa doğru sapıyorum. Uzun bir direğin tepesine tünemiş adamları görüyorum. Dört kişiler, üzerlerinde kostümler var, çıkınları aşağıdaki ağacın altında ve onca yükseklikte atlayıp zıplayıp duruyorlar. Sirk gibi. Bunlar da emekçi diyorum kendi kendime, bir nevi de performans sanatçıları. Beni tanımış olan ve yanımdan gülümseyerek geçen satıcılara bakıyorum önce, sonra da çubuğun üzerindekilere. Yerdekiler daha güvendeymiş gibi geliyor. Bağlasalar durmam derler ya hani…onca yükseklikte…bırak bir takım akrobatik numaraları…

20181104_160046-01

20181104_160313-01

Gelelim az bilinen kentin tarihi bilgilerine. Aztekler sadece kurulmuşlar bu kente. Teotihuacan’ın ne kim tarafından kurulduğu biliniyor, ne de bu uygarlığın nasıl ortadan kalktığı. Yer yarılmış yerin dibine girmişler sanki. Fakat geriye de muhteşem bir şehir ve iki büyük piramit bırakmışlar. Zalim Kolomb öncesi burada neler olmuş Kolomb dahil kimseler bilmiyor. El yapımı bu nadide şehrin üzerine konan halktan bahsetmeye gerek görmüyorum bu yüzden. Gerçek müteahhitlerinin bilinmediği, arkeologların Toltek’ler olduğunu varsaydığı bu Tanrıkent’te ki gerçekten Tanrısal, zaman duruyor adeta. Nasıl mı, onu zirveye çıkmadan anlayamazsınız işte. Binlerce basamak çıkıyorsunuz ve nefes nefese kalıyorsunuz. Her adımınızda geri dönme şansınız varken, arkanızdan bir güç sizi itiyor adeta. Önce hangisine tırmanmalı derken, güç olanla başlıyorum. Güneş tapınağı cidden zorluyor insanı. İplere tutuna tutuna başlıyorum tırmanışa. Obezitesi olanlar gelmişler, kan ter içinde çıkıyoruz beraber. Her milletten, her dilden ve dinden insan buralara gelmişken zirve telaşındayız hep beraber. Çıktık diyeceğiz, başardık diyeceğiz. Asılıyoruz iplere, heyamola, bir grup çıkıyor acı içinde, bir grup iniyor rahatlamış biçimde. Bilmem kaç bininci basamakta kendi kendimi sorguluyorum, sonra yine asılıyorum dümene. Türkçe saya söve çıkıyorum zirveye. Ay Tapınağı ise tırmanış açısından zayıf kalsa da, en güzel manzara onda.

Fakat değiyor. Her anına. Çığlık atıyorum. Yalnız diyaframımın oturması, nefesimin normalleşmesi zamanımı alıyor. Her köşesini adımlıyorum Güneş Piramidi’nin. Herkesi izliyorum. Küçücük bebeğiyle çıkanları görüyorum. Kim bilir nerelerden geldiniz, ama geldiniz, birlikte buradayız ya. Ne siz beni tanıyorsunuz, ne ben sizi. Öncesiz ve sonrasızız ve muhtemelen hiçbir zaman diliminde birbirimizi bilerek bir araya gelmeyeceğiz. Mühim değil. Buradayız. Hepsi bu. C’est tout.

20181104_165433-02-01

MEXICO CITY’e DÖNÜŞ :

Güvenlik görevlisiyle Fransızca konuşarak otobüsümü nerede bekleyeceğimi öğreniyorum. Türkiye mi diyor, ben de ona Fransızca mı diyorum. Ama dediğini de yapıyorum. Söylediği gibi beş dakika içinde kendimi otobüsün içinde buluyorum. Ortalarda bir yer buluyorum kendime ve pencere tarafına geçiyorum sessizce. O kadar açım ki. Yine aynı prosedür gerçekleşiyor ve bu defasında yolcuların teker teker fotoğrafını çeken polis kamerasına yine hem gülümsüyor hem de peace işareti yapıyorum. Dönüş yolu da kalabalık. Hiç bilmediğim bir duraktan binen yolcular arasından en iri olan adam gelip benim yanıma oturuyor. İyice sıkışıyorum cam kenarına. Üstelik konuşkan da. Başımdan atmak için no espagnol, only inglese diyorum. Dirseğiyle beni dürtüklerken kahkahalar atıyor. Adamın yüzüne ve ağzının içine bakıyorum dehşet içinde. Alt dişlerinin yerinde yeller eserken, gümüşi amalgam dolgularına bakıyorum korkuyla. Alt çenesi pırıl pırıl parlıyor. Bu kadar diyorum boş koltuk varken, beni buldu diyorum içimden. İnip taksiye bindiğimi hayal ediyorum. Nerede olduğumu bir bilsem! O ise konuşuyor ve gülüyor. Nereye diyor, Zokalo diyorum. Bana takıl diyor işaret diliyle. Basiret bağlanması bu olsa gerek. Bu dev gibi adamın yanında yamacında gel dediği yere gidiyorum kuzu gibi. Beni metro istasyonuna götürüyor. Bilet almam için gereken süreyi veriyor. Peşi sıra sürükleniyorum yeniden. Dev gibi olduğundan yollar açıyor önümde. Cidden en devinden bir Meksikalı ile yürüyorum yollarda. Nihayet canımızı içeri atıyoruz ve metro hareket ediyor. Bana durakları gösteriyor teker teker. Durduğumuz noktalarda ve metronun genelinde tek bir İngilizce sözcükle karşılaşmıyorum. İspanyolca bilmediğin takdirde, burada hayat öyle güç ki. Bense yanımda tırstığım bir devle yaşıyorum.

20181104_191012-01

İçerisi çok kalabalık ve biz de ayaktayız. Size Meksikalı kadınların ilginç bir özelliğinden bahsedeceğim bu arada. Yaşları kaç olursa olsun çok makyaj yapıyorlar, rengarenk boyanıyorlar ve nerede olduklarını umursamadan çantalarından çıkardıkları aynalarını ellerine alıp kat kat rimel, bolca allığa bulanıveriyorlar. Bense yanımdaki dev Meksikalı ile makyaj seven bir kızın tam önünde bekleşiyorum. Kız rimeli sürüyor, kurumasını bekliyor, bir daha sürüyor, rujunu iyice yediriyor dudaklarına. Aynı anda cilveleşerek içeriye gelen genç bir çift dikkatimizi kendilerinden yana çekiyorlar. Oğlan, kızı kapıya dayayıp, arkasından kulağına bir şeyler fısıldıyor. Kız o kadar kıkırdıyor ki, içerideki sesler kesiliyor. Duraklarda oğlan kızı içeri çekiyor, sonra yine kapıya yaslıyor. Çifte rağmen duraklarında inmeyi başaranlar kendilerini kurtarmış hissettikleri gibi dönüp çifte doğru gülüyorlar. Bu böyle devam ediyor. Biz dev Meksikalıyla bu dur kalklar nihayetlenene kadar izlemeye devam ediyoruz onları. Neden sonra makyajını bir türlü bitiremeyen Meksikalı kızın makyaj çantasının içindeki tatlı kaşığını görüyorum. O kaşık onun belki de öğle molasında yemeğini yediği ve en kıymetlileri olan rujunun, rimelinin yanında taşıdığı kaşık. Belki bir çorba içiyor o kaşıkla, pilavını kaşıklıyor üstüne. O an bir şey oluyor yanımdaki dev bana insan gözüküyor. Bu kız kadar. Hiç korkmuyorum ondan. Gözlerim doluyor. Ağlayacağım. Lanet olası bir tatlı kaşığı yüzünden. Bu dev gözyaşlarımı görürse yer beni. Hem de çiğ çiğ. Derken bir el beni kolumdan tuttuğu gibi apar topar metrodan dışarı sürüklüyor. Sonra nasılsa ağlarım diyorum. Şimdilik önceliğim bu devden kurtulmak. Koşa koşa merdivenleri çıkıyoruz ya da iniyoruz ya da hiç merdiven yoktu tam hatırlayamasam da, bir başka yöne giden metroya bindiriliyorum. Parmaklarıyla Zocalo’ya kaç durak kaldığını gösteriyor. Üzerimdeki şaşkınlığı atıp, çevreme bakabilecek kıvama geldiğimde etrafımdakilerin giyim kuşamlarını inceliyorum. O kadar fakirler ki. Kim bilir kaç defa yıkanmaktan pürçüklenmiş kazaklar var üstlerinde. Ayakkabıları, paltoları hep eski. Fakirlik zor olsa da, kıymet verirsin malına, ne yiyeceğinin ne içeceğinin bir damlasını akıtmaz, harcamazsın boşa. Aylarca giyeceğini de bilsen, yeni bir kazak aldığında çocuklar gibi sevinirsin. Offf…gene ağlayacağım. Fakat bu dev var ya bu dev izin vermiyor. Yine sürükleniyorum sayesinde. Hey dev, kaderimsin anladık. Teslim oldum artık sana.

Gün ışığına çıkıyoruz. Önümden koşturuyor ve bir anda gerisin geriye dönüp kollarını açıyor iki yana doğru. Zoo-kaaa-looo diyor heyecanla. Ben nereye gittiğimi unutmuştum dev. Yüzümdeki çarpık gülümsemeden doğru yere getirip getirmediğini çözmeye çalışıyor. Mesleğini soruyorum can havliyle. Soldato diyor. Askermiş. Nerede diyorum, müzede diyor. Kimliğini göster diyorum. Juan De La Paz Jimenez’miş devin adı. Adam iyi adam çıkıyor, ben kuruntulu bir manyağım sadece. Elini sıkıyorum Juan’ın. Ayrılıyoruz.

Bir daha Meksika’ya geldiğimde belki karşılaşırız yine. Benim en sevdiğim şeyi yapmış oldun bana. Kısa vadeli yol göstericilik. Dert olmadan, bana çok bulaşmadan, beni bana sormadan, beni zıvanadan çıkartmadan yol arkadaşlığımız bitiverdi göz açıp kapayıncaya kadar ve ben ömrümün sonuna dek seni iyi anacağım, seni adınla çağıracağım: “Juan De La Paz Jimenez”.

 

 

MERCADO SONORA :

Juan sayesinde çarşıya gidiyorum. Belirtmediysem belirteyim tekrar. Bugün günlerden pazar. Ve ben daha maceraya doymadım. Yalnız açlıktan da bayılmak üzereyim. İçine karıştığım insan selinden kurtulmaya bakıyorum. Kurtulamıyorum. Nüfusun üç milyonu burada sanıyorum. İnsanlar akın akın geliyorlar. Metrolardan, köşelerden pek çok insan hızlı adımlarla çarşıya geliyor. Gezi zamanlarını anımsıyorum. Slogan atmayan Meksikalılar, kilise ziyareti yapıyor, atıştırmalık bir şeyler almış hem yiyor hem yürüyorlar, türlü çeşitli gösterileri izliyor, konuşuyor, gülüyorlar. Bir başka dilin ortasında kalıyorum. Hiç bilmediğim. Sesler uğultuya dönüşüyor bu yüzden. Ve ben kendimi bir kez daha hengameye teslim ediyorum. Önce Juan’a, şimdi de tüm Meksikalılar’a teslim oluyorum. Anlamadan dinliyorum konuşmalarını. Rahatlıyorum. Burada olmaktan memnun olduğumu hissediyorum. Kelimelerinin anlaşılmazlığından duyduğum heyecanımdan ve endişelerimden sıyrılıyorum. Sadece yürüyorum.

20181104_194427-01

Her yer işportacı dolu ve de zabıta. Bir duyum alır almaz, ekmek teknelerini sırtladıkları gibi, olmadı çekiştire çekiştire kaçışıyorlar. Dünyanın neresine giderseniz gidin, insan her yerde insan. Vips adında bir restorana giriyorum açlığımı doyurmak için. Tüm masalar dolu. Yalnız olmanın avantajı sanırım, bana kuytu bir köşe buluyorlar herkes masa beklerken. Herkes en güzel masayı beklerken, ben bulduğum ilk masaya nimetmişçesine çöküyorum. Bana İngilizce bilen tek garsonu yönlendiriyorlar. Menüden yerel tatları öğrenip, biftek söylüyorum korkudan. Gerçekten yenmeyebiliyor pek çok şey. Risk almadan karnımı doyurmaya bakıyorum. Ve restorandaki wifi sayesinde çıldırmış gibi telefonla konuşuyorum. Garsonlar garipser oluyor. Monte Cristo Kontu gibiyim. Yıllardır konuşmamış gibi konuşuyorum. Rastgele numaraları arıyorum. Çok konuşma ihtiyacım var. Ana dilimde. Bu bir ihtiyaçmış ama garsonlar da herhalde deli demişlerdir ki o onların sorunu. İhtiyaçlarımı gidermeye çalışıyorum.

Turizm danışma bürosunu keşfediyorum meydandaki. Bir kadın bir erkek çalışıyor içinde. Erkek olan pek de anlaşılamaz İngilizcesiyle bana yardımcı olmaya çalışıyor, başarıyor da. Mercado Sonora’yı tarif ediyor bana. Burası cadı pazarı imiş aynı zamanda. Ticari bir taksiye biniyor ve kapısının önünde iniyorum. Gelir seviyesi iyice düşüyor. Her tür hediyelik eşyayı bulmanız mümkün burada, kafeslerinin içinde sıkışmış kalmış yavru köpek ve kuş bile satılıyor. Bir de büyücü malzemeleri var bolca. Benim derdimse hediyelik eşya almak filan değil. Ben bir cadı bulmak gayretindeyim. Daha çok bir Vanga Nine. Ne zaman öleceğimi söylesin, bileyim, ona göre hareket edeyim istiyorum. Bilmek istediğim tek şey bu: ölüm günümü gününe, yılına dek bilmek. O umutla başlıyorum araştırmaya. O ona, o ona derken beni beyazlar giymiş bir adamın yanına götürüyorlar. İngilizcesi yok ama şansıma az ileride oturmakta olan bir kadın tercümanlık yapmayı kabul ediyor. Kadınla konuşuyoruz ayak üstü. Neden bu kadar kederlisin diyor. Elli üç yaşında olup, doğduğundan beri bu sefaletin içinde mücadele veren dul bir kadın olduğundan, oğlunun Venezuela’ya gittiğinde ancak dünya varmış, sonunda Tanrı’ya inandım dediğinden bahsediyor. Dünyanın uzak ucundan buraya gelebilmişsin, çok şanslısın diyor. Bir bilse benim kendimi mahvetmekten ve sonra her yaşadığımı bir film karesi gibi izlemekten ne çok zevk aldığımı…

 

 

Öte yandan şanssızlığım bugün buranın ikinci kuruluş yıldönümünün olması nedeniyle(özetle doksan yaşında kör bir kahin ararken, iki yıllık bir büyücü bulmuşum), müzisyenlerin bekleniyor olması ve de bir anda çevremin büyücüye şükranlarını sunmak üzere sağdan soldan gelmiş pek çok kadınla dolmuş olması. Türkiye’den geliyorum, fal baktırmak istiyorum diye tutturuyorum. Beni içeri alıyorlar. Her yer ıvır kıvır dolu, tütsüler, kokular, İsa heykelleri, kuru çiçekler ve hatta ısmarladıkları öğle yemekleri ile tam bir keşmekeşin içine düşüyorum. Beni öldürmek isteyen erkeklerin var olduğundan, biraz aptal gibi davranmam gerektiğinden(ciddi ciddi) bahsediyor. Ahh diyor teatral bir şekilde karnını yardırmışsın(bildiğim kadarıyla ve ben ayıkken herhangi bir yerimi yaran çıkmadı, yarılsaydım bilmez miydim diye düşünmeye başlıyorum). Beni kim öldürmek istesin ki diyorum. Ben mühim bir şahıs değilim ki! Aptal gibi davranmamsa mümkün gözükmüyor şu saatten sonra. Çünkü dayanamadığım bir şey akıllı olabilecekken aptalı oynayanlar. Tercümanımızın çevirisine tabi olmakla beraber, başıma gelen ve gelecek olan tüm felaketlerden bana yapacağı büyü ile kurtulabileceğimi söylüyor. Altı yüz pezo beni olası katil ya da katillerimden kurtaracakmış kısaca. Görmek istiyorum diyorum. Madem buradayım, sonuna kadar gideceğim. Yumurtalı, tütsülü bir şova tabi tutuluyorum. Yumurtayı her yerimde gezdiriyor. Koltuk altlarında, kafamda… Bir demet ota içimi ferahlatan bir şeyler sıkıp, kırbaçtan hallice muamele ettiği tutamla orama burama vurup duruyor. Kafama kafama vurdukça aydınlanıyorum. Yaptığım hiçbir saçmalıktan utanma diyor bir ses. Adı üzerinde saçmalık çünkü. Ve ben bunu biliyorum. Giden 600 pezomaysa yanmıyorum. En azından yanmamaya çalışıyorum. İşimiz bittiğinde sarılıp ayrılıyoruz. Bir rahatlık çöküyor üzerime, bülbül yuvası saçlarımın içinden az evvel çarptığı otlar düşüyor ara ara. Kahkahalarla gülüyorum. Müzisyenler geldi bile. Bildiğiniz Sulukule. Kendilerini iyileştirdiği için ağlayarak teşekkür eden kadınlara olan şükranını belirtmek üzere yerlere uzanıp akrobatik hareketler yapıyor benimki. Bu Meksika’daki son akşamım olacak ve neşe içinde ayrılacağım buradan. Kendime bile açıklayamadığım pek çok nedenden ötürü en sevdiğim şehir olarak kalacak aklımda.

THE LAST MAN ON MEXICO CITY : MEXICO CITY’DEKİ SON ADAM

Kimdi diye soracak olduğunuzda, beni o son adama götüren yolda karşıma çıkan adamlardan bahsederek devam edeceğim yazıma. En son büyücüye kaptırmış olduğum 600 pezom için ağlıyordum, pardon gülüyordum malum. Pazarın arka sokaklarına girip fotoğraflar çekiyorum şimdiyse. Kars Sarıkamış’ın arka mahallelerine benzetiyorum bu muhiti. Pazarın son saatleri bunlar ve çöpler dağ olmuş çoktan. İnsanlar hiç durmadan tüketmekte. Güzel satış yapanlar yan yana bulunan yarı açık restoranlarda karınlarını doyuruyorlar. Yediklerine bakıyorum, iç açıcı görünmüyor. Fasulye göresim yok bir süre. Birkaç fotoğraf çekiyorum arka sokaklarında, bana poz veren Meksikalı bir bey var. Bir nevi bakkal dükkanının önünde oturmakta. Koltuk değneğini ve bacağındaki sakatlığı saklamak için dimdik ayağa kalkıyor. Ben ondan bir şey talep etmiyorum halbuki.

20181104_231454-01

Hava kararmaya başlayınca eve pardon otelime dönüş telaşım başlıyor. Trafik polislerine yol soruyorum. Bir tanesi nereden geldiğimi soruyor, sonra trafiği durduruyor ve peşisıra düşüyorum yola, yoluna. Bana şoföre vereceğim parayı gösteriyor, nerede indirileceğimi de şoföre söylüyor. Otelime yakın bir yerlerde inebilecekmişim bu sayede. Teşekkür ediyorum ki yapabileceğim tek şey bu. On beş dakikalık bir yol gidiyoruz. Şoför beni karga tulumba indiriyor. Karşıya geçiyor, hiç durmadan insan arıyorum yol sormak için. Fakat pazar gününün rehavetinden midir nedir, bir kapıcı bulabiliyorum ancak. Reforma’daki otelimi tarif ediyor işaret diliyle. Metroya geliyorum. İleride üç keş var. Biri kadın ve ağzında diş yok, diğer ikisi de öyle. Üzerime doğru geliyorlar, birden ilk gün çevreyi gezerken gördüğüm bir kadınla karşılaşıyorum. Şaka gibi. O beni hatırlamıyor ama fotoğraflarımda var. Kadını tanır tanımaz gülümsüyorum. Bana bakıyor korkuyla. Ortak lisana gerek yok bazen. Korku anında verdiğin tepkiler evrensel. Birini beğendiğinde ya da nefret ettiğinde karşındakine verdiğin tepki de evrensel. Elimle çabuk yapıyorum. Üç ayyaşın dikkati dağılıyor. Solumda ve nispeten bana doğru solda bulunan kadından tarafa doğru yürüyorum hızlı adımlarla. Kolundan tutuyorum çabuk diye. Hızlanıyoruz. İlerdeki güvenliğe doğru koştuğumuzu hatırlıyorum. Sonra da garip bir şekilde hiçbir şey olmamış gibi ayrılıyoruz. Az önce yaşadıklarımı yaşamamışçasına otelimi ve Reforma’yı soruyorum görevlilere. Meydan az ileride diyorlar, telefonları sayesinde otelin yerini bulup tarif ediyorlar.

Yürüyüşüm devam ediyor. Ona sor buna sor derken kimsenin bu lanet otelden haberdar olmadığını anlıyorum. Reforma’da ama iç sokaklarda olduğundan karıştırıyorlar. En nihayet siyah eşofmanlar giymiş bir adam çıkıyor karşıma. O kadar düzgün ki, yol sorarken nispeten iyi bir İngilizceyle konuşma gereği duyuyorum. Siz diyorum, iyi eğitimlisiniz. Nerden çıkardınız diyor, Mercado Sonora’dan geliyorum ve belli oluyor diyorum. Gülümsüyor. Meksika doğumluyum ve ailem de Meksikalı diyor. İmkanlar diyor. Avukatmış. Eğitim insanı öyle değiştiriyor ki(bazen ama). Perulu olabileceğini düşünmüştüm oysa ki. Nereden geldiğimi ve şimdiye dek burada duyduğum en anlamlı cümleyi soru şeklinde yöneltiyor bana: “Yaşamak için ne ne yapıyorsun ve burada ne arıyorsun?” Ben burada ne arıyorum? Kader denen bir şey var. Bazen biz sürükleniyoruz peşinde, bazen o bizi rüzgarına almış sürüklüyor. Buradayım çünkü Frida burada, hala. Güvercinle filin aşkına şahit oldum burada. Bıkkınlık onlarda da varmış ve ben de çok bıkmıştım hayatımdan ve gelmiştim buralara. En sevdiğim filmlerden birinin yazar ve yönetmeninin nereden geldiğini görmek istedim bu arada. Buradayım çünkü burada olmam gerekiyormuş. Pek çok ülke ve şehir gördüm şimdiye dek. Beni en çok etkileyenler sıralamasında Mexico City’e kaptırdı yerini Marakeş. En kıymetlim, en değerlim oldu. Yarın ayrılacağım için o kadar üzgünüm ki. Gün boyunca yaşadığım pek çok şey, geçmişimdeki pek çok şeyi çağrıştırıyor olduğundan, bir bira alıp odama gidip bebekler gibi ağlıyorum. Biramsa yarım kalıyor. Yorgunluktan bayılıyorum daha çok.

 

DÜNYANIN UZAK UCU, İKİNCİ BÖLÜM : MEXICO CITY ve FRIDA ve PATTI

20181103_233922-01

DÜNYANIN UZAK UCU, İKİNCİ BÖLÜM : MEXICO CITY ve FRIDA ve PATTI

“Hey ayaklar! Uçmak için kanatlarım varken, size niye ihtiyacım olsun ki. : Who needs feet, when I’ve got wings to fly.” Frida Kahlo

Pişmanlıklarımı boğmak için içiyorum ama lanet olası şeyler yüzmeyi öğrendiler.” Frida Kahlo

İçimde kırk kadın, Kırkı da yabancı. Kırkı da öteki ” Frida Kahlo

Bütün iyi ressamlar kendisi neyse onu resmeder.” Jackson Pollock

GİRİŞ :

A-Dünya sınırlarla bölünmüş koskocaman bir ülke ve bizler onun üzerinde ellerimizde vizelenmek için sabırsızlanan pasaportlarımızla dolaşıp duruyoruz damgalı inekler gibi. Babil Kulesi asla yıkılmamalıydı.
B-Bazen her şey salakça geliyor biliyorum, tıpkı turizm gibi ama sonradan kabulleniyorsun. İnsan çok da aklıyla düşmüyor ki yollara. Bunu anlıyorsun. Bir şeylerin peşindesin, en azından bunu bilenler sınıfındansın(kendini ayrıcalıklı addedip bu şekilde sınıflandırıldığın için utanmıyor musun!). Avunabileceğin bir şey var elinde: Ben ne istediğimi biliyorum diyorsun. Bir ülke ve ona ait kültürü yerinde görmek istemek gibi mesela. 
A-Bravo sana. Gördün, ya sonra? Yemeklerinden tattın, içkilerinden içtin, şarkılarından söyledin, danslarından ettin, kadın ve erkekleriyle sohbet ettin. Dinledin onları anlayabildiğin kadarıyla, gözlemledin uzaktan da olsa. 
B-Ooofff…sıkma beni. Veni vidi vici. Her şeyin bir sonu var elbet. Şimdi sırada başka danslar, sözler olacak belki.
A-Onu kastetmiyorum ben. Eline ne geçti?
B-Pek çok fotoğraf çektim, insan hikayeleri biriktirdim. 
A-Tamam da ne arıyordun? Aradığın şeyi buldun mu?
B-Elbette bulamadım. Hangi arayan bulabilmiş ki? Tek bildiğim…
A-Tek bildiğin…?
B-Voltaire bu hususta en sert çizgiyi çekmiş ve kimse bulamadı ve kimse de bulamayacak demiş. Ben de bulamayacağım, tek bildiğim bu, ama arayıştan da vazgeçmeyeceğim.

—-.—-

Bu konuşmanın üzerinden çok da zaman geçmemiştir:
A-Hayatımdan bıktım.
B-Ben de senin bıkmalarından bıktım.
A-Neden hep bir sorun çıkıyor?
B-Sorunlarını kendin yaratıyorsun da ondan.
A-Emin misin?
B-Çok.

—-.—-

Dönüşte İstanbul’a iner inmez sağ salim indiğimi belirtmek üzere babamı aradığımda aramızda geçen konuşmadan bir parça:
Kızı:İndim baba.
Ba-ba:Nasıl geçti yolculuğun?
Kızı:Paris üzerinden yol uzadı.
Ba-ba:Ara sokaklara mı saptı?
Kızı:Baba uçakla gittim. Havaalanında çok bekledik.
Ba-ba:Mola verdi mi?
Kızı:Nerde? Okyanusta mı? Vermiş olsaydı zaten şu an seninle bir başka boyuttan konuşuyor olurdum. Sende gazetecilere keşke karayolunu tercih etseydi diyor olurdun ya da az mola verdiği için şoförün uyuyakalmış olabileceğinden filan yakınıyor olurdun.
Ba-ba:Değişen pek fazla bir şey olmayacaktı yani.
Kızı:Boyutlar dışında.

—-.—-

İstanbul’a gitmeden önce aradığım kuzenimle yaptığımız mezarlık tartışması:
Ben:Bugün yola çıkıyorum. Ölürsem filan, uçak düşer ise falan cesedime de ulaşılamazsa kitaplarımı bağışlayın, kıyafetlerimi giyin, bankadaki paramı da yiyin. 
Kuzen:Ölmezsin sen. 
Ben:Nerden bilebilirsin?
Kuzen:Doğu’ya gittin ölmedin, Güneydoğu’ya gittin geldin defalarca, yine ölmedin. Karda kışta ne idüğü belirsiz otobüs firmalarının tek şoförlü otobüsleriyle yaptın hem de bu mütevazi gezilerini. Ülkede bombalar patlarken yanlış ihbarla başını hedef almış tıfıl bir asker aranan terörist diye verilen emir doğrultusunda eli tetikte bekledi başında ama tetiğe basmadı. Basması ise olasılıklar arasındaydı. Kendini imha etmek için pek çok şey yaptın ama başaramadın. Şimdi öleceğini hiç sanmıyorum.
Ben:Şarap içiyordum.
Kuzen:Şimdi mi?
Ben:Yok canım silah başıma dayanmışken. Oturmuş şarap içiyordum. An esnasında tam kavrayamamış olabilirim. Ama sonra hiddetlendim ve jandarmanın üzerine yürüdüğümü hatırlıyorum.
Kuzen:Bravo doğrusu. Çocuk silah çekmiş yetmemiş, vurulamayınca kendini kaybedip beni vur der gibi üzerine yürümüşsün. 
Ben:Alkol bütün kötülüklerin anası.
Kuzen:Bu paylaşımını o an yapacaktın. Ya da bırakacaktın.
Ben:Üzerine yürüdüm dedim ya.
Kuzen:Meriç, akıllanmıyorsun.
Ben:Çünkü istemiyorum.
Kuzen:Bırak şimdi bu ölüm düşüncelerini de, bavulunu hazırla. Bak ben Bodrum’dayım. Nilüfer annesiyle beraber babasının son günlerini bekliyor burada. Doktorlar terminal aşamada olduğunu söylemişler. İstanbul’da aile mezarlıkları yokmuş. Buraya, Akyarlar’a gömmeye karar vermişler. Ben söyledim bazen plansız ölümler(ölümler hep plansızdırlar biraz) çıkabiliyor çokça ve yer sorun olabiliyor. Eğer çok yakın gömülürlerse mezar yaptırmak güçleşebilir, git ön hazırlığını yap dedim.
Ben:O zaman sen de bil, diyelim Meksika’da ölmedim. Geldim buralarda öldüm. Beni Beykoz’daki mezarlığa gömün. Dedemin yanına. Hiç görmediğim. Bahaneyle tanışırız. Hani şu Koru’da olan mezarlık. Abraham Paşa Mezarlığı, Şahinkaya olmaz. Orası çok yüksek. 
Kuzen:Hiçbir formül bulamazsak ve sen de çürümek için uygun bir mezarlık beğenemezsen eğer, Beykoz’daki evin arka bahçesinde yer alan kuyunun içine atalım seni istersen. 
Ben:Kefensiz mi?
Kuzen:Nasıl istersen. İstersen gelinlik giydiririz, öyle atarız. Söylerim ben mahalleden çocuklara, bırakırlar kuyudan aşağıya.
Ben:Dalga geçiyorsun. 
Kuzen:Geçilmeyecek gibi mi? Senden on altı yaş büyüğüm. Asıl ben ölürsem Şahinkaya’ya aile mezarlığımıza gömülmek istiyorum. Anneannem, babam, teyzem ve ablam orada yatıyorlar. Beni sakın Bodrum’a gömmeyin. Beş yıldan önce ölürsem sorun çıkabilir. Malum teyzemi yeni gömdük yanlarına. Üst üste olmuyormuş.
Ben:Beş yıl sık dişini madem. Yoksa kuyuya gidersin benden önce, ona göre. 

20181103_161635-01

MEXICO CITY :

Dünkü garip ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ve kıtalararası süren uzuun ve bıktırıcı uçak yolculuğunun ardından kendi kendime neden geldim ben buralara diye sorgulayadurayım, sabah olup hava aydınlandığında şehrin aydınlık yüzünü görmeye başlıyorum. Hayata karışmayınca olmuyormuş. Sicario filmine konu olan, akılalmaz işkence yöntemleri kullanan uyuşturucu mafyasının cirit attığı, dolayısıyla suç oranının yüksekliğinden insanların sokaklara çıksam acaba geri dönebilir miyim tedirginliğiyle yaşadığı, her köşe başında bir torbacıya rastlayacağınız bir şehir değil burası. Onun için Amerika’ya komşu sınır bölgelerini ziyaret etmeniz gerekiyor. Bir film çekmeyecekseniz ya da bir kitap yazmayacaksanız da bu son derece manasız olacağından, sizleri başkent Mexico City’i gezmeye davet ediyorum. İnanın pişman olmayacaksınız. Rehberiniz benim çünkü. Şehrin arka sokaklarından da bahsedeceğim, ama sonra. Şimdilik en güzel yerlerini gezerek başlıyoruz güne. Her şey turistik. Her yer de yerli yabancı turist dolu. Belediye işçileri yerleri süpürüyor. Burası Zocalo Meydanı. Ana meydan. Resmi ya da dini, her türlü şenlik ve tören  bu alanda yapılmakta. Cadılar Bayramı ertesi gelmiş olsak da sokakta hayat var, havada ise festival havasının tortusu. Bense bir devrim çocuğu olan ve Meksika’yla büyüyen Frida Kahlo’nun genç kızlığında arşınladığı yollarda yürüyor olmanın verdiği hazla dolaşıyorum sersem sepelek. Kelime dağarcığını Zocalo işportacılarının argosuyla zenginleştiren Frida, dahil olduğu topluluktaki erkek arkadaşlarından hayatı boyunca yitirmeyeceği sadakat duygusunu ve erkeksi dostluk anlayışını bu yollarda edinmiş. Bugün günlerden cuma. Aslında siz cumayı bitiriyorsunuz, bizlerse güne yeni başlıyoruz. Bense gece hiç uyumadım. Melatonin almalısın diyen Banuhan Güvenir’i dinlemediğim içinse bezgin bir fino kadar pişmanım. Olamaz bugün günlerden cumartesi. Her şey birbirine girdi bile.

20181103_174455-01

20181104_193800-01
Sister Act in Mexico City

20181103_181444-01

20181103_162404-01

20181103_181736-01

Bayılana kadar yollarda yürüme isteğiyle doluyum. Bir benzeri sevecen hislerle yaklaşıyorum Meksikalılara. Fakat Babil Kulesi’nin yıkılışının üzerinden uzun bir zaman geçmiş olduğundan ve bu zaman zarfında ikinci bir lisan öğrenme gayretinden çok daha büyük meşguliyetleri olduğu anlaşılan Meksikalılarla İngilizce konuşarak anlaşmanın imkansızlığını kavramam çok fazla vaktimi almıyor. Yine de gayretkeşler ve bana en evrensel dili kullanarak yol tarifinde bulunuyorlar: İşaret dilinin sonsuz kıvrımlarıyla yolumu çiziyorlar. İyi kalpli Meksika halkı. Hiç bu kadar net konuşmamıştım bir ülkenin halkı hakkında. Elbette kötüleri de vardır ama genel olarak iyiler ve bu çok şaşırtıcı geliyor. Bunun şaşırtıcı gelmesi ise başka türlü şaşırtıcı bu arada. Azılı bir katil olmasa da, bizde Şark kurnazı(bir Doğulu iseniz ve bu tabirden rahatsızsanız, olmayınız çünkü bu bir tabir sadece) olarak tabir edilen bir Meksikalı arayışı içine giriyorum ama bulamıyorum. Şark kurnazının nasıl bir canlı türüne denk geldiğini tarif etmeme yetecek miktarda İspanyolcam olsaydı bile ortalama bir Meksikalı’nın bunu anlayabileceğini sanmıyorum. Hayatları boyunca da karşılarına çıkmadığını düşünmekteyim. Bu arada yakın zamanlarda bilim adamları tarafından ispatlanan bir insanlık gerçeğini paylaşacağım burada sizlerle. Yalakalık genlerle geçiyormuş. Yani ne yalaka dediğin adam bunu güdüsel olarak gerçekleştirmekteymiş, sonradan olma, sonradan görme bir hal değilmiş bu. Adamın genlerinde var bu huy ve genlerinde şark kurnazlığı bulunmayan Meksikalılar içinse bu durumu anlamak cidden imkansız.

20181103_170139-01

20181103_163232-01

20181103_181103-01

20181103_195021-01

Can boğazdan her türlü gidebileceğinden, Meksika mutfağından da bahsetmek gerekiyor bir parça. Amerikalılar’ın ayıla bayıla yedikleri ahım şahım bir mutfakları yok mesela, çünkü fast food diyarında yeşil fasulye sosu ya da kaktüs salatası kıymetli olsa da, ne mantının, ne enginarın, ne de dolmaların yerini tutamıyorlar maalesef. Zeytinyağı yok. Aslında hayatım boyunca bu kadar korkunç yemekleri hiç bir arada yiyememiştim. Yemiş bulundum. Otel kahvaltısındaki domuz etleri çok ağır kokuyordu. Ne olduğunu anlayamadan yemeye çalıştığım pek çok şey oldu. Haşlanabilir mısırın yapraklarının içine tıkıştırılan lapanın ne olduğunu çözemedim mesela. Yedim ama. En azından kokmuyordu. Kundağa sarılmış bir bebek gibiydi. Sokaklarda bir bütün halinde satılan domuz etinden yapılan sucuklar, yanında omlet ve fasulye ana yemekleriydi ve sanki bizim dönerler gibiydi. Bu ve benzeri gıdalarla beslenen Meksikalılarınsa ciddi obezite sorunları var gibi görünüyor. Yağlı ballı adamlar ve kadınlar daracık blüzlerle ordan burdan taşan yağlarını bir gram umursamadan dolaşıyorlar serbest serbest. Katolik Kilisesi’nin baskın duruşunun yanında cinselliğin baskı altına alınmadığını görüyorsunuz. Çiftler yollarda özgürce öpüşüyorlar. Anadolu’yu düşünüyorum da, tek gidersin nerden gelmiş, kesin bizim için gelmiş derler(tabii ya durduk durduk, bulamadık bulamadık, siz gıymetli ve az bilmiş çok yanılmış Anadolu erkeklerini bulmak için düştük yollara), Ankara’nın göbeğinde taciz ederler, turiste kuytuda tecavüz ederler. Burada nüfus çok, halkının da fakir olduğu düşünüldüğünde gitmeden önce yapılan tüm uyarılara rağmen ve fakir bölgelerine de gitmiş olmama rağmen suça meyilli kimseyi görmem mümkün olmadı. Binmiş olduğum tüm ticari taksilerdeki şoförler nazikti. Yazımı okumakta olan az sayıdaki okuyucumu yanlış yönlendirmek istemem ama dediğim gibi gönül rahatlığıyla dolaştım sokaklarında, çarşı ve pazarlarında. Çok yoksulluklar gördüm ama dilenmeyi bilmeyen bir halkla karşılaştım. Öte yandan Frida’nın, Diego’nun, Inarritu’nun, Lubezki’nin, Cuaron’un, Arriega’nın doğduğu topraklardayım. Saygı duyarım. Hepsi teker teker düş dünyamı aydınlatmış, ufkumu açmışlardır. Inarritu’nun benim hayatıma ışık tutan, nerdeyse bir pencere açmış olan filmi Babel’le çıktığım Meksika yolculuğuma Frida’yla devam ettim bir zaman sonra. Onlarla olduğum her anın kıymetini bildim. İyi ki sanat ve sanatçılar var. Kim icat etmişse etmiş ama pek çok insanın yavan ve döngüsel olarak kısır olan hayatlarında bir nefes almalarını sağlamak için seçilmiş olmanın ayrıcalığını bilmem, sadece tahmin edebilirim. 

20181103_234234-01

20181103_234953-01

FRIDA :

Sene 2002, bir kadın yönetmen çekiyor Frida’nın filmini: Julie Taymor. Filmin yapımcılarından biri de aynı zamanda başrolünde oynayan Selma Hayek. Meksika’nın “ulusal hazineler”inden birini beyazperdeye yansıtan aktrist bu rolüyle Oscar alamasa da, hayatının filminde hayatının rolünü veriyor. Ödülü kime mi kaptırıyor? “The Hours” filmindeki Virginia Woolf rolüyle Nicole Kidman’a. Oyunculuklardan geçtim, ben Woolf’u da başka severim çünkü. O yüzden filmden geçiyor ve Coyoacan’da bulunan Frida Kahlo Müzesi’ni gezmeye koyuluyorum. Başımı kaldırdığım anda duvarda gördüğüm Frida’nın tüylerimi diken diken eden sözüyle karşılaşıyorum: “Hey ayaklar! Uçmak için kanatlarım varken, size niye ihtiyacım olsun ki : Who needs feet when I’ve got wings to fly.” Aylarca yatağa bağlı yaşamış Frida’nın ölüme attığı çalımın, başkaldırışın ifadesidir bu sözler. Hem de bir komünistin dudaklarından dökülen.

Frida’nın yazgısını değiştirecek olan kazaya gelecek olursak, Meksika’nın Bağımsızlık Günü’ne denk gelmesiyle başlayabiliriz. Hiçbir başarı savaşsız olmaz. Kendisi “Kılıç boğayı nasıl delip geçerse tutunduğumuz demir vücudumu öyle delip geçti.” diye anlatır kaza anını. Tramvay, Frida ve erkek arkadaşının içinde bulunduğu otobüsü parçalar, böler. Tıpkı Frida’ya yaptığı gibi. Henüz daha on sekiz yaşında bir genç kızdır. Bekaretini kaybetmiştir, böbreği işlevini yitirir, çişini yapamaz, omurgası hasar görür. Omurgada üç kırık, köprücük kemiğinde kırık, üçüncü ve dördüncü kaburgada kırık, sol omuzda çıkık, kalçada üç kırık, karında ve vajinada delinme, sağ bacakta on bir kırık, sağ ayakta çıkık. Götürüldüğü Mexico Kızılhaçı’nın hastanesindeki doktorlar parçaları bir araya getirirken, iyileşemeyeceğinden emindirler. Kendisine adanmış olan bir ifadeyi paylaşacağım burada. “Olağandışı bir yaşam gücünün beslediği, görülmemiş bir acıya dayanıklılık kapasitesini iyi tanıyamamaktan ileri geliyordu bu inanmazlık.” Doktorların ölür dediği bu bir damlacık kızın, bu çetin cevizinse bırakmaya niyeti yoktur. Kaza esnasında aynı otobüste olan erkek arkadaşına yazdığı mektuplardan birindeki dirayeti ve kaybetmediği mizahıysa inanılmazdır gerçekten. Üç ay bir yatakta sargılar ve alçılar içinde yatmak zorunda kalan Frida kendisine callejera der yani sokak süpürgesi, ölümeyse Pelona yani Kel Kafa. Bir callejera bir pelona’yı süpürür. Ölüme kafa tutmuş bir güvercindir Frida. Kara tavuğun kanatlarını andıran kaşları, kat kat çoraplarla kapatmaya çalıştığı aksak bacağı ve sıska bedeninin yanında kendisinden yirmi yaş büyük, yirmi santim uzun, yüz kilo da ağır olan yetenekli ressam Diego Rivera ile evliliğine olumsuz yaklaşan babası bir fille güvercinin evliliği olarak tanımlar bu hali. O güvercin ve fil tüm fırtınalara, sert esen tüm rüzgarlara rağmen Frida ölene dek birbirlerini bir şekilde tamamlarlar. Dışardan bakıldığında görülen uyumsuzluk yüzünden ideal bir çift gibi görünmeseler de, evlilikte ideal çift diye bir şey’in kimbilir kimler tarafından atılmış olan koskoca bir palavradan ibaret olduğunun bilincinde olduğum yaşlardayım en azından. Hiçbir evlilik ideal değildir, olamaz da. Sevgi de sonradan kazanılamaz. Asla.

Müze kalabalık mıydı diye soracak olursanız, kuyruk bekleyerek girildiğini söyleyeceğim. Dünyanın dört bir yanından her gün yüz binler ağırlanıyor burada. İnsanlar akın akın geliyorlar Frida’yı görmek için. Müzenin bir diğer ismiyse “La Casa Azul”. Mavi Ev demek. Troçki’de burada misafir edilmiş. Bahçesi Marakeş’teki Yves Saint Laurent’in Majorelle’ini anımsatıyor. Patti Smith de buradaymış. Noguchi’nin Kelebekleri şiiriyle karşılaştığımda ustanın ustaya saygısına tanık oldum. Bahçede ve evin içinde çiftin birbirleri ve evlilikleri için sarf ettikleri pek çok içli söze rastlamak da mümkün. Frida’nın kendi gökyüzünü çizdiği aynalı yatağı, bastonu, eserleri canlıymış gibi bekliyorlar sizi. Ömrü boyunca 22 cerrahi müdahale geçiren Frida 47 yaşında burada ölmüş. Benden sadece dört yaş büyükmüş. Günlüğüne yazdığı şu son sözlerle veda etmiş hayata: “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umuyorum”. Umuyorum ben de.

20181104_000830-01

BENDEN SİZE SON SÖZLER :

Gezi yazılarını okurken otel fiyatları, ulaşım türleri ve benzeri bir takım açıklamalar bekleyen şanssız okuyucular için diyebilirim ki, yanlış kapıyı tıklattınız. Meksika’yı bir tablo olarak düşündüğünüzde, o tablonun ressamı benim bu defasında. Her fırça darbesinde ben varım, Meksika değil. Her satırına gömüyorum kendimi. Kendi algıladığım şekilde bir Frida var karşınızda. Bu yazımı nasıl şekillendireceğim hususundaki bir başka rehberimse hiç geçmeyen melankolisiyle hayata direnen Patti Smith ve onun M Train’i oldu. Ve burada da karşıma çıktı bir şekilde. Umuyorum bu hayatta ve bir başka hayatta yazımda adı geçen her bir sanatçıyla tanışma fırsatım olur. Bir gün olacağını biliyorum, sadece süre veremiyorum.

Benden bu kadar. Şimdilik. Meksika yazılarımsa henüz bitmedi.

Donde no puedas amar, no te demores.” Frida

”Sevgi basitti. Karmaşık olan bizlerdik.” Frida

20181103_235432-01

DÜNYANIN UZAK UCU : BİRİNCİ BÖLÜM, MEXICO CITY’e GİDİŞ

20181102_072231-01

DÜNYANIN UZAK UCU : BİRİNCİ BÖLÜM, MEXICO CITY’e GİDİŞ

GİRİŞ :

İçinden kaçmak, uzaklaşmak geliyor. Bu sebeple başka bir ülkeye, yeni insanlar görmeye, bir yerin yerlisini yerinde görmek üzere düşüyorsun yollara. Bir filmin rüzgarına kapılıyorsun bazen, bazen de bir kitabın vuruculuğuna. Kimi kaderinde varmış görmek diyor, eğer gidip görebilmişsen. Bizler mi yaratıyoruz kaderlerimizi, kaderlerimiz mi bizi biz yapıyor bilemeden de sürükleniyoruz çoğu zaman sert esen rüzgarların etkisiyle. Halide Edip Adıvar’ın Hindistan’a Dair’i, mutsuz bir çiftin hikayesinin anlatıldığı Rossellini’nin Journey to Italy’si, yine bir başka mutsuz çiftin hikayesinin içinden geçtiği bir Paul Bowles uyarlaması olan Esirgeyen Gökyüzü, yazarlarının, yönetmen ve senaristlerinin yaptığı ziyaretler esnasında yaptıkları gözlemler ve esinlenmeler olmasa olmayacaklardı muhakkak. Öte yandan hiç mi neşeli, mutlu çift yok seyahate çıkan? Kitaplar, filmler neden mutlu çiftleri tatile göndermiyorlar diye soracak olursanız, hayatından sıkılmış olmasan, arayış içinde olmasan neden yollara düşesin ki? Önemli olan ne aradığını, ne istediğini bilmekte. Tek kriteri bu olmalı insanın, hayatındaki anlam arayışında ne istediğini bilirsen hayat bir parça daha kolay atlatılıyor sanki. Arayışının bir noktada sonlanacağını içten içe biliyor oluyorsun en azından. Neden buraya geldiniz diye sorduğunuz pek çok insan size o kitap, bu belgesel, şu filmden etkilenerek meraktan buradayım cevabını verecektir. Merak geçerli bir neden olmakla beraber, çok da tatminkar olduğu söylenemez. Bana soracak olursanız ben bıkkınlıktan düştüm yollara. Gidebileceğim en uzak noktaya gidiyorum, çünkü hayatımdan, kendimden, etrafımdaki vazgeçilmez gibi görünen herkesten kaçasım var. Herkesten uzaklaşasım. Bıkkınlık en tatminkar cevap bence seyahate çıkmak için geçerli bir neden olarak. 

D91E0082-A666-46C0-9037-EF9CAAB98980

Gelelim o filme, şu filme derken, Babel filmini rehber ediniyorum kendime. Filmde anlatılan kelebek etkisinin ve hem de kendi evlilik krizlerinin ortasındaki çiftimizden Cate Blanchett’ın canlandırdığı Susan’ın turistik bir gezi esnasında vurulmasının bir evliliği nasıl kurtardığına tanıklık ettik Fas çöllerinde. Japonya’dan gelen ve Bedevi ailenin oğullarından birinin eline geçen silahtan çıkan merminin etkisiyle bir başka çölde-işe bakın burası Meksika, emanet çocuklarla kaybolan yetenekli Adriana Barraza’nın canlandırdığı Amelia’nın çilesiyle ilerledik aç susuz Meksika çöllerinde. En ağır bedeliyse Habil ve Kabil mitini canlandıran kardeşlerden Habil ödedi kuşkusuz. Bizler o öyle bu böyle derken, Mexico City doğumlu yazar ve senarist Guillermo Arriega’nın filmin yönetmeni bir başka Meksikalı ve Oscarlı yönetmen Inarritu ile beraber dehalarını konuşturuşlarına şahit olduk bir yandan, bir yandan da hayal gücünün dumanlı perdesinin ardından çıkıveren ve başrolde oynayan realizmle beraber bizlere 143 dakikalık görsel bir şölen sunan kalemlerin gücünü izledik. Kendi hikayelerimizin kahramanı olan bizlerse çıktığımız seyahatlerde Babil kulesinden arta kalan farklı lisanların günümüzdeki kurbanları olarak iletişim kurmaya çalışıyoruz birbirimizle. Hiç İspanyolca bilmediğim ve Meksikalılar da İspanyolca dışında bir dil bilmedikleri halde bir şekilde yolumu buldum bu koca şehirde. Rehberimin Babel filmi olacağı hiç aklıma gelmezdi bu anlamda. Ama oldu işte. Bir de kulağımda onun sesi Tanrı Türkçe biliyor diyen. Hiç yalnızlık çekmedim bu yüzden. Kendimi onca koşturmacanın içinde en çok dinlediğim seyahat bu oldu herhalde. Çünkü çoğu zaman içimdeki sesle konuştum, kimselerle diyalog kurmam mümkün olmadığı için. Kendim çaldım, kendim söyledim kısaca.

20181102_082748-01

20181102_080942-01

20181102_072525-01

GİDİŞ :

Önüme çıkan herkese söyledim. Gitmek istemiyorum. Herkese de teklif ettim. Biletim biletindir, yolum da yolun, kısaca “sen git”! Biri ben Almanya’ya gidiyorum dedi, diğeri güldü geçti. Seyahat kısmı bana kaldı kısaca. Kaderimle uzlaşmazsam, bana oynayacağı oyunları biliyorum. Benden daha acımasız olduğunu biliyorum çünkü. Sabaha doğru beş gibi kalkacak olan uçak için iki buçuk gibi havaalanında olmam gerekiyor, ağırdan alıyorum, çantamın fermuarı bozuluyor, her şey ters gidiyor. İşaretler beni delirtiyor. Alelacele çağırdığım taksinin şoförüne de sen git diyorum. Olur mu öyle şey, ne güzel git gez gel diyor. Tamam da istemiyorum. Canım istemiyor, kimselere anlatamıyorum. İsteksizlik korkunç bir şey imiş. Tek istediğim yok olmakken. Bunlar hep ama hep bıkkınlıktan.

Air France’la Paris üzerinden aktarmalı olarak uçacağım. Charles de Gaulle’de saatlerce sürecek bir bekleyişin ardından, yine uzuun saatler boyunca Meksika’ya gidiş sürecek. İlk kısım fena geçmiyor. Fakat havalimanında geçmeyen saatler yaşıyorum.  Saçma sapan şeyler yiyip içiyorum. Mağazaların dergi ve kitap reyonlarını geziyorum. National Geographie’de konu yine mültecilik. Venezuela’dan çıkmış daha iyi bir hayat için Güney’e yani Brezilya’ya doğru yola koyulmuş binlerce mülteci arasından bir aile ile yapılan röportajda yemek için yola çıktıklarını anlatıyor evin reisi. Fakat Brezilya’da da durum pek parlak değil. Hikayeler hangi kıta, hangi ülke, hangi komşular arasında olursa olsun o kadar benzer ki. Brezilya elbette ki bu davetsiz misafirlerden dolayı mutsuz ve isteksiz; biz müsait değiliz dese de, 2017’den beri 58000 Venezuela’lı akın akın gelerek yerleşmişler bile. Hamakta yatıyorlar, bir aile bir nefeslik bir çadırı paylaşıyor, gün boyu kahve satan bir kadın bir öğünlük yemeğini çıkartabiliyor ancak. Mecburi ya da değil, ben veya o, o diyar bu kıta hiç durmadan hareket halindeyiz. Umut daha iyi bir yaşam için. Amerika sınırına yürüyen Meksikalılar, Brezilya yolundaki Venezuelalılar, Türkiye’den Avrupa’ya her şeyi göze alarak deniz yoluyla geçmeye çalışan Suriyeliler, Afganlılar, İranlı ya da Kürt mülteciler. Hepsi benzer kaderleri yaşıyorlar. Herkes daha iyi bir hayatın peşinde, herkes ekmeğinin derdinde. Bunların arasında en güç olanını söyleyeyim, bir aile babasıysan ve yanında namusundan, boğazından sorumlu olduğun bir karın ve çocukların varsa ve onların yanında, onlara rağmen kötü muamele görüyorsan, işte o an insanlığın bittiği ana şahit olmuşsun demektir. Yıllar yıllar evvel Kars Sarıkamış’tan bindiğim otobüsteki Afgan adama karısının ve iki çocuğunun önünde anasının gözü bir muavin tarafından yapılan aşağılamayı hiç unutmadım. Karısının kolunu uzun süre tuttuğunda gıkını çıkartamamıştı zavallı adam. Dünya böyle aşağılık, böyle namussuz adamlarla dolu işte. Bir başka aşağılık adam da beni buluyor seyahatimde. Yanımda oturan Cezayirli olduğunu söyleyen ve hiç durmadan bana bakan, ne yiyip ne içtiğimi kontrol eden bir yağ tulumu. Ayakkabılarını çıkartıyor, okuduğum kitaba göz gezdirip hangi dilde olduğunu soruyor. Meksika’ya kadar beraber uçmak zorundayız ve kaçabileceğim bir başka boş koltuk yok. Hostese kolçağın içindeki televizyon ekranını çıkartamadığımı söylediğimde, üzerine vazifeymiş gibi göğsümü ezerek ekranı çıkartıyor. Sadece sarışın ve yaşça benden büyük hostesin yüzünü hatırlıyorum ana dair. Ben yaparım diye adama doğru müdahale ediyor can havliyle. İki kadın bakışıyoruz. Rezil olduğumu düşünüyorum. Bir de şahidim var artık. Bu adamı normal şartlarda öldürebilirim. Yüzüne yumruk atabilirim, birkaç dişini indirebilirim, dişlerini yutturtabilirim, onu boğabilirim ama sesssiz kalıyorum. Artık hiç konuşmuyorum, dönmüyorum da ondan tarafa doğru. Fakat hiç durmadan beni izliyor. Ekranda sorun yaşadığımda müdahale ediyor. Ekranı kapatıyorum, okuduğum kitabı kapatıyorum, kendimi kapatıyorum. Hiç durmadan of çekiyorum. O kadar sıkılıyorum ki, damarlarım yırtılacak sanıyorum. Kımıldayamıyorum. Bir anda yerimden fırlıyorum, hostes endişeyle bana bakıyor şimdi cıngar çıkacak diye. Arkaya geçiyor ve bir viski söylüyorum. Sek. Gelip aynı koltuğa oturuyor ve viskimi içiyorum. Cezayirli şaşkınlıkla beni izliyor. Sonra yine aniden yerimden fırlıyor ve bir viski daha alıyorum. Onu da Cezayirli’nin yanında içiyorum. Sonra sakinleşiyorum. Biraz. Sarsıldığımı hissediyorum. İki el kollarımdan tutuyor. Az evvelki hostes. Uyan, az kaldı diyor İngilizce. Benim için İngilizce konuşuyor. Sızmışım ve gelmişiz. Ağlamak istiyorum. Ama bir bebek gibi ağlamak için çok yaşlıyım. Yanımda iğrenç bir adamla seyahat ettiğimi hatırlıyorum ve mecburen ayılıyorum. Koltuk değiştirmeyi bile akıl edemediğime yanıyorum. Aşağıya inebilirdim. Uçak iki katlı çünkü. Pilot kabinine bile gidebilirdim. Kahretsin. Dilim tutulmuş, aklım durmuş, irademi kaybetmişim. Sağduyumu en çok. Ama adamı dövmedim. Bu da bir şey, Daha önce yaptığım oldu çünkü.

20181102_184117-01

SONUÇ :

Uçak sakince konuyor. Kemerlerimizi çözdüğümüzde ilk iş hostesi arıyor gözlerim. Artık gülebiliyorum. Duyguları gözlerinden okunan kadınla sessizce selamlaşıp, yanımdaki domuzun yanından uçarcasına ayrılıyorum. Bagajları beklerken görüyorum onu, bana bakıyor umutsuzca. Gözlerinde umutsuzluk olan bir pislikmiş yalnızca. Gözüme o kadar zavallı görünüyor ki. Ben seni normal şartlarda, kendi ülkemde olsam durmaz yumruklardım. İçimden yükselen tek his öfke ve şiddete şiddetle karşılık vermek. Şimdi anlıyorum. Bana ısrarla neden nereli olduğumu sorduğunu. Fransız olsaydım beni taciz edemezdi. Haddini bilmek zorunda hissederdi. Beni az gördü. Yalnız gördü. Diş geçirebileceğini düşündü kendince. 

Meksika akşamları soğuk bu arada ama ben sıcak hissediyorum. Hem viskiden, hem de bir pislik yüzünden. Sıla’yı gayet iyi anlayabiliyorum. Yediremezsin. Bazen. Her şeyi göze alırsın. Hepimiz bir şekilde, bir yerlerde tacize uğruyoruz. Bundan kaçmak için çarşafa girmemize gerek yok. Hayattan kaçamazsın. Ama susmayacağız da. 

Meksika’ya bu duygularla indikten sonra kapalı ve yağdı yağacak havanın etkisiyle iyice kapanıyorum. İnsanlar gözüme kötü görünüyorlar. Eve dönmek istiyorum ama o kadar uzağım ki. Hava o kadar karanlık ki. Odaya gidip duş alıp uyumaya çalışıyorum. Başaramıyorum çünkü jet lag olmuşum. Bir de Cezayirli fobim var artık.

Hiç mi güzel bir şey yaşamadın, mülteci krizi, üçüncü dünya ülkesinden bir vatandaşın tacizi, bunlar biraz ağır olmadı mı diye soracak olursanız, evet yaşadım. Bir tanesi ben Paris havaalanında uçağımı beklerken yan masama gelen bir vejetaryen erkeğin tabağındaki yemeklere olan minnetini gösterişindeki zerafete tanıklık etmemdi. Ellerini birleştirerek şükretti nazikçe. İkincisi havaalanında gezdiğim sergiydi. Üçüncüsüyse bizde henüz hiçbir kitabı yayınlanmamış Amelie Nothomb’ın son kitabının arka kapağında yazan sözün harikalığıyla çarpılmam oldu: “ La personne qui aime est toujours la plus forte.” Google translate s’il vous plait!

20181102_073417-01

İLK HEDEFİMİZ GİRİNTİLİ VE ÇIKINTILI EGE DENİZİ KIYISINDA KONUMLANMIŞ MUĞLA İLİMİZİN SAHİL ŞERİTLİ İLÇELERİNDEN ÖNCE DATÇA, SONRA FETHİYE : İKİNCİ BÖLÜM, DATÇA ve BETÇE

20180807_142608-01

İLK HEDEFİMİZ GİRİNTİLİ VE ÇIKINTILI EGE DENİZİ KIYISINDA KONUMLANMIŞ MUĞLA İLİMİZİN SAHİL ŞERİTLİ İLÇELERİNDEN ÖNCE DATÇA, SONRA FETHİYE : İKİNCİ BÖLÜM, DATÇA VE BETÇE

ÖNCE KNİDOS :

Datça’da görmediğim tek yer olan Knidos’u ziyaret edeceğim bu defasında. Ukte kalmıştı içimde, o yüzden ne yapıp edip gerçekleştireceğim bu ziyaretimi. Palamutbükü üzerinden çok kilometreler süren bir yolculuk olduğunu öngörüyor sorduğum herkes. Razıyım diyorum ben de. Otelde aldığım sakin bir kahvaltının ardından sakin sakin düşüyorum yollara. Öyle de biniyorum araca. Yollar sakin mi, sakin. Şoförümüz çılgın ve bıçkın sadece minibüsün götürdüğü Knidos’a giden şu virajlı Betçe köylerinin engebeli yolları üzerinde(bu cümleyi tek nefeste okuyacak ve durup yanlış aramayacaktınız!). Yerlisi, yazlıkçısı, çalışanı indikten sonra üç kişi kalıyoruz aracın içinde. Üç Knidos heveslisi olarak acıktığımız takdirde ne yiyeceğiz diyoruz şoföre. Dur size tost yaptırayım bizim köyden diyor. Köyüne telefon açıyor, üç tost siparişi veriyor. Benimki karışmasın diyorum, yani karışık olmasın. Yazıköy’e geldiğimizde mola veriyoruz ve tostlarımızı satın alıyoruz. Sonra da kaldığımız yerden yolculuğumuza devam ediyoruz. Knidos’a vardığımızda saat bir’e gelmek üzere ve antik kenti, akabinde de çevreyi gezmek için az bir vaktim olduğunu görüyorum. Antik kent sıcak kavururken iyice antikleşiyor hem gözümde hem beynimde. Yüz metre ötemdeki denizin hayaliyle geziyorum tarihin içinde. Yukarıda deniz feneri, az ötemdeyse güneşin alnında harıl harıl tarih çıkartmaya çalışan görevliler var. Eli işte gözü oynaşta hesabı, bense masmavi suları kesiyorum uzaktan. Sıcakta pişe pişe insan tarihle hamur misali yoğrulamıyor. Önce can diyor, Kültür Bakanlığı’nın hediyelik eşya satan dükkanına atıyorum aynı canımı. Burası bile daha antik şu an benim için, çünkü kliması var. Alıcı olmayan gözlerle serinlemek için dolaşıyorum minicik dükkanın içinde. Sonra da kendimi can havliyle koyun mavi sularına bırakıyorum. Su problemi olduğundan duş alabilecek yer bulamıyorum. Tuzlu tuzlu haşlanmak üzere bir kez daha düşüyorum yollara. Kahve ve çay molası veriyorum. Üst katı restoran, alt katı kafeterya olarak hizmet veren işletmenin serin bir köşesine sığınıyorum. Nokta atışı yapmış olduğumu idrak ediyorum bir süre sonra. Yan masamda bu yerin yerlisi iki adam oturuyor. Yerel ağızla konuşmaları dikkatimi çekiyor. Birer bira içip, köylerinde kim var kim yoksa çekiştiriyorlar. Tam yerine düştüm diyorum. Çaktırmadan dinliyorum ikisini. Çok fenayım biliyorum. Diğer masalarda turist olarak gelmiş aileler var. Onlar çaylarını yudumlayıp gazetelerini okurken, ben burada adını sakınacağım köylerinde kim kimdir, kiminledir, oğlu kızı nicedir nesi var nesi yoktur tek tek öğreniyorum. Birinin telefonu çalıyor, açar açmaz napıyo sen diyor karşı tarafa. Konuşma erken bitiyor da birbirlerine dönüyorlar aceleyle. Rahatsızlık veriyo mu sene diyor beriki, bilmem kimin bilmem ne oğlu için tarlaları sattırıp duru, her şey onda diyor. Karı kız da var mı diyor beriki, olmamı diyor öteki. Soruph dururlar bekar oğlun var mı deye emme babası cevap veremiyor utancından oğlunun yularını tutamaya. İçki diyor içki diye soruyor meraklı olan, bilen tarafa. Yani diyor, karı kız var diyok, illaki olcek diye lafı yapıştırıyor öteki de. Hıııı diyor diğeri, birbirlerine çok da derin anlamlar yüklü olmayan bir bakış atıp sessizleşiyorlar. Emmiye üzülmedikleri aşikar olmakla beraber, ikisinin de en az bir oğlu olduğunu düşünüyorum. Köy dedikoduları bunlar ama yine de temkinlisinden. Kimsenin kızını çekiştirmiyorlar, bilmem ne emminin oğlunun şanı yürüyor sayelerinde. Emmi tek tek tarlaları sata dursun, bıçkın ve yaramaz oğlu çoktan efsane olmuş dillerde.

20180807_141328-01

20180807_124403-01

20180807_123827-01

ŞİMDİ YAZI, SONRA CUMALI :

Kalkar kalkmaz tuvaletin yerini soruyorum. Sonra da restoranın çıkışına geliyorum. Biri yaşlıca, diğeri genç iki kadın çalışan masaya oturmuş öğle yemeklerini yiyorlar. Mutfakta çalışıyorlarmış. Oturup oturamayacağımı soruyorum. Buyur diyorlar, köylerle ilgili sorular soruyorum onlara. Yazıköy’den Cumalı’ya yürüyerek gidebileceğimi, aradaki mesafenin kısa olduğunu söylüyorlar. Yanımda taşıdığım purodan ikram ediyorum. Genç olanın sigarası bitmiş, hayır demiyor. Öksürtür mü diyor, açılırsın diyorum. Sonra da yanlarından ayrılıyorum. 

20180807_153512-01

20180807_145853-01

20180807_151533-01

Yazıköy’de badem kıran dört kadının olduğu yere geliyorum. Rahat rahat yere oturmuşlar. Benimse dizim, kıçım ve bacaklarım ağrıyor onların oturduğu şekilde. Bir sandalye çekiyorum ben de ve geçip oturuyorum başlarına. Badem kırmaktan vazgeçmeden dolayısıyla başlarını işten kaldırmadan ama beni de ihmal etmeden sorularımı cevaplıyorlar. Beni minibüs şoförü yeğenin Mert gönderdi buraya diyorum grubun yaşça en kıdemlisine. Pakize Hala ne istediğimi soruyor. Meseller, hikayeler, şiir, kısaca ne olursa diyorum. Başlıyor ezberinden içinden Atatürk geçen, Yunanın denize döküldüğü tüm şiirleri okumaya. Makineli tüfek gibi okuyor ezberden. Bu arada kendisi de dahil olmak üzere badem ayıklama işini hız kesmeden sürdürüyorlar azimle. Araya girip bir şey sormama fırsat vermediğinden, dinlemekle yetiniyorum. En nihayet duruyor ağzına sağlık, sizden iyi bir avukat olurdu diyorum. Torunu oldu zaten diyorlar. Son kez düğünlerde dümbelek çalarak yüz açan bir hanımdan daha bahsediyorlar. Nerede diye soruyorum, köy mezarlığında diyorlar. Çalışkan bacıları bırakıp tekrar yola koyuluyorum. Yaş ortalamasının yüksekliği karşılaştığım yaşlı yüzlerin sıklığıyla kendini gösteriyor. Cumalı mezarlığından gördüğüm kadarıyla küçük bir mezarlıkları var. 89 yaşındaki Hüseyin Amca’dan sonra yaşı hakkında kesin bir fikri olmayan Hafize Ana ile karşılaşıyorum. Tahmini bir rakam veriyor. Şu kadar bu kadar derken, orta yolu buluyoruz. Doksan kulağa hoş geliyor. Onun da fotoğrafını çekmek istediğimi söylüyorum. Kapımın önünde çek fotoğrafımı diyor. Evinin kapısına kadar yürüyoruz. Bu yaşlarda baston olmazsa olmazları, bir de ağır işiten kulakları. Kaygısızca poz veriyor o da, tıpkı Hüseyin Amca gibi. Çekinecek bir şeyleri yok. Burada doğmuş, burada büyümüş, muhtemelen de burada ölecekler. Cumalı Köyü’ndeki mezara da gömülecekler. Geldikleri yer belli, gidecekleri yer belli. Aradaki süreyi sokaklarını ezberledikleri köylerinde kendilerini güven içinde hissederek geçirmişler besbelli. Kulakları el verse sohbet edeceğim uzun uzun ama ne mümkün.

 

Cumalı Köyü’ne giden bir araca biniyorum. Yazıköy’ünde hususi araba daha çok diyorum. Knidos’a giderken yol üstünde olduğu için diyorlar. Nihayetinde beni iki dakikada Cumalı Köyü kahvesinin önünde bırakıyorlar. Şaşkınlıkla etrafıma bakıyorum. Neden Cumalı olduğunu sonradan öğreniyorum. Çevredeki beş altı köy ahalisi cuma namazını kılmak üzere tek camili köy olan Cumalı’da toplanırlarmış. Tek cami buradaymış çünkü. Kahveden içeriye giriyorum. Çay kahve servisi yapan bir kadın bu arada. Kendisi buranın işletmecisi de. Kimsenin yadırgadığı bir durum da değil üstelik. Gözünü sevdiğimin Ege’si diyorum burada. Bir soluk almak için oturuyorum ve minibüs saatini soruyorum. Ben ağzımı havaya açmışken bir minibüs geçiyor. Önümde bir saat var ve şaşkınlıkla ben şimdi ne yapacağım burada diye soruyorum. Derken Özdemir geliyor. Tek kardeşli ve henüz ilkokula giden Özdemir. Benimle taş oyna diyorum. Tamam diyor. Onu altı sıfır yeniyorum. Üzerine az evvel üç tanesini bir liradan aldığım elmamdan ikram ediyorum ona. Şimdi yiyemem tokum, sonra yiyeceğim deyip beraberinde götürüyor ikram olan elmasını. Anlaştığımız üzere ben kazanırsam ona dondurma ısmarlayacaktım, o ise bana tuvalet bulacaktı. Oyun sonunda kahvedeki tuvalet erkekler tuvaleti, kahvenin hemen dışındaki de kapalı olduğu için beni götürdüğü bir evin tuvaletine giriyorum. Çıktığımdaysa dünya varmış diyorum. Neden sonra Özdemir gidiyor yanımdan hiç fark ettirmeden, belki o da sıkışmıştı kim bilir. Çocuk, güzel çocuk gitmiş bulundun aniden. Bahçe elmalarından biraz daha satın alıyorum. Yediğim tüm şehir kazıklarını düşünüyorum ister istemez. Sonra da yiyeceklerimi düşüne düşüne durağa doğru yürüyorum. Bir kız geliyor bakkaldan aldığı gazozu içerek. Sonra da şapkasız siperliksiz güneşin altına oturuyor. Pişeceksin diyorum. Yok ben dayanırım diyor. Derken bir kızla oğlan gelip geçerken yanacaksın orada diyorlar kıza. Yok ben yanmicam(yanmayacağım) diyor. Gitmekte olan kızla oğlanın arkasından bakıyorum. Kız dar ve kısa bir kot şort giymiş, üzerinde askılı blüz, ayaklarında parmak arası terlikler. Yanındaki oğlanda sigarasını tellendire tellendire yürüyor. Kahveden çıkanlar, oturanlar ama en çok da ben ve güneşin altında oturan kız bakıyoruz arkalarından onlar uzaklaşıp yok olana kadar. Kimse tek laf etmiyor kızın arkasından. Bir Anadolu Kasabasında şöyle de bir şortla geç bakalım attıra attıra kahvenin önünden Kız afet gibiydi bu arada. Görmesen de dinlemen çok zamanını almaz zaten arkandan edilen dedikoduların. Ege’nin köyleri medeni arkadaşım. Hele Bademler’e git bakalım, herkesin kapısının önünü süpürdüğü, bir tane çöpün sokağa atılmadığı, kızlarının mini mini şortlarla sokaklarında dolaşma özgürlüğünün olduğu… Her neyse kahveden çıkan adamın güneşin altında oturmaktan artık vazgeçen kızın babası olduğunu öğreniyorum yanıma gelip kendini tanıtışından. İzmir’de oturuyorlarmış. Emekli olunca bütün bir yazı burada geçirir olmuşlar. Konuşkan, sıcakkanlı insanlar. Kışın İzmirli, yazın Cumalılılar. El sallayarak uzaklaşıyorum. Datça’nın köylerinden şimdilik bu kadar.

20180807_154613-01
Cumalı Köyü, Betçe, Datça

İLK HEDEFİMİZ GİRİNTİLİ VE ÇIKINTILI EGE DENİZİ KIYISINDA KONUMLANMIŞ MUĞLA İLİMİZİN SAHİL ŞERİTLİ İLÇELERİNDEN ÖNCE DATÇA, SONRA FETHİYE : BİRİNCİ BÖLÜM, DATÇA ve REŞADİYE

20180806_161902-01

İLK HEDEFİMİZ GİRİNTİLİ VE ÇIKINTILI EGE DENİZİ KIYISINDA KONUMLANMIŞ MUĞLA İLİMİZİN SAHİL ŞERİTLİ İLÇELERİNDEN ÖNCE DATÇA, SONRA FETHİYE : BİRİNCİ BÖLÜM, DATÇA ve REŞADİYE

GİRİŞ :

Karadan da yol var, seni götürür dediler. Bense yüksek sezonda sayısı üçe çıkmış olan feribotlardan en erken kalkanıyla geçmeye karar veriyorum Bodrum üzerinden Datça’ya. Ağustos’un ilk günleri bunlar. Sezon yüksek, yüksek olmasına ama bayram yoğunluğu da yok daha. Sabah dokuz feribotuna binmek üzere erkenden çıkıyorum yola. Saat sıfır yedi kırk beş ve ben Bodrum’dayım bir başıma. Belediye araçları yolları yıkıyor, esnafsa haftasonu telaşından dolayısıyla yorgunluğundan sıyrılamamış olsa gerek, çok erken açamamış dükkanlarını, açanlar da uyku mahmuru ayılmaya çalışıyor. Bugün pazartesi. Unutmuşken hatırlıyorum. Ortalık sakin. Bodrum’un bir de bu yüzü var; daha sevecen, daha naif. Dükkanların içinden potansiyel müşteri gözüyle bakmıyor kimse size. Tadını çıkartıyorum tenha sokaklarının. Tadını çıkartıyorum yalnızlığımın. Bir saatten biraz daha fazla vaktim var, bırakın da tadını çıkartayım! Lütfedin!

Orası mı burası mı derken cam kenarı olması şartıyla feribotun içinde rastgele bir yere yerleşiyorum. Tam vaktinde kalkıyoruz. Çeşit çeşit insan denizi yara yara ilerleyen ceviz kabuğunun içinde kafamızda binbir düşünce, umut ve belirsizlikle gidiyoruz karşı kıyıya bizi nelerin beklediğini bilmeden. Hava sıcak, kapalı bölüm ondan da sıcak. Türk kahvesi alma hevesiyle büfeye yöneliyorum. Kahvemi alınca da dışarı çıkıyorum. Neskafesini döküp saçan ve Datça’ya varmak için sabırsızlanan genç bir kız, bir de ayakkabılarını çıkarmış yere çıplak ayaklarıyla basan bir adam var en köşede. Yanlarına gidiyorum. Adamın ayakkabılarının içindeki selpaklara bakıyorum. Ben bir şey demiyorum. Fal kapatıyorum. Fal mı kapattınız diyerek dönüyor adam benden tarafa doğru. Neden yaptığımı bir bilsem demiyor, diyemiyorum; öylesine diyorum ben de. Kaç para burda kahve diye soruyor. Beş lira diyorum. En son kahveye dünya para istediler diyor. İyiymiş diye de ekliyor beş lira için. İtalya’da yaşıyormuş. Burada ise Türkbükü’nde. Türkbükü’nde kahve de dahil olmak üzere her şeyin fiyatı güzeldir ya malum. Yirmi bir sene önce Akyarlar’a gelip ev bakmış. Evler küçüktü, ama deniz çok güzeldi diyor. Hiçbir şey eskisi gibi kalmıyor, değişti artık diyorum. Benim yaşlarımda adam dediğim adam. Üç aşağı beş yukarı. Hayatını sorguluyor içinden, tatlı dilli dışardan. Doğrudur diyor. Karı koca Datça’da kalacaklarmış. İlk defasında Palamutbükü’nde kalıp, başka bir yere gidememişler. Hayıtbükü diyorum Beach filminin geçtiği Maya Bay’e benzer diyorum. Di Caprio’nun filmi diye mırıldanıyor. Ben Hayıtbükü’nde kalacağım diyorum. Bunu söylerken dört gece olarak planladığım Datça gezimin sadece iki gün süreceğini ve oradan Fethiye’ye geçeceğimi bilmiyorum henüz. Üstelik iki geceyi de Datça merkezde bir otelde geçireceğimi de. Hayat sürprizlerle dolu. Bu kısacık sohbet beni neşelendiriyor. Artık iyice yaklaşmış bulunuyoruz Datça’ya. Ayakkabılarının içinde peçete olan adam, Bodrum, hepsi siliniyor aklımdan karaya çıkınca.

20180806_154907-01
Durmuş Amca

DATÇA ve REŞADİYE :

Feribot çıkışında yolcu bekleyen iki minibüsten bir tanesi ile merkeze, diğeri ile Hayıtbükü ve diğer büklere gidebileceğimiz söyleniyor. Taksiye binmiş olsaydım Hayıtbükü deyip giderdim belki de ama tereddüte düşüyorum böyle olunca. Çevremdeki insanları dinliyorum. Çoğunluğun merkeze gitmek telaşına düştüğünü görünce, yığının öfkesine değil de rüzgarına kapılarak  merkezde karar kılıyorum saniyeler içinde. Ve en nihayet merkez diyorum gürleyerek. Neden yaptığımı bilemeden, çok da deşmeden merkezde iniyorum. Yapmayacağım her şeyi yapıyor ve Datça’nın göbeğindeki bir otele giriş yapıyorum. Bir defalığa mahsus kendimi sıcak ve tuzlu sularına bırakıp yola çıkıyorum sonra da. Bakalım yol boyunca yapmayacağım daha neler yapacağım!

İkinci gelişim olduğundan daha az heyecanlıyım. Babamın doğduğu yer Datça Reşadiye’de alıyorum soluğu. Son bıraktığımdan beri değişen bir şey yok gibi görünüyor. Muhtar kapalı. Erkekler köyün iki kahvesinde yer alan masaların sandalyelerini kaplamış harıl harıl taş oynuyorlar. Yollarda karşıma çıkan amcalara köyün yaşlısı kimdir diye soruyorum. Beni alıp köyün en yaşlısının evine götürüyorlar. Durmuş Amca uzandığı yerden kalkıyor misafirlerinin geldiğini görünce. Şaşılası derecede sağlam bir kemik yapısı, berrak bir zihni var. Kulakları ağır işitiyor sadece. Bu yaşta böyle olabilir miyim diye soruyorum kendi kendime. Cevap veriyorum yine kendi kendime mümkün değil diye. Ege köylerinde sizi şaşırtacak yüzler karşınıza çıkacaktır, şaşırtan da bir zihniyet. Özellikle de turizme açılmamış köylerinde rastlayacağınız türden bir şey bu. Kendi yağlarında kavrulup gidiyorlar. Nesli tükenmekte olan aydın zihniyette köyler bunlar aynı zamanda. Giyim kuşam serbest, zeytinyağı serbest, badem serbest, içmek serbest. Böyledir Ege’nin köyleri, bir başka türlü aklını alır insanın hiç hissettirmeden.

20180806_161006-01
Rüzgar Kafe

İki sene önce geldiğim Rüzgar Kafe’ye uğruyorum yine. İki sene önceki haliyle de buluyorum buraları. Caminin bitişiğinde yer alan ulu ağaçlarla bezeli yaz kış açık bu yerde yegane molamı veriyorum. Gül Ayşe’yi de bıraktığım yerde, o aynı haliyle buluyorum. Güneş gözlüklerimi çıkardığımda hatırlıyor beni. Reşadiye’nin sıcağında kavrulduktan sonra huzur buluyorum burada bir anlık da olsa. Ne yemek var diyorum, tost ve bamya imiş alternatiflerim. Tostta karar kılıyorum. Vakit darlığından onu da paket yaptırıyorum ve bu sene turizme açılan Mehmet Ali Ağa Konağı’na gitmek üzere yola koyuluyorum Gül Ayşe’nin hatırlatmasıyla. Deniz’i soruyorum son anda, onun hayatı çok değişti, o evlendi diyor Gül Ayşe. Tebrik et benim için diyorum, sonra da vakit darlığından tostumu paketleterek ayrılıyorum. Kim ki bu Deniz diyecek olursanız iki sene önceki Datça ve Reşadiye yazımı okumanız gerektiğini buradan hatırlatırım.

20180806_163021-01

Konak, bahçesi ve çehresiyle insanı eski zamanlara götürüyor. Resepsiyonda bulunan Melike Hanım geceliği 100 euro diyor. Euro’nun, dolar’ın uçtuğu şu zamanda fiyat ortalama gelire sahip bir aile için yüksek olsa da, değer mi sorusuna değer elbet diyerek yanıt vereceğim. Çünkü içeri girdiğiniz andan itibaren sessiz ve vakur konak sadece size aitmiş hissi veriyor. Yemyeşil her taraf ve de yüksek yüksek ağaçlarla çevrili. Küçücük bir havuzu var içeride. Denize hususi aracınızla gidebilirsiniz yahut da shuttle ayarlıyorlar otelden. Malum Reşadiye’de deniz ne gezer! Fakat onun dışında tam bir Osmanlı Konağı’nda yaşadığınız hissiyle doluyorsunuz bu tarihi eski konağın içinde dolaşırken. Birkaç gecesini buraya ayırmalı insan bence. Buna değer, buraya değer.

Adetten Eski Datça’ya uğruyorum bu geldiğimde de. Sırf ayıp etmeyeyim diye. Neden mi bu isteksizliğim? Çünkü çok fazla fotoğraf makinesi ya da akıllı telefonunu kapıp da gelen var buralara. Girdiğiniz her ara sokakta elinde telefon olana poz veren pozcu yüzler yapmacıklaşmaya başlıyor bir süre sonra ve her şey anlamını yitirmiş gibi geliyor insana böyle olunca. Dostoyevski’nin turizmi sevmediği kadar var. Peki benim ne işim var burada? Ne Dostoyevski olur benden, ne de Reşadiyeli özünde.

Bu arada attığım binlerce adıma karşılık olarak dilim damağıma yapışıyor ve çalışanının da, yerli halkının da simalarını değişmemiş bulduğum Orhan’ın Yeri’nde buluyorum kendimi. Bir portakal suyu söylüyorum azıcık güç toplamak için, rahat bir soluk alabilmek için. Bir süre sonra lokmalar geliyor koskoca bir kasanın içinde. Çalışan gençler bir o lokmaya bir bu lokmaya batırıyorlar kürdanlarını. Sonra da birer birer mideye indiriyorlar lokmalarını. Tepsinin başına üşüştükten beş dakika sonra lokmaların pek çoğunun dibine darı ekiyorlar el ve ağız birliğiyle. Az evvel ağızlarına götürdükleri kürdanlarıyla kalan lokmaları bir tabağa yığıp kasayı boşaltıyorlar en nihayet. Bense tuvaletin yerini soruyorum olan biteni izledikten sonra. Hesabımı ödeyip yola koyuluyorum sonra da. Akşam konser var amfitiyatroda. Amfitiyatrosuna şehrin merkezinden yürüyerek beş dakikada ulaşabileceginiz daha pratik bir yer görmedim ben daha. Bodrum’daki tam bir kabus, bildiğin araba mezarlığına dönüşüyor ortalık. Buradaysa sakin sakin geldiğin konser alanında, yerini kolaylıkla bulup bekliyorsun ki şarkıcın sahneye çıksın. Sıla’ya kavuşuyorum bunca kolaylık sayesinde. Fena da geçmiyor konser hiçbir şarkısının sözlerini bilip eşlik edemesem de. Hırslı bir kadın var sahnede. İş olarak ne istediğini bilen, duygusal olarak karma çorman vaziyette.

20180806_165441-01

SÜRPRİZ ROTA, DÖRDÜNCÜ DURAK : MALATYA

20180420_122343-01

SÜRPRİZ ROTA, DÖRDÜNCÜ DURAK : MALATYA

GİRİŞ :

Dört gün dört gecenin sonunda üzülerek ayrılıyorum Mardin’den. Madden elimde kalanlar bolca telkari, bir şişe Süryani şarabı, Noyanlardan da bir hatıra. Hepsi bu kadar. Anılar mı? İfadem el verdikçe anlatıyorum teker teker ve de sırasıyla elbette. Artık geri dönme vakti geldiğine göre, tıkış tıkış dolan valizimi resepsiyona indirip düşüyorum yollara. Amacım sakin bir il bulabilmek. Neden mi, çünkü birkaç gün içinde 23 Nisan ve otellerde yer bulamadığımdan neşe dolamıyor insan. Antakya’da tüm oteller dolu. Bu durum Urfa ve Antep için de geçerli. Ben de çareyi rotamı Malatya’ya çevirmekte buluyorum. Niğde sakin mesela, Elazığ aynı şekilde ve de Kayseri. Bu iller göç veren iller tatil müddetince. Genel tabloya bakıldığındaysa Türkiye yollarda. Turizm denen şeyi açıklamakta zorlanıyorum bazen. Ülkenin en batısında yaşıyorsun ve meraktan, hava değişimi olsun diye ya da neyse ne, kendini yollara vuruyorsun. Doğu’daki bir heves Batı’ya geliyor, Batı’dakiyse Doğu’ya. Kilometreler karşılıklı yer değiştiriyor. Güneşi görenler kara koşuyor, yağmurdan usananlar baharı kucaklamaya gidiyor alelacele. Hava değişiminin hakkını veriyoruz biz iç turizm yolcuları olarak. Neden Malatya diyecek olursanız, çok popüler bir tatil beldesi değil ve ben de ne ile karşılaşacağımı hiç bilmeden düşüyorum yollara. Bol bol kayısı yerim hiçbir şey bulamazsam diyorum. Kahvaltıda, öğle ve akşam yemeklerinde, üstüne de ara öğünlerde yesem zaten seyahatimin önemli bir kısmını tuvalette geçirmiş olacağımdan vakit de su gibi akacaktır. Detoks programı için en harika destinasyonu bulmuş olmaktan ötürü nasıl gururluyum anlatamam. Yine de bana teselliyi kayısıda aratmayacak bir durak olmasını diliyorum içten içe. Kimler Malatyalıydı diyorum, Turgut Özal buralıydı en iyi bildiğim. Başka da kim var ki Malatyalı derken, Google yardımıma koşuyor ve inceliyorum kalem kalem kim var kim yokmuş diye. İlyas Salman Arguvanlıymış mesela. En merak ettiğim ilçelerden biridir Malatya deyince. Kemal Sunal da buralıymış. Yasemin Yalçın da öyle. Sırf komedyenler mi derken, İsmet İnönü’den Ahmet Kaya’ya geniş bir yelpaze açılıyor önüme. Kayahan bile. Doğru mudur bu google? Eğer doğruysa, ünlü bir sünnetçi çıkarmışlığı bile varmış Malatya’nın. Sünnet mühim meseledir.

YOLDA :

Diyarbakır üzerinden Malatya’ya gideceğim. Bir karış açık ağzımla geçiyorum Diyarbakır’ın içinden. Yüz katlı binalarla şehrin çehresi o kadar değişmiş ki, tanıyamıyorum. Ne ara yapıldı bunlar buraya onu da bilemiyorum. Minibüsün bir büyüğü, otobüsün bir küçüğü ile çıkıyorum yola, hem de ön koltukta. Yol arkadaşımsa bir üniversite talebesi çoğu zaman olduğu gibi. İnönü Üniversitesi’nde okuyor imiş. Aslen Diyarbakırlı olunca karşılaştırma yapmasını istiyorum ondan. Malatya yaşaması kolay bir şehir ama yapacak fazla bir şey yok diyor. Diyarbakır içinse tam tersini söylüyor. “Malatya’da yapacak fazla bir şey yok” cümlesi aklımı kurcalasa da unutuyorum bir zaman sonra. Rehberlik öğrencisi, Mathilda’ya benzeyen yol arkadaşım Ermeni kökenlerinden bahsediyor. Kilometreler alıyoruz bir yandan. Bir süre sonra iptidai şartların hüküm sürdüğü, bariz fakirliğin yolları süpürdüğü bir yere geliyoruz. Burası neresi diye soruyorum yol arkadaşıma. Ergani diyor. Yine her yer toz toprak burda. Minibüsten büyük, otobüsten küçük aracımız duruyor sağda. Ve ben o anda görüyorum onu. Elinde bastonu, kafasında kasketi, burma bıyıklarıyla. Avını sessizce izleyen kaplan gibiyim. Sesim soluğum kesiliyor. Hemen yol arkadaşıma dönüyorum. Onu diyorum, onu istiyorum. Aynı zamanda anlayışlı da olan yol arkadaşım sen git al gel, ben minibüsten büyük, otobüsten küçük aracımızı bekletirim diyor. Gözlerimi kısıyor, koşarak avımın bulunduğu acentenin içine giriyorum. Bu sefer avım sakin, bense kalıbıma sığmıyorum. Yanına yaklaşıyorum bir yandan ürkütmeme gayreti içinde, diğer yandan vahşi bir ihtiras beynimi ele geçirmişken. Fotoğraf diyorum, fotoğrafını çekmek istiyorum. Bingo! Avım tek kelime Türkçe bilmiyor. Olsun. Bende de Kürtçe yok. Orta yolu bulacağız bir şekilde. Gözlerimi kan bürümüş, vahşi bir şekilde arkama dönüyorum. Halimden korkan bir kız dedem o benim, Türkçe bilmez diye ekliyor. Fotoğraf diyorum. Kız dedesine derdimi anlatıyor. Avım kaderini kabulleniyor, torunu çekin diyor ve ben de çekiyorum. Minibüse bindiğimde gözbebeklerimdeki şeytani parıltılar zafer işareti olarak parlıyorlar. Hiç aynaya bakmadığım halde biliyorum. Her zaman öyle oluyor çünkü.

20180419_123903-01

Diyarbakır karayoluna paralel olan Hazar Gölü’nün yanından geçiyoruz. Değil. Hazar Gölü’ne paralel olarak yapılmış olan karayolundan geçerken Van Gölü’nden sonra beni şaşırtan ikinci göle bakıyorum. Suyun olduğu yerde hayat var gerçekten de. Yol boyunca gözlerimi alamıyorum manzarasından. Aynı paralellikte yazlıklar çarpıyor gözüme. Her defasında Mardin’den Urfa’ya oradan Antep’e, en nihayet Antakya ya da bir başka benzer güzergahı kullanarak Anadolu’ya geçtiğimden, bu yol ve gördüğüm ilkler beni çok heyecanlandırıyor. En çok da Maden ilçesini beğeniyorum. O kadar sinematografik ki. Bir tepenin üzerine kurulmuş kuş yuvalarını andıran evler karşılıyor sizi karşıdan. Fotoğraf çekemediğim gibi, bu duruma hayıflanacak zaman da bulamıyorum. Çünkü minibüsten büyük, otobüsten küçük aracımız mola veriyor. Mola yerinde lokanta kısmından içeriye girip menüye bakıyorum. Sonra da burun kıvırıyorum. Sonra da burun kıvrışıma burun kıvırıp fiks menülerinin kişi başı fiyatını soruyorum. Yirmi lira diyor. Hepsi mi diyorum. Hepsi diyor. Kavurma et, pilav, salata, ayran, tepeleme ekmek, yanında da karanfil ve ele dökme kolonya ikram. Gözlerim doluyor bu rakam karşısında. Bakıyorum herkes yiyor, ben de yiyecem diyorum. Hırslanmış görüyorum kendimi. Gözlerim bir kez daha doluyor sonra da. Böylelikle gözlerim beynimin verdiği duygu pompalamasıyla bir günde iki kez dolarak olayın duygusal boyutunu tamamlamış oluyor.

Elazığ il merkezine yaklaştığımızda koskocaman bir ilan dikkatimi çekiyor. İlanda yaklaşık olarak şöyle diyordu: “Bundan böyle bekleyen bir Elazığ değil, (Malatya gibi)alan bir Elazığ olacak”. Bu ilanın, dolayısıyla bu fikrin muciti olan zatı muhteremin çevre illerle sorunu olduğunu düşünüyor insan ister istemez. Bir tür rekabet, geri kalmışlık ve bundan duyulan sıkıntının mevcudiyetini hissediyorum ilandaki birleştirilmiş tek cümle sayesinde. Rocky filmi afişi gibi. İyi beslenmiş, konfordan palazlanmış Rus hasmının karşısında merdiven inip çıkarak, öküz yerine saban çekerek, karlı kayın ormanında karlara batıp çıkarak koşuşturan zavallı fakir Rocky geliyor gözümün önüne. Elazığ öyle bir şey işte.

MALATYAA MALATYAA, BULUNMAZ EŞİN…:

…isimli ve de sözlere sahip türkünün menşei olan şehre ayak basmış bulunuyorum. Kocaman bir çarşısı var. En çok satılan şeyse kuru kayısı ve ceviz. Kabuklu ceviz, kabuksuz ceviz, renk renk, paketli paketsiz, ister kiloyla ister taneyle(yine abarttım) satın alabileceğin kayısılarsa gani. Onun dışında da yüzlerce mağazada binbir çeşit ürün var satılmakta olan ve de her türlü ihtiyacınızı giderecek olan. Bayram öncesi tur otobüsleriyle dolu yollar. Havalar ısınınca Nemrut turları başlayacakmış pek yakında. Buradan da Nemrut’a gidiliyor imiş. Sonradan da keşfettiğim üzere burada yapılacak pek fazla şey yok. Bunu da ertesi günkü Darende gezimde anlıyorum. Darende yapay bir cennet. İnanmak istediğin takdirde, burası inanç turizmine yönelik daha çok. Darende’de umduğumu bulamıyorum. Tipik bir taşra kasabası. Belediye bünyesinde güzel yemekler yiyebilirsiniz mesela. Benim aklımda o kalmış en çok. Bir de yukarıya çıktığımda pembeydi sanırım bir köşk çarptı gözüme bu kimin acaba diye. Karşıdan gelmekte olan iki ortaokul talebesine sordum burası neresi diye, hazretlerinin dedi çocuklar. Bir de cuma günü itibariyle hazretleriyle karşılaşıverdim namaz saatinde, derhal erkanı sıraya girdi elini öpmek, sıkmak gayesiyle. Meramını belirtmek için peşinden koşan kadınlar vardı filan derken, ben dediğim gibi soluğu belediyenin restoranında aldım. Yaşayan hiçbir hazrete inanmamak gibi bir huyum var. Kimse benden üstün değil; yetenekli olabilir, akıllı olabilir, cesur olabilir, olabilir olabilir, çok şey olabilir, her şey olabilir. Ama hazret…

Şimdi anlıyorum neden herkesin burada yapacak bir şey yok dediğini. Şehir güzel, çarşı derli toplu, kayısı gani, koca kampüslü üniversitesi iyi, insanları zaten plakası gibi dört dörtlük ama görülecek yeri kısıtlı civardaki. Darende suni, binalar çok yeni, usta taş işçiliği görmek mümkün değil. Diyarbakır’ı Sur kurtarır mesela. Mardin’e bir saat uzaklıktadır. Urfa da yakındır. Buranınsa keşfedilecek ören yerleri kısıtlı. Tarih eser hiç yok gibi. Şehir planlaması doğru düzgün sadece. Parkları, oturulacak alanları, kebapçısı, pastanesi hepsi var ama turistik bir şey yok. Burası Doğu ama ne tam doğu gibi ne de batı. Ne güney gibi ne güneydoğu. Çok tuhaf bir takım koordinatların tesiri altında kalmış bir ilimizdeyim. Söyleyebileceklerim şimdilik bu kadar.

20180420_120125-01

MALATYALILAR :

Çok iyi insanlar. 44 olan plakası gibi dört dörtlük Malatya halkının saflığı anlatılmaz, yaşanır ancak. Merkezde bir bakkal dükkanına girip fotoğrafınızı çekebilir miyim diyorum mesela, tam anlayamıyorlar söylediklerimi ve almıyoruz diyorlar. Ben bir şey satmıyorum ki diyorum. Onlar da pek çok insan gibi ne yapacaksın bizi fotoğraflayıp diyorlar. Bu klasikleşmiş girişten sonra gerekli izinleri kopartıp fotoğraf çekmeye koyuluyorum. İçeride iki kişiler ve elinde baston olan amca hiç istifini bozmuyor ben fotoğraflarını çekerken. Memnun olup olmadığını ifadesinden anlamak mümkün olmuyor. Ama istemese çıkar giderdi sanıyorum, o ise kımıldamıyor bile. Bakkal sandığım kişi aslında dükkan sahibi değil, bakkalın yeğeni imiş. Sahibi ise yakın zamanda kaybettiği eşinden sonra hastalanmış, aslında görünürde bir şeyciği yokmuş ama… Beni bir de çarşının içindeki berbere gönderiyor. Selamımı söyle kendisine diyor. İşim nedir? Gidiyorum ve buluyorum İbrahim Abik isimli berberi. Komplekssiz, dürüst, alçakgönüllü, sakin mizaçlı bir başka Malatyalı olan berber Abik de kabul ediyor teklifimi. Öyle mi böyle mi durayım derken çekiyorum onu da poz poz. Sonra da teşekkür ediyorum. Olsun diyor beni seçtiğiniz için biz size teşekkür ederiz diyor. Tıpkı konuşurken bir zambağa siz diye hitap eden şair gibi.

Görüşlerini beğenip beğenmemek size kalmış olmakla beraber, hakkını teslim etmek gerekir ki toleransı yüksek bir politikacı ve devlet adamı idi Turgut Özal, tıpkı çoğu Malatyalı gibi.

20180420_181204-03

20180420_182344-01-01

20180420_181254-01

Bir Ay Doğar İlk Akşamdan Geceden:
Malatya/Arguvan-Hasan Durak-İhsan Öztürk

Bir Ay Doğar İlk Akşamdan Geceden
(Nedem Nedem Geceden)
Şavkı Vurmuş Pencereden Bacadan
(Dağlar Gışımış Yolcum Üşümüş)
Uykusuz Mu Kaldın Dünkü Geceden
(Nedem Nedem Geceden)
Uyan Uyan Yar Sinene Sar Beni

Dağlar Gışımış Yolcum Üşümüş Nasıl Edem Ben
Dağlar Haramı Açma Yaramı Perişanım Ben

Yüce Dağ Başından Aşırdın Beni
(Nedem Nedem Yar Beni)
Tükenmez Derdlere Düşürdün Beni
(Dağlar Gışımış Yolcum Üşümüş)
Madem Soysuz Bende Göynün Yoğudu
(Nedem Nedem Yoğudu)
Niye Doğru Yoldan Şaşırdın Beni

Dağlar Gışımış Yolcum Üşümüş Nasıl Edem Ben
Dağlar Haramı Açma Yaramı Perişanım Ben

Aşağıdan Gelir Eli Boş Değil
(Nedem Nedem Boş Değil)
Söylerim Söylemez Gönlüm Hoş Değil
(Dağlar Gışımış Yolcum Üşümüş)
Bir Güzeli Bir Çirkine Vermişler
(Nedem Nedem Vermişler)
Baş Yastığı Kendisine Eş Değil

Dağlar Gışımış Yolcum Üşümüş Nasıl Edem Ben
Dağlar Haramı Açma Yaramı Perişanım Ben.

Üzerine türkü tanımam. Daha nice güzel türkülerin kaynağı olan ve zamansızlıktan kaçırdığım Argıvan’ıysa “Arguvan Türkü Festivali” zamanında görmek dileğiyle. Şimdilik benden bu kadar. Bu yazımı hangi saatte okuduğunuza bağlı olarak iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler!

SÜRPRİZ ROTA, İKİNCİ DURAK : BİTLİS

20180414_151539-01

SÜRPRİZ ROTA, İKİNCİ DURAK : BİTLİS

GİRİŞ :

İlk durağım olan Van’dan ayrılacağım gün geldi çattı. O kadar memnun kaldım ki bir gün daha uzatabilirim diye geçiriyorum içimden burada kalacağım gün sayısını. Fakat daha sırada çok il var görmek istediğim. Sırf bu yüzden bir parça hüzünle ve yine yağışlı bir günde terk ediyorum Van’ı. Bitlis’in ilçesi Tatvan’a gitmek üzere yola çıkıyorum. Otogara vardığımda halk arasında basiret bağlanması denen şey gelip beni buluyor ve hangi otobüs firması olduğuna bakmaksızın atlıyorum ilk kalkan otobüse. Tekrar geçiyorum aynı yolları bugün de. Sağım Van Gölü, solum Gevaş yolu. Yaklaşık iki, iki buçuk saatlik bir mesafe Van Gölü manzarası ile geçecek diye seviniyorum. Ve an itibariyle de yolu yarılamış bulunuyoruz. Telefonum çalıyor o arada. Arayan arkadaşımla aramdaki diyalog şu şekilde gelişiyor. Sonrasında da şunlar şunlar oluyor :
-Nörüyon?
-Nörim? Yoldayım.
-Yolculuk nereye?
-Bitlis’e.
-Bitlis?
-Evet. Bitlis.
-Şarkiyatçı mı oldun başımıza.
-O neden?
-Doğu’dan çıkmaz oldun. Ege’nin suyu mu çıktı? Trakya’ya çıksana.
-Gittim ben Trakya’ya.
-Kaç defa?
-Bir defa.
-Az.
-Az mı?
-Az.
-Sen kaç defa “çıktın” Trakya’ya?
-Hiç, ama ben iddialı ve ihtiraslı değilim bu ve benzeri konularda.
-Ben iddialı ve ihtiraslı oluyorum, öyle mi?
-Öyle.
-Öyle olsun.
-Başka yer mi yoktu gidecek? Ne var yani Bitlis’te? Beş minarenin mi peşine düştün, anlamadım ki!
-Anlamaman hakkımda hayırlı olabilir.
-Benim de senin bu gitmekte olduğun tehlikeli ve anlamsız destinasyonlardan haberim olması senin hayrına olabilir.
-Ne gibi?
-Başına bir iş gelse ne yapacaksın? Araba çapsa, başın sıkışsa, PKK inse?
-Farkındaysan mevzu ya hep çıkmak, ya da inmek.
-Ben böyleyim. Issız yerlerde dolanma fazla.
-Peki.
-Silah mı taşısan acaba?
-Çıldırdın galiba?
-Hayır, nefsi müdafaa. Şu küçük spreylerden alalım sana.
-Gezen mi daha paranoyaktır, oturan mı’nın canlı örneğisin. Şüpheli insanların yüzüne gözüne sprey mi sıkayım yani?
-Olabilir. Gerekirse sık. Onlar çökmeden sen çök.
-Nereye çökeyim?
-Düşmana.
-… Piyasadaki iyi ilaçlarla tedavin mümkün olabilir aslında.
-… Öyle mi diyorsun?
-Bilmiyorum mola verdik. Benim kapatmam gerek artık.
-Öyle mi diyorsun? Tedavisi var mı gerçek benim?

CENDERME :

Telefonumu kapatıyorum ve kimlik kontrolü başlıyor. Herkes kimliğini hazır ederken, ileride başımıza iş açacak olan ve üzerinde Arapça yazılar olan birkaç kimlik çekiyor dikkatimi. Jandarmalar her noktayı arıyorlar. Otobüsün içi köstebek yuvasına dönüyor. Halılar kalkıyor, gizli bölmeler eldivenle yoklanıyor. O sırada köylü bir kadın can havliyle iniyor otobüsün ön kapısından. Bağırıyor jandarmaya “cenderme cenderme, çuvalın içindeki yumurtalarımı kırma”. Kırk beş dakikalık yolum kaldığından dünya umrumda değilmiş gibi davransam da, çevirinin uzamasından kıllanmaya başlıyorum. Lanet tuvaletim geliyor. Zaten hep garip zamanlarda gelir. Dakikalar yarım saate, o da bir saate bağlandığında ve şoför de, muavin de ortada olmayınca aşağıya iniyorum diğer yolcular gibi. Bu molaya tek sevinen kişi bakkal oluyor. Herkes bir şeyler alıyor ondan. Atıştırmak zamanı hafifletiyor. Bense hala gideceğimden umutluyum. Bu arada zaman uzuyor ve tuvaletin baskısına dayanamayıp jandarmanın yanına gidiyorum. Daha çok var mı diyorum. Bazen ağzımdan çıkanı kulağım duymuyor gerçekten. Otobüsteki yerime dönüyorum tekrar. Fakat şoför hala yok, diğer şoför ve muavin de. Ortada ellerinde bakkaldan bulduklarını yemeye çalışan şaşkın yolcular var. Bir yarım saat daha geçtiğinde jandarmaya tuvalet soruyorum. Portatif tuvaletimiz var diyor. Geçici demek istemiş olabilir. Acaba nasıl ki diye düşünürken, kapısını tıklattığında dolu olduğunu görüyoruz. Üstelik giren çıkmak bilmiyor. Jandarma artık girmesen daha iyi olur gibisinden bana bakıyor. Sessizce onaylıyor ve yolun karşı tarafına geçiyorum. Caminin tuvaleti var diyor dükkan sahipleri ve kahvenin içindeki adamlar. En nihayet buluyorum tuvaleti. Belki aylar öncesinde temizlenmiş, belki de yıllardır ne su ne klorak görmemiş çarpıcı yüzüyle karşılaşıyorum. Hayatım boyunca gördüğüm en pis ilk on tuvalet arasına zirveden giriş yapabilir. Ya da ilk üç. Tuvaletin her santimi pis olabilir mi? Kolera, sıtma, dizanteri olmak maksadıyla girilebilir ancak böyle bir tuvalete. Şu anki soğukkanlılığımla o anla dalga geçiyor görünebilirim. Oysa ki manzarayı ilk gördüğümde soğukkanlı filan değildim. Bağıra bağıra kahveye girip, köpek bağlasan durmaz burda dediğimi hatırlıyorum. Adamlar hak verdiler gerçi. Bir tanesi bakım yok dedi. Kapı bile yok dedim. O da mı yok, su yoktu hani dedi biri diğerine dönerek. Nerede ne yaptıklarını, nerede ne olduğunu bilmeyen adamların arasına düşmüşüm.

Birden sevinç kaplıyor içimi. Otobüsümüz hareket etmiş, bana doğru sesleniyor muavin. Bir saatlik yol, ha var ha yok artık önümde, tutarım bende benimkini içimde bundan böyle diye düşünerek bindiğim otobüste öğreniyorum ki Tatvan’a değil, Yoldöndü Köyü’ne gidiyormuşuz jandarma karakolunun olduğu yere. Elbette cenderme eşliğinde. Neden ki diyorum. Bir kız hastane randevum kaçtı diye hayıflanıyor. Öteki babasını arıyor ve sesinde kabullenmişlikle karışık acı var. Kısık sesle otobüsü kilitleyecekler galiba diyor. Benim pişmanlığım köye varıp da otobüsten indiğimde iki katı artıyor. Hangi turizm firmasının arabasına bindiğimi görüyorum. Sabah sabah can havliyle bindiğim firmanın adına bile bakmadan atladığımı, kimsenin benden kimlik istemediğini hatırlıyorum acıyla. Sonra da araçta Afgan ve Suriyeli ya da birinden birine mensup dört kaçağın olduğunu öğreniyoruz. Ama altıma yapacağım nerdeyse. Benzeri pişmanlığı taşıyan yolcularla dertleşiyoruz. Meraktan ya da başka sebeplerden yanımıza gelen köy halkına tuvalet bulun bana diyorum. Aşağıda resmini paylaştığım evin tuvaletini kullanmak için gidiyorum koşa koşa. Kız girin diyor. Artık o kadar yılmışım ki, her şeye razıyım diyorum. Yeni gelinin evine düşmüşüm. İlk defa şans yüzüme gülüyor. Tuvalet mis. Bu da hayatım boyunca gördüğüm top ten tuvaletlerden en temizi olarak zirveye oturuyor. Sürprizli çünkü. Musluklar kireç bağlamamış. Mis gibi sabun, çamaşır suyu kokuyor her yer. Pırıl pırıl. Gözlerim kamaşıyor. Sonra da şu sevindiğin şeye bak zavallı şey diyorum aynadaki bana. Daha da enteresanı evsahibini evde bulamıyorum çıktığımda. Beni tuvalette bırakmış gitmiş. Evde yalnızım. Merakla mutfağa bakıyorum. Mis gibi, sandalyeler düzen içinde dizilmiş. Tek bir kırıntı yok yerde. Kendi kendime evin kapısını açıp çıkıyorum. Allah razı olsun diyeceğim yine yok evsahibi. Sırıta sırıta otobüsün yanına geliyorum. İki saat de burada bekliyoruz. İki şoför ve muavin geliyorlar aynı anda. O kadar çok ceza yemişler ki, yol boyunca Kürtçe öfke içinde patrona bağırıyor daha çok ceza yiyen. Yolcular olarak bu asabiyete saygı gösteriyor, çıtımızı çıkarmıyoruz. Muavine soruyorum ne oldu o dört kaçak diye. Onlar kaldı diyor muavin. Daha da yorum yapmıyoruz. Bir saatlik yolu uçarak yarım saatte alıyoruz. İkinci kaptan gergin gergin direksiyon başına geçiyor. Ben Tatvan’da iniyorum. İstanbul arabasına bindiğimi bile yeni kavrıyorum. Bunca sinir bozukluğuyla nasıl gidilir onca yol, Allah bilir. Bir şeyler atlatıyorum ama ne atlattığımı ben de anlamaz haldeyim ve saat üç buçuk, dört itibariyle Tatvan’a varmış bulunuyorum.

20180413_120312-01

BİTLİS :

Tatvan Bitlis arasının yirmi dakika sürdüğünü öğrenir öğrenmez akşamımı değerlendirmek üzere yola çıkıyorum. Bitlis merkezde iniyorum. Yağmur diniyor nihayet. Çarşısı erkekten geçilmiyor. Tatvan’ın Bitlis’in modern yüzü olduğunu anlıyorum. Çok taşra kentleri gezdim, ilçelerini ve köylerini de. İlk defa burada hayalkırıklığı yaşıyorum. Turizmin önemini bir kez daha anlıyorum. Yabancıya kapalı bir toplum burası. Birkaç kadın görüyorum çarşıya inmiş olan. Çalışan paydos etmediğinden ortada yok. Çalışmayan kadın evini bekliyor. Turist hiç yok. Adam adama oturan Bitlislilerle ne yapacağımı bilemiyorum. Fotoğraf çekmek istiyorum, dik dik bakıyorlar. Acıkıyorum bari yemek yiyeyim diyorum. Esnafa soruyorum, bana gösterdikleri lokantaya giriyorum. Yemeğin yanında getirdikleri salatayı elleriyle koyuyorlar. Bol nar ekşisiyle boyuyorlar sonra da. Zeytinyağı hiç yok bu taraflarda. Hesap ödemeye iniyorum, beni uzun uzun inceliyorlar. Kendimi Bitlis’e tayini çıkmış gelmiş bir öğretmen olarak hayal etmeye çalışıyorum. Yok olmuyor. Kendim kendimin gözünün önüne gelmiyor bir türlü. Beş minarede yok nasılsa diyor, ayrılıyorum buradan. Yemen için, bir arkadaşım, hiç olmayacak kadar geri, çarşısındaki bakışlardan huzursuz olup, orada olmamayı diliyorsun kısa bir zaman sonra demişti. Aynı duyguları hissettiğim yer oldu burası benim için de.

 

AHLAT :

Dünüm mahvoldu, bari bugünümü iyi değerlendireyim istiyorum. Üzerimde bir terslik var, anlam veremiyorum. Genel olarak şehirle doku uyuşmazlığı yaşıyorum. Adımımı attığım her yerde sorun çıkıyor. Geri dönsem ne gerek şimdi diyorum, öte yandan bugün cumartesi ve Mardin’de yer bulmak mümkün değil. Telefonumdaki tüm numaralar silindiğinden, özel olarak kimselere ulaşmam da söz konusu olmuyor. Sırf bu yüzden bir cumartesimi Tatvan’da geçirmek zorundayım. Yolda Ahlat’a nasıl gidilir diye sorduğumda ne işin var cumartesi cumartesi Ahlat’ta diyor birisi. Herkes buraya geliyormuş. Yanlış yolda olduğumu bile bile kaderimi kabulleniyorum. Yapabileceklerimi soruyorum geldiğimde. Sınırlı şeyler bunlar. Birden bir darbe aldığımı hissediyorum sırtımdan. Her şey bir anda oluyor. Neler olduğunu anlayamıyorum bile. Sırtım dönük ve dönmeye fırsat bulamadan ikinci darbe geliyor yine sırtımdan. Vurulduğumu sanıyorum can havliyle ama delip geçen bir şey de yok. Aynı arabanın üst üste iki defa bana çarptığını idrak ediyorum. Durduğum yerde. Beni ne sanıyor bilmiyorum ama şu geniş ve boş yolda bir değil tam iki kez vurması olacak iş değil. Sonra mı? Şoför yanındaki kapıyı açıyorum hiddetle. İki pişkin surat bana sırıtarak bakıyorlar. İnsan aynı insana üt üste iki kez çarpar mı diyorum. Görmedim diyor. Bomboş yolda beni nasıl görmezsin seni polise vereceğim sonra da cendermeye vereceğim diyorum. Ya bilinçaltı böyle bir şey işte. Cenderme diyorum, sonra da heceliyorum cen-der-me diye. Adam sırtıma çarptı, beynime değil ama ben asıl darbeyi başımdan almışım gibi hissediyorum. Annenin adı neydi diye soruyorum kendi kendime. Hatırlamıyorum. Jandarma demem gerek aklıma gelmiyor. O şokla esnafa soruyorum cenderme var mı diye. Polis olmaz mı diyorlar. Olur diyorum. Gidiyorum polise. Durumu anlatıyorum. Arabanın plakasını çekmiştim. Onu da gösteriyorum. 53 plaka diyor polis. Neresi diyorum? Buralı değil diyor. Dışarıdan almıştır diyorum. Uzun süre oradan mı aldı, buradan mı getirdi diye tartışıyoruz aramızda. Şikayetçi olacak mısınız diye soruyor; sırtım ne halde bilmiyorum diyorum. Kadın polis de yokmuş görevli olan. Hastaneyi soruyorum, on dakikalık mesafede diyor. Gideyim orada karar veririm diyorum. Burada ne yapıyordunuz diyor polis. Gezmeye gelmiştim diyorum. Ahlat’a mı diyor. Bir dahakine New York’a gitmeye karar veriyorum. Gerçekten. Yetti bu kadar saçmalık. Polisin tarif ettiği yolun “araba ile” on dakikalık mesafede olduğunu kan ter içinde vardığım acil girişinde anlamış bulunuyorum. Hastane sakin. İki erkek sekreterden bana yakın olanına gidiyorum. Şikayetiniz neydi diyorlar. Bana araba çarptı diyorum. Adli kayıt açalım mı diyorlar. Bilmiyorum her şey sırtıma bağlı diyorum. Doktorun yanına giriyorum. Şikayetiniz neydi diyor, bana araba çarptı diyorum bir klasik söz öbeği olarak. Kız başını kaldırıyor ekrandan ve yürüyerek mi geldiniz diyor hayretle. Getirmeyi teklif etmediler ki diyorum. Nerede çarptı diyor, deniz kıyısındaydım diyorum. Göl mü diyor, evet diyorum. Allah’tan cenderme demiyorum. Sırtınız kırmızı diyor, beş röntgen veriyor, bel, sırt, kalça, vs. Halbuki tek ihtiyacım kafa tomografisi. Sonuç kırık çıkık yok, sakinleştirici iğneyi uygun görüyor. Tamam diyorum ne gerekiyorsa yapıla. Yeter ki ben sakinleşe.

 

Yenilen pehlivan güreşe doymaz lafını duymuşluğunuz var ise eğer, işte ben de kendi hikayemin pehlivanıyım. Nasılsa kas gevşetici iğnemi oldum. Ağrım olsa dahi hissetmeyeceğimi düşünerek, Selçuklu mezarlığına gidiyorum bu sefer de. Tek tük gelen ziyaretçileri görünce kendime güvenim geliyor derhal. Birkaç fotoğraf çekmek üzere aksi istikamete doğru yol alıyorum. Üzerimdeki lanet geçmemiş olacak ki, hırsla bana doğru koşan köpeği gecinden fark ediyorum. Dünyadaki en büyük düşmanı olarak beni gören hayvanla uğraşamayacak haldeyim. Arkamdan git burdan der gibi havlıyor. Tamam diyorum, sen kazandın. Bir daha da havlamaz oluyor.

 

Ahlat benim için bitiyor. Ama Bitlis’in bir başka ilçesi daha var gidip görmek istediğim. Adilcevaz’a gitmek istiyorum diyorum şimdi de ofisteki görevliye. Sizden başka kimse yok gitmek isteyen diyor. Bana araba çarptı iki kez diyorum. Çarptı durdu, durdu çarptı diyorum. Siz eve gidin o zaman diyor. Benim evim yok ki diyorum. İçimden. Bana bir günde aralıksız iki defa araba çarpsa ben eve gider uzanırım derhal diyor adam. İşte diyorum ben bunu kabul edemiyorum işte. Neyi diyor? Adam Bitlis’in Ahlat ilçesinde sakin geçen hayatının en tuhaf konuşmasını benimle yapıyor olabilir o an. Bense hayatı reddediyorum aslında. Bana sunduklarını, benden kıstıklarını, hepsini, herşeyi, üstü kalmasın üzerimde, şair gibi kabullenmiyorum işte. Bunların hiçbirini söylemiyorum elbette kendisine. Tekini bile. Ben gideyim evime uzanayım en doğrusu diyorum sadece.

20180414_151158-02

TATVAN :

Uçarcasına Tatvan’a geliyorum. Ben de inanamıyorum. Giderken iki saat olarak algıladığım ve geçmek bilmeyen yol, yarım saat sürdü bu sefer de. Giderken rampa vardır diye avutuyorum kendimi. Şaşkın şaşkın dolaşıyorum merkez caddede. Tatvan, Bitlis’in modern yüzü imiş gerçekten de. Ara sokakların birinde top oynayan çocuklar görüyorum. İleride göl kıyısı var. Oraya doğru gideyim istiyorum. Suyun iyi geleceğini düşünüyorum. Bir çocuk az evvel marketten aldığım elmayı görüyor elimdeki şeffaf poşetin içinden. Elmayı istiyor, veriyorum ben de. Yıkamadan yeme çok pis demeye kalmadan ısırıyor elmayı. Elmanın suları süzülüyor ağzının kenarlarından. Çocuğun üstü başı da kirli. İleride bir erkek var yaşını çıkartamadığım. Bakışları o kadar kötü ki, arkamdan göl kıyısına doğru hızlı adımlarla geliyor. Yönümü değiştirip, rotamı evime kırıyorum. Bugün benim sokaklarda olmamam gerekiyor. Bu son uyarı artık.

53 plaka hangi ilindi diye bakıyorum internetten. Rize imiş. Sonra Bitlis’in plakasına bakıyorum, 13 imiş. Bir de cenderme değil; cen-der-me imiş. Yumurtalarım kırılmasın diye can havliyle otobüsten atlayan o kadını hiç unutmayacağım. Alın size Memleketimden İnsan Manzaraları. Bana gelince saat beş filandı sanırım. Bir bira içip yatakta iki büklüm kaldım uzunca bir süre kıpırdanmaya korkarak. Sırtım ağrıdı durdu ama yarın geçer diye avutmaktayım kendimi. Çünkü yarın Mardin’de olacağım. Mardin bana iyi gelir. Hep öyle olmuştur.

20180414_151336-01

SÜRPRİZ ROTA, İLK DURAK : VAN

20180412_114844-01

SÜRPRİZ ROTA, İLK DURAK : VAN

“Göl, göl değil; okyanus sanki.”

GİRİŞ:

12 Nisan 2018: Tarihe not düşüle. En nihayet Van’ı görmek üzere, birkaç gün kala yüksek fiyata biletini alabildiğim uçuşumun olduğu havalimanına geliyorum. Bavulumu teslim ettikten sonraki bir saatimi, uçakta ücretsiz hiçbir ikram olmadığından, keyfiyle ve de fincanda üstelik karada içeceğim bir Türk kahvesi ile değerlendiriyorum. Karton bardakta kahve mi olurmuş, falı bile çıkmıyor. Pek çok mağazanın arasından birkaçına gire çıka değerlendiriyorum boş vaktimi kendimce, sonra da tıpış tıpış uçuşumun olduğu kapıya gidiyorum. Şöyle bir baktığımda tek turist benmişim gibi geliyor. Yöre halkı, öğrenciler ve işadamları ile çevriliyim. Servis geliyor bizi uçağa götürmek üzere olan. Bir derken ikincisi de doluyor. İki dakikalık yolu olaysız gidiyoruz. Sıra kapının açılmasına ve uçağa binmemize geliyor. Fakat kapı açılmıyor bir türlü. Bu açılmamak hadisesi dakikalarca sürüyor. Ayakta kıpırdanacak yer yok ve birbirimizin sabah nefeslerini solumak zorunda kalıyoruz. Şoför kapıları kapatmış gitmiş. Dakikalar geçmek bilmiyor. Nazilerin havasız kompartımanlarda günlerce gitmek zorunda bıraktığı Yahudilerin neler çektiğini anlamış oluyoruz sayelerinde. Hasidik miyiz biz? Tardi’nin çizimleriyle babasının Stalag 2B Kampı anıları geliyor aklıma öte yandan. Bizdeyse homurdanmalar homurdanma olarak kalıyor. Önümüzde uçak, kapılarını açmış bizi beklemekte iken, camlı kafeslerin ardındaki baygın maymunları oynuyoruz. Ben bağırıyorum, birkaç kişi camlara vurarak kendini göstermeye çalışıyor çıkarın bizi der gibi. Bir adam Van yolcularına ikidir aynı muamele diyor. Benim ilkim olduğundan öncesizim bu tecrübede. Nedenini anlamak mümkün değil yaptıklarının. Ortam iyice havasızlaştığında kapılar açılıyor. Söylenerek özgürlüğe adım atıyoruz. Şikayet etmek için ilerlediğim adamlar biz yetkili değiliz diyorlar. Yaklaşık iki saat sürecek olan yolculuğa öfkeyle başlıyorum. Elimde değil.

Pencere kenarında oturmuş bulutları izlerken öfkem dağılıyor. Van’da yağmurlu bir havayla karşılanacağımı biliyorum.  Nisan yağmuru faydalı derler, yaşayıp göreceğiz Van’da nasıl karşılanıp, neler yaşayacağımı. Yan koltuğumdaki bey ve onun yanındaki diğer bey tatlı bir uykuya dalıyorlar yol boyunca. Sanki sözleşmişçesine uçakta uyumak için bir araya gelen ikilinin yüzündeki mutlu ifadeye paha biçemiyorum. Bense Van’dan başlayan belirsiz rotamda nerelere gidebileceğimi hayal ediyorum. Bir yandan da Fakir Baykurt’un Eşekli Kütüphaneci’sini okuyorum. Ürgüp’ten bahsediyor. Hiç bilmediğim Van’dansa tanıdığım bildiğim topraklarda, Anadolu’da olmak daha cazip geliyor bir an. Pencereden aşağıya baktığımda gördüğüm manzara beni bu fikrimden uzaklaştırıyor. Van Gölü’ne Van Gölü demek az gerçekten. Deniz gibi, okyanus sanki. Uçsuz bucaksız. Tuz Gölü’nün kıyısından geçmişliğim vardı. Bafa Gölü ve bu seyahatimde göreceğim Hazar Gölü sürprizi de cabası ama bir an Ege’ye kıyısı olan bir sahil şehrine inmekte olduğumu düşündürtüyor bu manzara bana. Neyse ki benim ya da hostesin dürtmesine gerek kalmadan, beyler de uyanıyorlar tatlı uykularından teker teker. Şöyle bir silkinip geriniyorlar dar alanda. Bavullarımız taşınırken, yavaş yavaş terk ediyoruz uçağımızı. Zor binebilmiştik, unutarak iniyoruz sanki başka bir boyuta geçmişçesine. Ülkeyi bir uçtan bir uca geçtik iki saat içinde. Nerdeyse iki bin kilometre var arada, İran sınırı artık çok yakında. Yağmur yağıyor, hava serin gerçekten de. Montumun içinde büzülüyorum ama süzülmüyorum, sadece insanları süzüyorum. Nasıl bir yere geldiğimi anlamaya çalışıyorum göz gözü gördüğünce. Yaşlılar Kürtçe konuşuyorlar çevremde. Huzursuzluk hissetmiyorum, aslında ne hissettiğimi bilmiyorum. Van’a geldim ya bir şekilde.

 

DÜNYADA VAN, AHİRETTE İMAN :

2017 sonu verilerine göre 1.106.891 kişiyi gösteren nüfusu ile Doğu Anadolu Bölgesi’nin en kalabalık, Türkiye’ninse dokuzuncu en kalabalık şehri imiş Wan yani Van. Yollar telaşlı insan kalabalığıyla dolu. Benimse şaşkınlıktan bir karış açık kalan ağzımı kapatarak plan yapmam gerekiyor bir an evvel. Bavulumu odada bıraktığımda saat bir hayli ilerlemiş olduğundan, iyisi mi diyorum şu meşhur Van kalesini görüp, yarın geçeyim Akdamar’a. Kaleye geldiğimde beni reklamdaki gibi karşılayıp canla başla Van Kalası diye anlatmaya başlayacak olan ve bu uğurda eteğime dolaşan çocuklar bulmayı hayal ediyorum. Her zaman, her yerde ve hayatımın her evresinde olduğu gibi yanılıyorum. Çocuklar var ama kendi çaplarında oyun oynuyorlar. Kaleyi de çevresini de kendi kendime dolaşıyorum. Etrafındaki park ve içerisinde yer alan mesire yerinde tahta banklarda yiyen içen, semaverinde çay demleyen, çekirdeğini çitleyen insanlarla karşılaşıyorum. Yukarıda, kaleden gelmekte olan sesleri dinliyorum. Bense daha çok kalenin uçsuz bucaksız çevresinde dolaşıyorum. Heryer bakir kalabilmiş sanayi bu yönde olmayınca. İleride bir cami var, birkaç yerleşim yeri ve bir de Erek Dağı. Bir zamanlar Urartu Devleti’ne başkentlik yapan kale tüm heybetiyle dünya gözüyle karşımdayken çok az yaptığım bir şeyi yapıyorum: Şükretmek geliyor içimden. Napim, ben de şükrediyorum içimden.

Çıkışta çevreyi tanımak için yürüyorum ağır aksak. En çok iki ya da üç katlı binalar var civarda. Son büyük depremden sonra böyle olduğunu düşünüyorum. 644 insanımızı kaybetmişiz 2011 depreminde, öncesinde de 1976 yılında 7,5 büyüklüğündeki depremle 3840 kardeşimizi kaybetmişiz yok yere. Nurlar içinde yatsın hepsi, ışıklar değil.

20180411_164335-01

İlerideki sürüyü görüyorum. Sahibi Hakkari’li imiş aslen. Yarı Türkçe, yarı Kürtçe konuştuğundan söylediklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Bak diyor çevredeki evleri göstererek; şu ev 500 Lira mesela diyor. Kıymetli buralar diyor. Gösterdiği evi bir şeye benzetmeye çalışıyorum, başaramıyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum? İki katlı bir ev yapmış adamlar, her yerden merdiven çıkmışlar, bir de çimen yeşili rengine boyamışlar. Yeğeninin oğluyla kızını izliyorum uzaktan. Birkaç fotoğrafını çekebilir miyim diyorum çocuğun babasına keçiylen koyunlan. Babası derhal poz veriyor, oğlu utanıp kaçıyor. Keçileri, koyunları kovalıyor çimenlerin üzerinde gönlünce. Ama ara ara da poz vermeyi ihmal etmiyor doğrusu. Bense ilk akşam üzerimi değerlendirmek üzere yanlarından ayrılıp, çok da geç olmadan Van sokaklarını keşfe çıkıyorum. Sanat sokakları varmış. Kahvaltısıyla meşhur Van’da hiç kahvaltı edecek fırsat bulamasam da, lokantalarında lezzetli etlerden yapılma yemek menülerinin olduğunu keşfediyorum. Pek çok yöresel lezzet var Van’ı tanımlayacak olan. Mesela artık büyükşehirlerde de karşımıza çıkan ve uşgun otundan yapılan kavurmalı uşgun ekşilisi, ayran aşı, keledoş, Kürt köftesi, perde pilavı, vs. Bana gelirsek bir telaş gittiğim Melen Caddesi üzerindeki Aşiyan ev yemekleri lokantası haricinde yöresel bir şey yemeye vakit de bulamadım, fırsat da yaratamadım her zamanki gibi. Keledoş’un önünden yarım ayran aşı içtim, kuru dolmalarını da ikram olarak getirdiler. Hepsini beğendim. Aslında içimde bir yerlere sıkışmış bir Milor bir Yaşin var ama…ama’sı var işte. Bir de bu kadar peynirciyi hiç bir arada görmemiştim. Pek çok peynirci var çarşısında, peynirciler sokağı haricinde. Bol bol da kaçak sigara yoldaki tezgahlarda.

20180412_112819-01-02

GEVAŞ ve AKDAMAR ADASI:

Ertesi sabah erkenden kalkıp düşüyorum yollara. Akdamar için heyecan dorukta. Şehir merkezinden kalkan minibüse biniyorum. Vardığımda saat o kadar erken ki, insanlar çaylarını yudumlayarak kendilerine gelmeye çalışıyorlar. Minibüs hemen kalkmıyor, adamların peynir ekmek yiyişlerini izliyorum. Sade bir sofraları var. Bir sehpanın üzerine serdikleri gazete kağıdının üzerinde bir torbadan elleriyle aldıkları peyniri ekmeklerine katık ediyorlar. Her geleni de buyur ediyorlar. Kimse yemiyor. Benim gibi oturanlar izliyorlar bu tabloyu. Kahvaltısı biter bitmez şoförümüz haydi diyor. Haydi diyoruz biz de. Geçiyoruz beyaz minibüsümüze. Benim yolum bir saatten az sürüyor. Hiç bitmeyen Van Gölü’nü geçiyoruz. Siteler yapılmış burada göl manzaralı. Şoför ısrarla benden ücret almayı reddediyor. Nedenini anlayamıyorum. Derdimi de anlatamıyorum. Karşıya geçen ve az sonra kalkacak olan teknelerden birine binmeden önce tuvalete gidiyorum. Çıkarken ücretini ödemek için görevlinin yanına gittiğimde tuvaleti nasıl bulduğumu soruyor. Bir an ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Suskun ve mahsun bir ifade çöküyor üzerime. Güzeldi ama diyorum. O zaman teknedeki insanlara söyleyin, onlar da buyursunlar diyor. Dalga geçiyor sanıyorum ama ciddi ciddi konuşuyor benimle. Söylerim diyorum ve hızla olay yerinden uzaklaşıyorum. Bu aydınlatıcı konuşmamızdan kimselere bahsetmediğim gibi, tuvalet çağrısında da bulunmuyorum elaleme.

20180412_114617-01

20180412_121039-01

Serin estiğinden bir süre teknenin içindeki Bodrum’dan gelen Türk aileyle sosyalleşiyoruz karşılıklı. Bana fındık fıstık ikram ediyorlar habire. Yaklaşık 20 kişi kadarız içeride. Mevsim itibariyle oldukça iyi bir rakam bu. Ermeni bir çocuk ve Fransız kız arkadaşı da var aramızda. Bu bizi çok uluslu yapıyor kısa bir süreliğine. Dışarı çıkıyorum, yaklaştıkça bir klik, bir klik derken varıyoruz adaya nihayet. Denizi pardon gölü aşarkenki rüzgar dağılıyor. Ada’ya bahar gelmiş bile, insanın içine huzur getiren bir bahar bu üstelik. İyi ki gelmişim, iyi ki buradayım dediğim nadide yerlerden birinde olduğumu hissediyorum. Kelimeler yetmez bu küçücük adayı anlatmaya. Bir kilise ve bir çay bahçesinden ibaret halbuki. Çay bahçesini işletenler öyle dürüst davranıyorlar ki, sizden fazla para aldık diyorlar sattıkları magnetler için. Çook şaşkınım çook. Sakın bu şaşkınlığımın tomurcuklanmış ağaçların güzelliğini görmemi engellediğini sanmayın. Bulutlar kar gibi uzanıyor gökyüzünde adeta. Bir başka güzel buradan bakınca Athos Dağı, Bir de kilisenin içine girdiğimde hissettiğim ürpertiyi öyle kolay kolay ifade etmem mümkün değil. Yaslı halkımın acısı “ilimperver” Ermeni çocuklarıyla dinecek diyordu Katolikos Rışdunikli Der Khaçadur. Bizim de ülke olarak olmamız gereken tek şey bu: “ilimperver olmak, topyekün”. Sene 1884 imiş Khaçadur bu sözü ettiğinde, padişah İkinci Abdülhamit iken. Bu sessiz ve sakin adanın koruyucu ruhları olduğuna inanmamı sağlayan bir hisle doluyor içim o anda. Bir de dilek kuyusu vardı sağ tarafta. İnanarak atılan birkaç kuruşum var benim de o kuyunun dibinde. Belki bir gün yine gelirim bu taraflara, kısmetse. İşte ben de böyle demode, böyle sıkıcı, böyle sıradan düşünceler barındıran alelade bir insanım işte. Akdamar adının günümüze ulaşmasının altında yatan efsaneyi ise internette her yerden okuyabileceğinizden-ben öyle yaptım mesela, burada bahsetmiyorum hakkında uzun uzun. Kavuşamayanların hikayesi yatıyor altında Ahhh Tamara’nın.

20180412_153849-01

20180412_144919-01

20180412_150357-01

20180412_151137-01

20180412_151458-01

GEVAŞ :

Bundan sonrası tam sürpriz. Bir kez Akdamar Adası Gevaş’a bağlı olmakla birlikte, ilçe merkezi denizden pardon göl kenarından kilometrelerce içeride kurulmuş. Oklar dağları göstermekte kısaca Gevaş’a gitmek istediğinizde. İlçeye geldiğimdeyse vaktimin azlığından bir taksi tutmak mecburiyetinde kalıyorum. Belediye Binası’na giriyorum can havliyle çünkü vakit nakit benim için tüm seyahatlerimde. Başkanın yanına çıkın diyorlar. Çıkıyorum ve kısaca derdimi anlatıyorum. Başkan bu işlere bakan arkadaş geldi dediğinde arkamı dönüyorum.  Aradığım kalem ayağıma gelmiş oluyor. Ona da çok daha hızlı ve seri bir şekilde özetliyorum durumumu ve tuvaletin yerini soruyorum hemen akabinde. Burada memnuniyetimi soran çıkmasa da temizdi diyebilirim. Her neyse ne yapacağız diyorum yetkiliye. Güvenilir bir taksi olması şart diyor. Taksi gelesiye çok az bir zamanımız var konuşacak. Aslında Arap kökenliyim ben diyor. Kürtçe konuşuyorsunuz diyorum. Yozlaştık çünkü diyor. Güldüm. O da gülüyor çünkü. Sonra çağırdığı taksiye benim gideceğim köyün yerlisi olan ve belediyede staj yapan Kadir’i de veriyor. Lise talebesi terbiyeli ve değişken mizaçlı Kadir’le beraber taksinin arka koltuğunda Altınsaç köyünde bulunan St. Thomas Manastırı’nı görmek üzere yola çıkıyoruz. Yolun uzak oluşunun dışında köyün içinden geçip manastıra ulaşmak da öyle göründüğü kadar kolay olmuyor. Taksinin çıkacağı yol sınırlı olduğu kadar yolu da yol değil. Pancar toplamak için gelen köylülerin yanında bıraktığımız şoför ve arabası biz tepeye ulaştığımızda minicik görünüyor adeta. Yukarıdan inen gençler de biz de soluk soluğayız. Derken bir korna sesi duyuyoruz. Bir bakıyoruz pancar peşine düşmüş köylüleri bırakmış gelmiş bizim şoförümüz. Yine üçümüzüz. Devam ediyoruz tırmanmaya kaldığımız yerden. En azından inişimiz kolaylaşacak diye geçiriyorum içimden. Hakkında hiçbir şey bilmeden gelip tırmandığım manastır yolunda durup arkama baktığımda gördüğüm manzara karşısında nefesim kesiliyor. İçi bakımsız, ulaşımı böyle ulaşılmaz olan bir yere emek harcamaktan ötürü memnuniyet duyuyorum. Van Gölü bir başka güzel görünüyor buradan bakınca. Hızlı hızlı fotoğraf çekiyorum. Kadir’i de fotoğraflıyorum bir kır masalının ortasında. Sonrasında ineklerin arasından seke seke ilerliyoruz gerisin geriye arabanın yanına. Her çıkışın bir inişi vardır sözünü hatırlatıyor bu halimiz. Üstelik deli gibi de açız. Pancara gelmiş köylülerin yanındaki ekmeği adamın elinden kapıyorum adeta. Kahvaltı edememiştim, öğle yemeği yiyememiştim, dünyanın yolunu teptim, bir an önce Yuva Köyü’ne gidelim diyorum. Çocukları görüyoruz yolda. Fotoğraflarını çekeyim diyorum. Bana poz vermekte kararsız görüyorum hepsini. Burada sizlerle paylaşacağım beş kişilik çeteden oluşan karenin görüntüsü ise kısaca şöyle gerçekleşti. Önce bir tane çocuk vardı, sonra ikincisi geldi, üç, dört derken beş tane oldular ve tüm bu tatlılık saniyeler içinde gerçekleşti. Müteşekkirim.

20180412_155557-01

20180412_155620-01

Gelelim Yuvaköyü’ne. İşte bu köy Kadir’in köyü. Bizi muhtarın evinde bıraktıktan saniyeler sonrasında kayboldu çocuk. Ya da açlıktan bayıldı bir köşede. Beni getirdikleri evin sahibi olan muhtar ve oğlu tam sofraya oturmuşken gelen misafirlerini ayrı ayrı misafir etmek zorunda kalıyorlar. Erkekler dışarıda yerken, muhtarın gelini bana içeride ayrıca bir sofra kuruyor. Pancarcıların verdiği kuru ekmekle bastırdığım açlığım sayesinde kurulan sofraya saldırmıyorum. Sonradan muhtarın oğlunun söylediği üzere taksi şoförünün delicesine acıktığını öğreniyorum. Tevekkeli adamcağız manastırdan indikten sonra arabaya biner binmez hiç durmadan Van’a özgü yöresel yiyeceklerini anlattı durdu. Bu arada dört çocuklu gelinle akran olduğumuzu öğreniyorum. Benden bir yaş büyükmüş ve kendisi sadece üç kız bir oğul sahibi. Nasıl geziyorsun bu şekilde başına bir iş gelmeden diye soruyor hayretle. Çantamdaki Kur’an’ı ve kurşunumu, bir de de Patmos Adası’ndaki rahibin verdiği Meryem Ana’nın resmi ve daha da bir sürü batıl şeylerimi gösterecektim kendisine ama tek kurşunla yetiniyorum. Bana bir şey olmaz, ben korunuyorum diyorum. Artık evlen diyor kayınvalidesi Kürtçe. Gelini çeviriyor Türkçe’ye. Çocuklar hiç durmadan gülüşüyorlar ve onlara verecek hiçbir şey yoktu yanımda. Varlığımla bile eğlendiler. Hayrünnisa uslu uslu oturdu, en küçükleri Ayşegül hiç durmadan muzırlık yaptı. Kıkırdadı durdu karşımda. Fakat Yuvaköy’de hızlandırılmış bir Van kahvaltısı etmiş oldum sayelerinde.

Sonra mı? Eve döndük beraber. Yani Gevaş’ın içine. Teşekkür etmek için belediyeye gittim. Belediyenin Ak Partili olduğunu ancak döndüğümde idrak edebildim.  O an için o kadar önemsizdi ki. Aklıma bile gelmedi hangi partinin ayağına geldiğimi sormak. Bazen ben de sadece günü, dolayısıyla kendimi kurtarmaya çalışıyor gibiyim. Hayat böyle. İçgüdülerinle, bir hayvan gibi hayatta kalmaya bakıyorsun kimi zaman.

20180411_185619-01

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, BEŞİNCİ DURAK : KAYSERİ, AĞIRNAS

20180110_172413-01

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, BEŞİNCİ DURAK : KAYSERİ, AĞIRNAS

“Yapıt veren, hedef olur.” Mimar Sinan

“Bilirsin ey deli gönül, deniz sığmaz testiye.” Mimar Sinan

GİRİŞ :

Erzincan geride kalalı çok saatler geçti üzerinden. Gecenin bir vakti Kayseri’ye iniyorum. Sivas’ı bir uçtan bir uca geçmişiz. Kolay mı? Yarım Erzincan, yarım Kayseri derken salıyı etmeden, pazartesi gecesinde seyahatimi noktalamayı diliyorum. Neyse ki başarıyorum. Ben ne çok defa gelmişim Kayseri’ye? Doğu’dan, Güneydoğu’dan dönerken orta noktam burası olmuş her zaman. Her defasında uğramadan geçmez oldum biraz ayak alışkanlığından, en çok da görülmesi gereken yerlerini bitirememekten. Pastırma, mantı aşkının beni buralara sürüklediğini sanmayın sakın. Damak zevkim sıfırın çok altında olunca mantıdansa kıymalı makarna(bolonez evet) yerim ya da ne varsa. Benim takıntım ne etiyle ne sütüyle, Kayseri’nin sakladığı cevherlerinde sadece. Say say bitmez. Eski Talas, Tavlusun, Germir, Ağırnas… Benim için Kayseri tüm bunlar ve fazlası demek. Pastırma yemesem de olur ama hayatımda ilk defa pöç yedim mesela, merkeze yakın Sivas Caddesindeki Hacı Baba Restoran’da. Yanında ayranla fiyatı yirmi beş lira. Dananın kuyruk sokumundan yapılan ve çorbası da olan fakat benim kebabını tercih ettiğim pöç’ten önce gelen ve ikram olan “saf” et suyuysa ondan da lezzetliydi. Bir kısmını içip, bir kısmını etinizin üzerinde gezdirdiğiniz takdirde, pöç’te pöç’leniyordu hani. Tabağın sağ yanında bademli, üzümlü pilav, öte yanında dövme ayran, mis gibi pide. Gelsin Milor, gitsin Yaşin. Bu yazıyı yemek saatinde okuyanlarınız varsa eğer, sizin için kayıp mıdır, kazanç mıdır bilmesem de, benim şimdi pöç olsa da yesem dediğim anlar demediğim anlardan fazla ve yoğun olmuştu bir süre. Kayseri gezim esnasında iştahımdan ötürü endişeli ve tedirgin olduğum anlar yaşadım. Burada insanı yemeğe içmeye teşvik eden dürtüsel ve ilkel bir şey var. Teslim oluyorsunuz kolaylıkla mutfağına, yemeklerine.

Kayseri… Kayseri… Erkeklerinin sokaklarını lavabo sanıp, aklına estiğinde tükürük, balgam, sü..(pöç’ten sonra çekilmiyor, değil mi?)lerini yerlere atma gereği duyduğu da bir şehir aynı zamanda. İnsan her gördüğünde kimin olduğunu düşünmek istemediği, içerisinde barındırdığı bir mikrop’tan çıkan bol miktarda mikrop için kahrolsun dediği, ıslak ve türlü renkler barındıran bu şekilsiz kaldırım lekeleyicilerine basmamak için akla karayı seçiyor. O kadar çoklar ki. Kayseri Belediyesi, Kayseri Belediye Başkanı, Kayseri İl Genel Meclisi encümen üyelerinin de ortak kararıyla büyük puntolarla şehrin muhtelif yerlerine billboardlar döşetilmeli ivedilikle. Zabıta ve polise bu eylemi gerçekleştirenleri olay esnasında derhal tevkif edebilme yetkisi verilmeli. İşportacı kovalar gibi sokak sokak peşinden koşmalılar bu uğurda. İmamlar cuma hutbelerinde bu konuya geniş yer vermeli, söz konusu eylemin muadili olan günahları sayıp dökmeliler bir bir. Ki bu sayede caydırıcı olabilsinler. Kimse hiç tanımadığı bir adamın balgamını sırf o sokaktan geçtiği için ayakkabısının altında evcil bir hayvan gibi beraberinde eve kadar götürmeyi arzu etmez sonuçta. O billboardlarda da şöyle yazmalı: “Sokaklara tükürenler güvenlik kuvvetleri tarafından tevkif edileceklerdir. Cezası bulaşıcı hastalığı olan en az on kişinin, en az on defa ve hiç durmadan suratına tükürmesi olarak kesilecek, bu ceza asla paraya çevrilmeyecektir. Tüm bunlara ek olarak belediye tarafından mahallesinde gerçekleştirilen çöp toplama, yerleri süpürme, kanalizasyona kaçan keçiyi pardon kediyi yarı beline kadar boka bata çıka çekip çıkarma gibi görevlerde de bir yıl süreyle it gibi kullanma, dolayısıyla da bugüne kadarki tüm tükürdüklerini yalatmak olmalıdır.” O kadar mı diyeceksiniz, o kadar. Sıtkım sıyrıldı bu aynı manzaradan. Geliyorum gidiyorum, karşı yönden gelmekte olan fakat farklı istikamete gitmekte olan kelli felli(kerli ferli) bir adam alışmış aynı faaliyetleri gerçekleştirip durmakta. Buna bir çare buluna.

20180109_140642-01

20180109_135405-02

MİMAR SİNAN’ın KÖYÜ AĞIRNAS :

Sabah olur olmazki gezimin ilk durağı olacak kendileri. Yarım saat sürüyor sürmüyor, Gesi’yi ve bağlarını mevsimsel sebeplerle ıskalıyor ve Ağırnas’ın meydanında iniyorum otobüsten. Durağın hemen gerisindeki kahveye giriyorum, yanımda ise Ahmet Amca var. Ahmet Amca’nın da bıyıkları var. Kahvenin tüm erkeklerinde de bıyık var. Hemen bir çay ısmarlıyorlar bana. Tam içerken gözüm masadaki şeffaf ve şekilsiz şeye takılıyor. Bir an haykırasım geliyor, sonra susuyorum. Biri bu masada tırnak kesmiş benden önce ya da tükürüp atmış tırnağını, o da kalmış masanın üzerinde, tam da benim önümde. Derin bir iç çekiyorum, öyle hemen bırakmıyorum. Tırnaktan da bahsetmiyorum. Ara ara gözüm takılıyor yalnızca. Üflesem gider mi acaba? Ahmet’i çağıralım sana, anlatsın köyümüzü, tarihimizi diyorlar. Kendisi gönüllü müze sorumlusu imiş. Ahmet aranıyor, Ahmet bulunuyor, Ahmet geliyor ve oturuyor masamıza. Benden daha meraklı dinleyen kulaklarla yarıştığımı hissediyorum. Tam evine girmişken çağrılan ve gerisingeri gelen Ahmet Bektaş ancak bitiririz diyor şimdi çıkarsak. Kulakları geride bırakıyorum, tırnağı da, çıkıyoruz beraber Ağırnas’ın gizemini çözmeye. O gizem çözülür mü öyle kolay kolay, hiç sanmıyorum ama ipuçlarını takip ediyoruz tali yollardan giderek. İlk önce Mimar Sinan’ın doğduğu eve gidiyoruz. İçerisi yani üç katlı evin giriş katı Mimar’ın yaşam öyküsü ve eserlerinin fotoğraflarıyla döşenmiş. Evin içini gezdikten, dışına ve çevresine şöyle bir göz attıktan ve tüm köyün genelinin mimarisini, taş ustalarının marifetlerini düşündükten sonra Mimar Sinan’ın bu köyden çıkmış olmasının çok da sürpriz olmadığını düşünüyorum. Erciyes’in milyonlarca yıl önce püskürttüğü lavlardan oluşan volkanik tüf kayalar rengini vermiş evlere, işyerlerine. Gül kurusuna kaçıyor ara ara, bu yönüyle Petra’yı anımsatıyor en çok. Neticede Anadolu’nun az turist çeken bir köyü olmasından ötürü boş sokaklarındaki ıssızlıktan ve sakinlerinin kışın merkezde yaşamayı tercih etmelerinden dolayı havaya sinmiş terk edilmişlik hissi bir yandan büyüleyici, öte yandan hüzünlü. Anadolu’nun köylerinin değişmez kaderi böyle. Göç vere vere, kalan yaşlı nüfusla yenilenmeden yaşayıp gidiyorlar. Evlere, sokaklara sinen hüzün bundan belki de. Terk edilmek, istenmemek çok fena bir şey. Mimar Sinan da 22 yaşında terk etmiş köyünü, dönüşüyse üç çeşme ile olmuş. O dönem köylerde su ihtiyacı nasıl karşılanıyormuş, sakalar’a yani şehrin çeşmelerinden, deriden yapılmış “kırba”lara doldurdukları suyu atla ya da sırtında taşıyarak şehre getiren ve satan kimselere ihtiyaç var mı bilinemese de Evliya Çelebi anılarında İstanbul’un sakalarının şehrin 9999 çeşmesinden su taşıdığından bahseder. Köyün o zamanki yiğit delikanlıları, vefakar ve cefakar kadınları dururken köyde saka abesle iştigal olsa da az önceki bilgiye bu yazımı yazmadan önce okuduğum “Tezkiretü’l-Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye”den yani Yapılar Kitabı”ndan ulaştığımı ve bu alıntıyı da oradan yapmış olduğumu belirtmemde fayda var, zarar yok kanımca. Doksan yıllık yaşamına sırasıyla Birinci Selim(Yavuz), Birinci Süleyman(Kanuni), İkinci Selim ve Üçüncü Murat’ı yani dört padişahı sığdırabilmiş asıl adı Yusuf olan Koca Sinan. Mütevazilikte önde gelen bir isim olarak her anlamda seçilmiş, devşirilmiş, işlenmiş ustalarınca. Kendisi de adanmış, çalışmış ama çok çalışmış bir çırak olarak. Dehasının sırrınıysa çözmek mümkün olmamıştır. Dünyada da böyle bir mimar yetişmemiştir. İleri akıllı, yetenekli, hem mühendis hem mimar, amiri konumundaki insanların çeşit çeşit mizaçlara sahip Osmanlı padişahları olduğu düşünüldüğündeyse uyumlu ve geçinmeye gönlü olan çook mütevazi bir adam olduğu aşikardır. Meslek yaşamı boyunca onca saray, han, hamam, cami ve daha da bir sürü şey yapmış, en enteresanıysa kitapta da bahsi geçtiği gibi, gemi bile yapmıştır. Fırsat bulsaymış, ömrü yetseymiş, şartlar dahilinde uçak bile yapabilirmiş gibi geliyor insana. Kendisi şu anlarda çok önceden çıkmış olduğu yokluk aleminden göçtüğü sonsuzluk aleminde yapıyordur belki de ne uçaklar ne füzeler ne jetler…

Bir sonraki durağımız Agias Prokopis Kilisesi. Mübadele sonrası bu topraklardan giden Rumlar’ın yıllar sonra bir zamanlar yaşadıkları toprakları ziyaret etmek için geldiklerinde görmek istedikleri kilisenin kapıları onlara ve tüm ziyaretçilerine açılıyormuş, anahtarı ise Ahmet Bektaş’ın elinde. Rumların nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu bir kasaba imiş bir zamanlar Ağırnas. Öncesindeyse, tarıma elverişli olmayan bölgede başka başka yollardan gelir elde etmek için halk, dokuma ve inşaat işçiliğine yönelmiş, en çok da duvar ustalığına. Germir kasaplarıyla, Ağırnas’sa marifetli duvar ustalarıyla ünlüymüş. Mimar Sinan’ın buradan çıkmış olmasının psikolojik etkisi ve baskısı muhakkak olmuştur yöre delikanlılarının üzerinde. Yöre delikanlılarını görmekse mümkün olmuyor, hatta genç görmek mümkün olmuyor. Çünkü o delikanlılar sağda solda ekmek parası peşinde, okumak peşinde ya Kayseri’de ya da başka şehirlerde bulunmaktalarmış. Gidenlerin yüzünüyse anca bayramdan bayrama görebiliyormuş Ağırnas’ın büyükleri.

Bizim bir sonraki durağımızsa Aşağı Pınar mevkiinde bulunan Yeraltı Şehri olacak. Konuşa konuşa yürürken, karşıdan gelmekte olan bir köylüsüne selam veriyor Ahmet Bektaş. Onun da ismi aynı imiş. Ahmet Amca taş ustası imiş zamanında. Buradaki pek çok evde de emeği varmış. Kısacık boyu, fakat sağlam bir gövdesi olan Ahmet Amca’nın mesleğini yaparken sıkıntı çekmediğini, o koca taşları kah sırtında kah kucağında rahatlıkla taşıyabildiğini düşünüyor insan. Dimdik duruyor karşımda, onca ağırlık ezmemiş bedenini, bilakis diri tutmuş, yıllara karşı durma kudreti vermiş. Bir fotoğrafla hatırlamak istiyorum onu. İzin veriyor eğer kötü yerlerde kullanmayacaksan diyor. Önce izin veriyor, sonra poz veriyor, sonra da beni kötü emellerine alet etme diyor. Elimdesin Ahmet Amca bundan sonra, deliliyse baş köşemde ona göre. Buradan ayrılırken aynı otobüste yolculuk ettiğim, buraya dışardan gelip yerleşmiş bir Ahmet daha vardı. Adını sormadan önce tereddüt etsem de, ister buralı ister değil bugün karşıma çıkan herkesin adının Ahmet olacağını biliyordum ve bu tesadüf olmayan bir ayrıntıydı. Ve onun da bıyıkları vardı. Bir tek o adımı sordu. Ben de söyledim.

20180109_131641-01
Ahmet Amca
20180109_145309-02
O da Ahmet

Tarihi milattan öncesine dayanan Yeraltı Şehrini dışarıdan fark etmek pek kolay olmasa da, içindeki dehlizlere girince ancak mağaralara oyulmuş ellerin sahibi olan hayatların nasıl olabileceğini az buçuk hayal etmeye çalışıyorsunuz. Başka bir dilde, başka başka kıyafetler içinde, değişik adetler peşinde, daha kısa belki dev gibi insanlarmış ama insan’mışlar neticede. İhtirasları, korkuları, acemilikleri, güvensizlikleri olan insanlar. Barınma, güvenlik, karnını doyurma, suyunu çıkarma, üreme, kadını biraz süs peşinde, erkeği bir parça Tarzan’lık peşinde ama hepsi birbiriyle mecburen geçim derdinde yaşayıp gitmişler, gömülmüş bitmişler. Bir medeniyet gitmiş, yerine yenisi gelmiş. Ağırnas bugünlere gelmiş. Bir misafirini ebediyete yollayıp, yerine gelen yeni misafirleriyle meşgul olmuş. Ben bile geldim, geçiyorum bu topraklardan. Hiç bıkmadan dayanmış her birine, bana bile.

İnsan hayatına anlam katmaya çalışıyor bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde. Bazen bunu kendisinin ve yakınlarının hayatını güvence altına almak için verdiği mücadele ile yapıyor, ama hiç farkında değil. Bir kahramanlık yapıyor bir anda, yaparken bilinçli değil. Atıyor kendini ateşe öylece, yaptığının farkında değil. Kimisi bir çocuğu kurtarmaya çalışıyor, kimisi hastasını. Kimi hatıralarının peşine düşüyor, kimi başkalarınınkinin.  Bir doktor hayat veriyor bir bebeğe, bir adam mezarını kazıyor bir kimsesizin. Hepimiz bir sarmalın içinde yuvarlanıp duruyoruz yıllar içinde. Bir vesileyle buraya geldim. Bilinç olarak köyünün üstünde bir adam olan Ahmet Bektaş’ı dinledim. Aç karnına rağmen, kızaran burnuyla, soğukta benim için fazladan mesai yaptı. Üç kız babası, varoluş nedenini Mimar Sinan’ı tanıtmakta bulmuş Bektaş’tan bahsetmesem olmazdı. Bunları yazmasam sadece ben bilecektim. Okuyanlarınızın bu bilgi sayesinde eline ne geçti? O da tartışılır. Fakat dünya dönüyor tartışmalı bir şekilde, milyonlarca yıldır döndüğü üzere.

20180109_130036-01
Agias Prokopis Kilisesi
20180109_130258-02
O da Ahmet

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, DÖRDÜNCÜ DURAK : ERZİNCAN

20180108_095645-01

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, DÖRDÜNCÜ DURAK : ERZİNCAN

GİRİŞ :

Akşamın erken çöktüğü Gümüşhane’den Kral marka köme ve pestil alarak ayrılıyorum en son. Bu da benim bu ildeki son eylemim oluyor. Bir de köy köy, dağ bayır, dere tepe dolaştıktan sonra şehre iner inmez otogarının tuvaletine bıraktıklarım var. O da bir eylem idi sonuçta. Bir de aklımda bir kız arkadaşımın itirafı var. Demişti ki; ben senin gibi Anadolularda(iller açısından bakıldığında çoğuldur Anadolu) gezemem çünkü tuvaletim gelir ve tutmam gerekir. Ve eğer o tuvaleti beğenmezsem de giremem, girsem de yapamam, garipliklerim var benim. Ben de garibim, garipliklerim çeşit çeşit, türlü türlü tuhaf düşünceler oluşuyor kafamda, sonra siliniyorlar mesela. O yüzden sorun yok diyebiliriz. Çünkü hepimiz bir ya da birden çok yönümüzle biraz garibiz.

Gümüşhane’den çıkıp Erzincan istikametine gitmekte olan tıklm tıklım dolu otobüsün içinde benim için ayrılan on bir numaralı koltuğuma geçiyorum. Pencere kenarındaki kızcağız hiç uyanmadan uyuyabiliyor yol boyunca. Bense Gümüşhane’deki Lale Lokantası’nda paket yaptırdığım yarım dünür dönerimi çıkartıp yiyorum afiyetle. Sonra da başlıyorum düşünmeye, ben neden bu kadar acele bu şehirden ayrıldım diye. O an bilemediğim gibi, sonrasında da çok pişman oluyorum. Çünkü akıllı insan en az bir gece geçirmeli gittiği şehirde. O şehrin gecesine şahit olmalı, sabahına da uyanmalı sonra. Gümüşhane’de kalsaydım eğer bir pazartesi sabahının erken saatlerinde mesai uğruna, vazife uğruna, ekmek parası uğruna, geçim uğruna yollara düşmüş insanlarını uzaktan da olsa izlemek bana pek çok fikir verebilirdi ama kısmet bir Erzincan sabahına. Gümüşhane’de pazartesi sendromu nasıl yaşanıyormuş, bunun işe gidenlerin yüzlerine nasıl yansıdığını görmek, dükkanların kepenklerinin açılış seslerini dinlemek bir başka bahara. Fırından simidini alan soluğu yürüme mesafesindeki işyerinde mi almakta, dükkanlar kaçta açılmakta, bir bankaya girip çalışanlarına bakmak da hakeza. Tüm bunları kaçıran bense, bir pazar akşamı sağımı solumu göremeden gidiyorum şimdi, şoförün sütüne havale karanlık bir kutunun içinde. Yine fevrilik var üzerimde.

20180108_143056-01

ERZİNCAN :

Şehrin epey dışında yer alan otogarında indikten sonra, şehir merkezine geçiyorum seri bir şekilde. Gece oldu sanıyorum Erzincan’a geldiğimde. Halbuki saat daha sekiz buçuk yok bile. Trabzon’un çarşısındaki hareketlilikten sonra Doğu’nun gerçekliği ile yüzleşiyorum. Soğukta kestanelerini satmaya çalışan satıcıya yol soruyorum. Ateşinin sıcağıyla ısınıyorum. Yollarda kar var mıydı, buzlanma var mıydı görmemiş olsam da, diyebilirim ki şehirde hiç yok. Zaten bu sene kar beklemiyoruz diyorlar. Bavulumu çekiştire çekiştire ıssız sokaklarında yürüyorum Erzincan’ın. Karşıdan gelen üç erkek soğuktan kapüşonlarını çekmişler, bana doğru yaklaşıyorlar saniye saniye. Öyle ürkütücü görünüyorlar ki bu halleriyle. Aramızdaki mesafe azalıp karşılıklı birbirimize iyice yaklaştığımızda çocukların kendi halinde olduklarını görüyorum. Konuşa konuşa geçiyorlar yanımdan. Şimdiyse sadece ben yürüyorum aynı sokakta. Hele bir otelime, odama varayım da, sabah ola hayrola.

Erzincan görmüş olduğu depremler sayesinde tabir-i caizse cıscıbıl bir şehir olarak gelmiş günümüze. Yüksek katlı olmayan, tarihleri çok eskiye dayanmayan binalar var şehir merkezinde. Bodur apartmanlar, en çok iki katlı kamu binaları ve mağazalar, valilik, saat kulesi, bakırcılar çarşısı var ilk etapta dikkat çeken ya da çekmek isteyen. Canım kahvaltı etmek istemiyor bu sabah, keyifsiz keyifsiz düşüyorum yollara. Valiliğe gidiyorum ne yapacağım diye sormak için. Valilikse kollarını açmış beni bekliyor. Kemaliye’ye ulaşım turistler için uygun değilmiş. Akşam dörtte kalkan minibüs, ertesi sabah altı buçuk’ta geri getiriyor sizi. Kısacası hastanede, postanede işi olanlar ve çalışanlar için bu tek minibüs. Yani Kemaliye halkı için düzenlenmiş bir sistem var, Kemaliye’ye ziyaret maksadıyla gitmek isteyen bir garip turistler için değil. Benimse iki günümü Kemaliye’de harcayacak kadar çok vaktim yok. Bir başına araba kiralamak iyi bir fikir gibi gelmiyor. Taksiyle gitmeye kalksam, iki buçuk saat gidiş, bir o kadar da dönüşü var. Erzincan’da kış mevsimi arabasız gezginlerin bir yerden bir yere gitmesi için pek de uygun değil anlayacağınız. Coğrafya dağınık, ulaşım karışık. Bir de benim canım istemiyor sanırım. Nedenini bilmediğim bir isteksizlik taşıyorum içimde. Yine de buranın insanı açık tenli, göçmene benziyorlar tıpkı sizin gibi dediğim Valilik üst düzey personeli, ismi sanırım “Osman ıdı”, bana uzun uzun Selçuklular zamanında farklı boyların yerleştirildiği Anadolu’da, hani şu Kayı, Kıyı boyları vardır ya, amacın birleşerek merkezi yönetime baş kaldırmalarını önlemek olduğunu söylemişti ve fiziki farklılıkların da bundan kaynaklandığını belirtmişti(umarım toparlayabildim bana anlatılanları). Bana da en kolay ve en çabuk şekilde gidebileceğim Girlevik Şelalesi’nin bulunduğu Çağlayan beldesine gitmemi salık vermişti. Anadolu’dan öte gittiğinizde, size her türlü salık verme görevini üstlenen bir kişi her koşulda çıkar karşınıza. Ve o kişi de hep erkektir ne hikmetse. Fakat Osman Bey son derece mantıklı bir seçim yapmış benim için. Asla öğrenemeyecek olsa bile.

GİRLEVİK ŞELALESİ, ÇAĞLAYAN BELDESİ :

Fırat Nehri’ni, Munzur Dağlarını, Apçağa Köyü’nü görmek kısmet değilmiş. Bu sefer o sefer değilmiş. Kader takıntısının ardına sığınalım o halde ki sindirebilelim bizim için yazılmış olan farklı farklı kaderleri. Ne yaparsın kaderdenmiş bu aksilik, bu talihsizlik, Hz. Ali’nin duası çıksın ki feraha çıkalım kendimizce: “Allah’ım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle, hakkımda hayırlı olanı da gönlüme razı eyle”. Valilik çıkışında çektiğim bir iki fotoğraftan sonra Çağlayan dolmuşlarının kalktığı yere doğru yürüyorum. 13 Şubat minibüs durağına geldiğimde minibüs saatlerini beklemekte olan erkeklerin uslu uslu çay içtikleri masaya doğru ilerliyor ve soruyorum zaman ne zaman diye. Biraz var, neredensin diyorlar. Ezik ezik anlatıyorum şuradan şuradan diye. Gel otur sana çay ısmarlayacağız diyorlar. Babacan adamlar. Oturuyorum karşılarına uslu uslu. Çayımı içiyorum şekersiz. Dinliyorum büyüklerimi sessiz. Hepsi bıyık takmış büyüklerimin bu arada. Onlar da buralı değillermiş. Komşu ve çok da uzak olmayan bir ilden buraya taşınmışlar 1982 senesinde. Başbakan Çiller imiş o zamanlar. Tunceli/Dersim’in Ovacık İlçesi’nin bir köyünden yaptıkları zorunlu hicretin nedeniyse yüz elli haneli köyden yakılmadan kalan tek eve, evsiz kalan 149 hanenin nüfusunun sığmaması imiş. Bu arada duyduğum üzere Fetö’ye yüz vermeyen tek il imiş Dersim. Kanmamış, kandırılmamış, hem okumuş hem yazmış, hem aydınmış hem aydınlık. Biz uyurken, onlar hep uyanıkmış.

Bu arada ayakkabı boyacısının fotoğrafını çekip çekemeyeceğimi soruyorum. Sorsana diyorlar. Sonra da sesleniyorlar Haydar diye. Haydar beni napacaksın diyor. Fotoğraflayacağım diyorum. Tamam o zaman diyor. Bana çatır çatır poz veriyor. Sayesinde kendimi bir anlığına Sebastiao Salgado gibi hissediyorum. Neyse ki geçiyor bu hal hemen ve anın şartlarına dönüveriyorum bir çırpıda. Herkesin birbirini tanıdığı dolmuşta bir ben varım yabancı. Dayanışma içinde hareket ediyorlar, nasıl mı? Ağır yükü olanların eşyalarına bir omuz veriyor kalan. Son durakta iniyorum nihayet. Zaten bir tek ben kalmış oluyorum geriye. Şoför geliyor yanıma ve diyor ki ne zaman istersen dönebilirsin, nasıl olsa her yarım saatte bir araç var diyor. Sağıma bakıyorum, sonra soluma, sonra da önümdeki yamaca. Yamacın tepesindeki Kırklar ziyeretimi nasıl gerçekleştireceğimi düşünürken, şoför bana yolu gösteriyor. Etrafta kimse yok diyorum. Olsun diyor. Burada bir şeycik olmaz, kimse yolunda durmaz, dursa da kötülüğüne durmaz diyor. Bu cümleleri öyle bir söyleyişi var ki, kaybettiğim güvenimi kazanıyor, cesaretimi topluyorum bir anda. Ne söylediğin değil, nasıl söylediğin de mühimmiş bu dünyada. Ne olduğun değil, kim olduğun mühimmiş aynı semanın altında.

20180108_124905-01

20180108_095442-01

Keçiler gibi tırmanıyorum Kırklar’a doğru. Hiçbir şey beni engelleyemez, uçuyorum, sekiyorum ve nihayet zirveye ulaşıyorum. Manzaraya bakıyorum ve artık umrumda olmasa da bir Allah’ın kulunun olmadığını görüyorum. Birkaç ev var sadece, bir de sapsarı bir alan. Biri tatlı biri tuzlu olmak üzere iki paket bisküvi bırakılmış bir kenara. Kimsecikler yok gerçekten de. Burada dua etmeye çalışıyorum, ediyorum ama bir an birisi aklıma geliyor. Onun hakkında hiç hoş olmayan bir düşünce geçiyor aklımdan. Sevmiyorum çünkü onu. Bana bir kötülüğü de dokunmadı halbuki. O an duayı bırakıyorum.

Yine kolay kolay iniyorum aşağıya. Elinde balta, odun kurmakta olan bir kadın var. Normalde ürkütücü olabilecek baltasına sevgiyle bakıyorum, onu tutan eller sayesinde. Bir kedi, horozlar filan da var bahçesinde. Fotoğrafınızı çeksem diyorum, çek diyor çekiyorum. Gel kahvemi iç diyor. Oluur diyorum. Sobası yanıyormuş sıcacık, dışarıda sokak kedileri, içeride ben kedi. Sobanın markası Meriç, bu demek oluyor ki ben de yanacağım içten içe bu soba gibi. Eşyanın dili yol göstericidir.

İki çekyat, duvarda da geniş ekran televizyon var. Şöyle bir göz gezdiriyorum odaya yalnız kaldığımda. Mahallenin muhtarının hanımının evindeymişim bu arada. Üç çocuğum var demişti yanlış hatırlamıyorsam. İngiltere’de yaşıyorlarmış. İngiliz hanımları varmış, arada geliyorlarmış, ama arada. Onlar da Ovacıklı imiş. İsmiyse Hüsniye’ymiş. Bir ara İzmir’de yaşamışlar. Sonra dönmüşler sonradan olma memleketlerine. Ayrılırken bir kez daha fotoğraflarını çekiyorum. Bir kahvenin kırk yıl hatırı olsun diyorum. Atasözleri köyde, kırsalda, küçük şehirlerde geçerli galiba. Şehirde kırk yıl değil, kırk gün o kahvenin hatrının süresi.

20180108_131032-01

Gitmem, dönmem, kahvem, muhabbetim filan akşamı buluyor. Şaka şaka öğleni etmiş bulunmaktayım ve açım yahu ben artık hissetmesem de. Vedat Milor’un programına aldığı ve bir kadın işletmecisi olduğu için cazip gelen Er Merkez’deki “Ayla’nın Mutfağı” ne yazık ki kapanmış bir zaman önce. Çarşıda önüme çıkan ilk dükkana soruyorum rastgele ben şimdi nerede, ne yiyeceğim diye. Hemen karşı sırasındaki, dışardan küçük, içine girince hangar gibi olduğu anlaşılan restorana gidin diyorlar. Girer girmez ne yiyeyim diyorum, görür görmez nerelisiniz diyorlar. Egeliyim diyorum, hemen döner diyorlar. Ufak tefek ikramların ardından, dönerim geliyor hemen. Milor havasıyla oturduğum sofradan, parmaklarımı yiyerek kalkıyorum. İncecik kağıt gibiydi dönerim, ne lezzetli ne lezzetti. Hesap da ayranla birlikte on altı lira gelince, mutluluğum misliyle arttı. Doğu’da et yenir arkadaş. Olmayanların kursağına da girsin inşallah.

Bakırcılar Çarşısı’nı dolaşıyorum avare avare. Sonra da ani bir kararla pılımı pırtımı toplayıp, ilk otobüsle Kayseri’ye gitmek üzere yola çıkıyorum. Koskoca Sivas’ı küstürüyorum yol boyunca. Gecenin bir vakti iniyorum Kayseri’ye.

20180108_134459-01

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, ÜÇÜNCÜ DURAK : GÜMÜŞHANE

20180107_120254-02

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, ÜÇÜNCÜ DURAK : GÜMÜŞHANE

GİRİŞ :

Gümüş madenleri mi vardı acep zamanında buralarda? Adı üzerinde Gümüş’hane ya. Gökyüzü mü gümüşi yoksa. Havası mı öyle ki, soğuk ve sert bir maden gibi ama yine de zevk sahibi, şekil verdiğin takdirde dünyanın en güzel süsü olacakmış gibi. Elmas kadar kıymetli değil belki, o kadar gözde de değil ama hiç olmazsa kan dökülmüyor uğruna. Çok can yakmadan canayakın olmanın gümüş kuralı belki onda gizli. Gidip görelim bakalım Gümüşhane’nin hikmetini. Yetişiyor imdadıma google hazretleri. Seksen bir il içerisinde adını madenlerden alan tek şehirmiş kendisi. Antik çağdaki ismi Yunanca’da gümüş anlamına gelen Argis’ten doğma Argiropolis iken, Osmanlıların eline geçtiğinde Canca olarak anılmış olsa da, zamanla madenlerinin zenginliğinden dolayı Gümüşhane adını almış gerçekten de. Evliya Çelebi geçmiş bu topraklardan zamanında. Gümüş madenlerinin bolluğuna şahit olmuş. Sayısız kez akınlar düzenlenmiş, defalarca işgal edilmiş. Sancakmış bir zamanlar, vilayet oluvermiş bir günde. Şehir merkezi su ve elektriğe kavuştuğunda yıllardan 1948 ve 1949 imiş. Anlaşıldığı üzere kalkınmada öncelikli bir il değişmiş. Hala da değil.  Öte yandan İkinci Dünya Savaşı’ndan köşe bucak kaçtığımız yılların ertesiymiş. Elde de yokmuş, avuçta da. Cep delikmiş, cepken de. 1989 yılında biricik ilçelerinden Bayburt’u da kaptırmış elinden. Bayburt şehirliğe terfi etmiş, kuş misali uçmuş gitmiş elinden. Pestil ve kömesi meşhurmuş en çok. Ekşi Sözlük’te kendisi hakkında yazılmış olan şu bilgileri okuduktan sonraysa merakımı iyiden iyiye çeken bir şehir olmuştur aniden. Severim ben küçük şehirleri, büyük şehirlerdense. Tek şartla ama, içerisinde yaşamadığım sürece. Bu bir Bayburt’lunun tanımlamasıymış ha, ona göre:

İki tene tükan, bi aşhana,
Ahan sehen Gümüşhana.”

20180107_113633-01

20180107_113642-01

TRABZON’dan ÇIKMIŞEM, DÜŞMÜŞEM GÜMÜŞHANA YOLLARINA :

Sabahın köründe uykusuz bir gecenin ardından bindiğim taksinin şoförüne, Trabzon’un bu korkunç mimarisine dur diyecek insan evladı yok mu derken buluyorum kendimi. Bir yandan garaja gitmek istiyorum ivedilikle, öte yandan Gümüşhane’de ATM bulamazsam diye para çekmek gayretindeyim. Küçük şehir derler, ne olur bilinmez Gümüşhane illerinde. Başarıyorum nihayet, içim huzurla doluyor cebim biraz para gördüğünde. Huysuzluğumun nedeniyse uykusuzluk, uykusuzluğumun nedeniyse, yan odadaki çiftin cumartesi gecesi ateşinden ve tükenmez enerjilerinden kaynaklı. Kendi adıma söylemeliyim ki, kabus gibiydi tek kelimeyle. Duvarlarsa kağıt. Sabaha doğru sakinleştiklerinde nihayet uyuyabildik. Yani onlar uyudu, ben yollara düştüm erken saatlerde.

Dokuz buçukta kalkacak olan mini büs’te yer buluyorum kendime zar zor. Bir pazar gününün sabahında Trabzon’dan Gümüşhane’ye gitmek üzere yola çıkmış erkek güruhunun arasından sıyrılıp ön koltuğa geçiyorum. Buraya geçtim ama diyorum şoföre, sizin yeriniz zaten orasıydı diyor. Benim için düşünmüş taşınmış ön koltuğu rezerve etmişler. İyi de etmişler. Bense pek sevinçliyim en nihayet Zigana geçidinden geçeceğim için. Bana göre kağnı hızında, şoföre göre Ferrari kıvamında gitmekte olan mini’büs’ün içinde dikkatimi kaybettiğimden biz Zigana’dan çok olmuş geçeli(bu cümlem düşük gibi). “Bir kaç defa loşluk oldu ama ne oldu, hangisi Zigana, hangisi Kop Geçidi anlayamadım, insan bir haber vermez mi, bakın şimdi Zigana ‘dan geçiyoruz diye?” sitem ettiğim şoför “Kop mu?” diyor bana. “Kop” diyorum hırsla. “Kop ya”. İlk, orta ve lise çağlarımda ikiz olarak bildiğim geçitler meğerse uzakmış birbirinden, Hanya ve Konya misali. Kop Karadeniz ve Doğu Anadolu’yu birbirinden ayırmaktaymış. Diğer taraftan bakacak olursak birleştirmekteymiş. Bayburt – Erzurum arasında yer alan ve Kop Dağı üzerinde yer alan, tünelsiz bir yol şeklinde imiş görüntüsü. Görmek için çok yakın zamanda Erzurum’a gidip, Bayburt’a geçeceğim. Ya da Bayburt’tan Erzurum’a da geçebilirim. Doğu, Güneydoğu, Kuzeydoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu ve hep bir yerlerin doğusunda bulunarak sanırım ben de bana ayrılan süremi tamamlayacağım yeryüzündeki. Beni Los Angeles’a götürseniz çok sıkılabilirim. Orada bir köy var mı diye sorabilirim. Ben böyleyim. Değildim de aslen, sonradan sonradan bu hallere geldim.

20180107_111450-01

20180107_111557-01

GÜMÜŞHANE : İKİZEVLER KENT MÜZESİ ve SÜLEYMANİYE MAHALLESİ

Bir sürü adamı geride bırakarak, küçük şehrin küçük garajında iniyorum. Saat on bir buçuğa gelmek üzere. Acele etmezsem gitmek istediğim yerlere bir günde ve de kısıtlı saatler içinde yetişemem. Garajın içinde beklemekte olan ilk ve tek taksiye biniyorum hemen. Valilikten broşür alalım diyor, bilgi de alırız hem diyor şoförüm. Kendisi doğma büyüme Gümüşhaneli imiş fakat pek Gümüşhane’yi bilmiyor. Daha doğrusu benim istediğim kuş uçmaz kervan geçmez yerlerden bihaber. Daha önce uzun yol şoförlüğü yapmış. Akşam oldu mu evimde uyumak, çoluk çocuğu görmek istedim diyor. Pazar günü valilik açık olmaz diyorum kendisine. Olur diyor sakin bir inatla. Gidiyoruz ki, kapalı. Hemen yanında yer alan Gümüşhane İkizevler Kent Müzesi’ni geziyorum bir çırpıda. Güvenlikte Osman Bey vardı ismini yanlış hatırlamıyorsam, bana içinde bulunduğumuz pazar gününü de içine alan uzuun bir zaman dilimi boyunca gelen tek ziyaretçiymişim gibi baktı durdu. Hele ki kış mevsiminde, öğrencilerin okul tarafından organize edilen toplu ziyaretleri dışında kim gelir de burayı ziyaret eder diye düşünmeden edemiyor insan. Akıl tutulması yaşıyorum ve sormuyorum haftalık ziyaretçi sayısını. Telefonla öğrenip bilgilendireceğim sizleri de en kısa süre içinde(aradım öğrendim ki kış mevsiminde, mesai saatlerinde, okullar da kapalıyken, yeterli tanıtım da yapılmaz iken, yaklaşık üç ya da dört kişi gelmekteymiş sadece gün içerisinde ama yeni projelerle Mart ayı içerisinde hizmetinizdeyiz dedi müzenin yetkili kişisi).

20180107_114415-01
“Saltanat didükleri ancak cihan gavgasıdur, Olmaya baht ü saadet dünyede vahdet gibi.” K.S.S.

Necdet ya da j ile Nejdet Bey’le yaklaşık beş altı saatlik mesai yapacağımızı ne o ne de ben biliyoruz o ana kadar. Kürtün’e gitmek istediğimi söylüyorum, altmış üç kilometre diyor haritada. O halde diyorum en iyisi Krom Vadisi’ne gitmek. Mesafeyi otuz dokuz kilometre olarak gösteriyor üstelik. Öncelikle Gümüşhane’nin ilk yerleşim yeri olan Eski Gümüşhane’ye, şimdiki adıyla Süleymaniye’ye doğru yola çıkıyoruz. Merkezle arası yalnızca dört kilometre ve burası Türk, Rum ve Ermeni kökenli Müslüman ve Hıristiyanların bir ve beraber yaşadığı, cami ve kiliselerin yanyana yapıldığı bir hoşgörü kenti imiş. Aynı zamanda Kültür ve Turizm Bakanlığı Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından düşük yerleşim yoğunluğu, bozulmamış dokusu, korunması gerekli taşınmazların bir arada oluşturduğu bütünlük ve kent dokusunun arazinin doğal karakterine uyumu nedeniyle “Kentsel ve Doğal Sit Alanı” olarak tescil edilmiştir de diyor okuduğum broşürde. Süleymaniye Mahallesi gerçekten de bu tanımlamaya müthiş uyuyor. Gözlerinizle görmeniz lazım bu tabiatı, evlerin dilini, zamana meydan okuyuşlarını, gizemli ve kederli hallerini. Öte yandan kimse yok ortalıkta. Hiç kimse hem de. Tamam pazar, tamam kış, tamam soğuk, yer yer kar var daha ama insanın gözü insan arıyor gittiği yerlerde. Nereye gitsek şoför Nejdet ve benden başka kimseyi bulmak mümkün olmuyor. En nihayet cami imamını yakalıyorum kaldığı lojmanda. Sizin burada işler kesat galiba demiyor ama demeye getiriyorum. Yook diyor bu cami bürokrat camisidir, devlet erkanı gelir, vali gelir, başbakan gelir, gelen gelir diyor. İyiymiş diyorum ben de. Çevre düzenlemesi harika gerçekten. Her şey yerli yerinde, mis gibi yerler, duvarlar, öteler. Gümüşhane Merkez de öyleydi. İnsanlar saygılı davranıyorlar birbirlerine, çevrelerine. Hor kullanılmamış bir şehir Gümüşhane, sahibinden az kullanılmış desek yeri ve de zamanı kanımca.

20180107_155002-01

Saat bir’e gelmek üzere. Ücretin buraya kadar olan kısmını ödüyorum takside. Biraz araştırma yapmak, biraz da karnımda çalan zilin sesini bastırmak için iniyorum arabadan. Lale Lokantası’na giriyorum. Çeşit o kadar çok ki. Ne yesem diyorum, döner ye diyorlar. Lavaşın içinde istiyorum. Ayranımı cacıkla değiştiriyorum. Cacık efsane, döner şahane. Bu hayvan ne yediyse, aynısından istiyorum diyorum. Garson boş gözlerle bakıyor bana, duymadı ya da. Umarım duymamıştır yoksa önüme bir tabak küspe getirse yeri. Müşteri velinimetleri. Mercimek çorbası içen erkekler ayrı ve tek olarak oturdukları masalardan bana bakıyorlar. Birinde hafif düşmanlık seziyorum. Öfkeyle içiyor çorbasını. Garsona soru sormam onu rahatsız ediyor sanırım. Tuvalete girip kasaya geliyorum. Dürümümün yarısını paketletiyorum, çünkü vaktim dar. Krom vadisine gitmek istediğimi söylüyorum. Bu havada tek başına derdin ne dercesine bakıyorlar. Üsteleyince lokanta sahibi köyün muhtarını tanıdığını söylüyor. Akrabasıymış ya da arkadaşı. Hem kendisi arıyor, hem de telefonunu veriyor, kaydediyorum derhal. Burada olsaydı götürürdü ama köydeymiş diyor. Taksi işini bir de onlara soruyorum. Telefon açıyorlar. Kaderimde Nejdet Bey var. Güvenilirdir diyorlar. Kapıya geliyor dakikasında. Atlıyorum arabaya. Sür diyorum Düldül’ü Yağlıdere’ye.

20180107_161139-01

YAĞLIDERE KÖYÜ, KROM VADİSİ ve İMERA MANASTIRI :

Gidiyoruz ama yollar nasıl anlatamam. Yol öyle güzel olunca da, otuz dokuz kilometre oluyor sana yüz dokuz kilometre. Ağır ağır geçiyoruz bozuk yollardan. Cehennem Vadisi Kanyonu’na varıyoruz nihayet. Yerlerde irili ufaklı taşların dağlardan parça parça düştüğünü gördüğümüzde taksinin içi daha bir sessizleşiyor. Şurayı geçsek hele diyorum, ön koltuktan cevap alamıyorum. Nihayet geçiyoruz ama bu sefer de yollar daha beter oluyor. Bu arada Lale Lokanta’sından edindiğim telefonu defalarca arıyorum. O köy mü, bu köy mü derken, en az üç köy geçerek varıyoruz Yağlıdere’ye. Köyün girişinde “Yağlıdere Köyüne Hoşgeldiniz” diyor. Ben ve ekibim hoş bulduk diyeceğiz fakat arabanın içinde yeterli coşkuyu sağlayacak kadar eleman bulunmuyor. Üç erkeğin kapısında beklediği muhtarlığın önünde duruyoruz. Taksiyi görünce içinde ne var diye şaşkınlıkla bakıyorlar. Üzgünüm ben varım. Aynı zamanda köyün muhtarı olan İdris genç bir muhtar. Beni görünce yüzü düşüyor. Kafasından geçenleri tahmin ettiğimden, ses etmiyorum. Bir süre kendine gelemiyor düşüncelerden. Ağzını açıp da tek kelime etmiyor bana. Kısık sesle ön koltukta şoförle konuşuyor sadece. Ama bu yolculuk böyle geçmez. Elbet alışacak bana. Soru bombardımanım başlayınca çaresiz kalıyor zaten. Bir ara sadece ikimizin duyabileceği şekilde diyorum ki, babam şurada bir başına hiç tanımadığım adamlarla hem de Cehennem Vadisi Kanyonu’nu geçerek gelip, şu uçsuz bucaksız manzaraya baktığımı görse “A kızım sen deli misin tepeli misin?” derdi diyorum. Hiç sesini çıkarmıyor ama babama da hak veriyor bir baba olarak. Sonra da tam tahmin ettiğim gibi, bir vahiy gibi gelen bu ilahi cümlemden sonra açılıyor yavaş yavaş, ille de temkini elden bırakmadan. Beştepe’ye çıkmış iki defa. Muhtar ya. İlahiler eşliğinde yemek yedik diyor. Parti götürüyormuş zaten. Giyinip gitmesi kalıyor bize diyor. Yan masamızda en kıdemli(yani ihtiyar) muhtarlarla oturdu Cumhurbaşkanı diyor. Çok uzundu, çok inceydi, şahane de hatipti diyor. Özetle dışarıdan kapalı kutu gibi görünen, gitmesi dert, dönmesi masraf olan köylere kolay kolay ulaşıyor hükümet bu vesileyle. Ne oluyor ne bitiyor öğreniyor bir yemekle. Sosyal medya ve muhtar organizasyonları sayesinde MİT otursun yerinde. Bütüün gün sosyal medyadan baksın dursun giren çıkana, o ne dedi bu ne dedi diye. Akıllı telefonlar sayesinde mahremiyet de kalmadı, her yerde var gizli bir kamera. Big Brother teknolojik ilerlemeler sayesinde kesiyor cezalarımızı birer birer. Durum vaziyet bizde böyledir. Sizde nasıldır, bilemem.

20180107_135157-01

20180107_134959-01

20180107_134350-01

Krom Vadisi’nde tescillenmiş on yedi kilise ve şapel olduğu söylenmekte. Hem Krom Vadisi hem de İmera Köyü(Olucak) 1. ve 3. derece sit alanı olarak ilan edilmişler. Imera Köyü’ne bana ve Nejdet şoförümün şerefine muhtarlıkta verilen yemekten sonra gidiyoruz ve görüyorum ki buranın yolu çok daha feci. İmera Manastırı’nı gördüğüme değiyor mu, değiyor neyse ki. Hiç asfalt görmemiş, muhtemelen de yıllarca göremeyecek olan çamur çamur yolları geçerek varıyoruz buraya da. Çoğu fotoğrafı taksiden inmemeye gayret ederek çekiyorum. Bizim de altımızda jip değil, alt tarafı kar lastikli bir sarı taksi var alt tarafı. Yine de canımızı dişimize takmışız gidiyoruz gündüz gece. Anadolu ve ötesini geçtiğinde, hele bir de köylerine geldiğinde dilinde hep acılı ve acıklı türküler dolaşır, mırıldanır durursun olmadık yerlerde. Ben de bilmiyorum ne haldayım, gidiyorum sadece.

Duyan gelmiş yahu. Burası Yağlıdere Köy Kahvesi. Şu an iki muhtarımız var içerde. Biri Yağlıdere’nin diğeri de Olucak Köyü’nün Muhtarı. İdris Kazancı ve Reşit Ayaz ve onların uzak yakın ama muhtemelen yakın akrabalarıyla dolu kahvede kendimi anlatmaya çalışıyorum. Muhtarlarıma ve Yağlıdere Halkına sesleniyorum siyasetten uzak bir dille. Arıcılık varsa bal satın, az sonra yiyeceğim peyniri zeytini pazarda satın gibi. Size sofra hazırladık diyorlar. Vaktimiz var mı dercesine bakıyorum Nejdet’e. Var var diyor. Canımı yesin Yağlıdere Köy sakinleri. Hemen menüyü sıralıyorum size bunun üzerine; bal, tereyağı, peynir, tatlı erişte, köy patatesi. Patates tatlı tatlı, terayağları halis muhlis ev yapımı, peynir zaten kaymak gibi, erişteyiyse şekerli yapmışlar o da mis gibi. Tuz ekmeye çalışıyorum üzerine alışkanlıktan. Çay döküyorlar. İçiyoruz bardak bardak. Nejdet ve ben nasıl mutluyuz anlatamam. Lale Lokantası’nda zamansızlıktan yiyemediğim dürüm için, iyi ki de öyle yapmışım diyorum şimdi. Hava da soğuk olunca iştahlı iştahlı yiyorum. Hayat bazen bana (da) güzel. Valla. Bazen ama, her zaman değil.

20180107_143649-01
Dediğim kadar varmış sofrası

İdris’in çocuklar okul çağında olduğundan merkezdelermiş. Ben gidip geliyorum kışın diyor. Bende sizden bir şey istiyorum diyorum. Annem için biraz peynir almak istiyorum diyorum. Ücretini de ödemek istiyorum diye de ekliyorum. Bakarız diyor. Biraz konuşuyor, biraz fotoğraf çekiyorum. Çocuklar girip çıkıyorlar içeriye. Nihayet sofranın mimarı olduğunu düşündüğüm bir hanım giriyor içeriye. Yüzünde bir tebessümle geliyor yanıma. Biraz mahçup, biraz merak içerisinde. ”Hoş gelmişen, nerelisin” diyor. Karışık durumumu ona da açıklıyorum derhal. Annem şurdan, babam şurdan, dedem ve babaannem de şurdan, diğer dedemle ninem Allah tarafından aynı köyden. “Hee, karışıkmış” diyor. “Neden geldin, gezmeye mi?” diyor. “Evet” diyorum. İdris Kazancı’nın yani Yağlıdere köy muhtarının annesi imiş kendisi. Elinize sağlık sofra için diyorum. Önemsemiyor bile, günde kim bilir kaç kez böyle sofralar kuruyordur jet hızıyla. Sonra yok oluyor. Hayal gibi bir şey gördüğümü düşünüyorum İdris Kazancı’nın annesinin suretinde. Dışardaki soğuğa inat nasıl güzel yanıyor o soba anlatamam. Karnım da doydu nasılsa. Sofranın fotoğrafını çekmiştim zaten biz silip süpürmeden önce. Bu fotoğraflar ben buradaydım demenin en naif ispatları. Ve ben buradaydım, Gümüşhane ilinin Yağlıdere köyünün kahvesinde. İki muhtar, bir anne, birkaç çocuk, bir sürü de adamın içinde.

 

İmera Köyü’ne giderkendi ya da Krom Vadisi dönüşünde, malum yollardan ötürü ağır ağır ilerlerken bir kartalın soğuk bakışlarıyla karşılaştık bir anda. Elimi fotoğraf makinesine atmak yerine, onun bana yaptığı gibi bakışlarımı diktim üzerine. Kartal bakışı neymiş görmüş oldum bu vesileyle. Arabanın yaklaştığını ve aradaki mesafenin azaldığını gördüğü andaysa bir anda kanatlarını açıp, kendini boşluğa bırakıverdi usulca. Bu an için özellikle iyi ki buraya gelmişim diyorum ve bunu bir kez daha takside yüksek sesle söylüyorum, bir de şimdi sizinle paylaşıyorum. Kalan yolu şehre kadar bizimle gelen İdris, şoför Nejdet ve bir kilo kadar da Yağlıdere peyniri ile tamamlıyorum. Mutluyum ve de gururluyum. Olucak Köyü muhtarı Reşit Ayaz’a sormak aklıma gelmemişti o an köyün ismi nereden geliyordu diye, ama adı gibi Olucak işte ve Ayaz’ın bana söylediği üzere bizim kapımız açıktır her gelene, dostlar bizi hatırlasın.

20180107_151622-02

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, İKİNCİ DURAK : RİZE, AYDER

20180106_124432-01

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, İKİNCİ DURAK : RİZE, AYDER

GİRİŞ :

Yol arkadaşı bulmak, edinmek, anlaşmak, geçinmek, geçimin yol boyunca daim olmasını sağlamak, ayrılırken iyi ayrılmak, kafalarda tereddüt varsa en başından yan çizmek filan öyle kolay, öyle yenilir yutulur cinsten hadiseler olmadığından, benim gibi seçilmiş münzevilik yaşayanlar için, yani kısaca geçimsiz, aklına estiği gibi hareket eden, tur sevmeyen, katılsa da hır çıkartan, lanet, dengesiz, patavatsız, sorunlu, kibirli, egolu, hem kibirli hem egolu, bir anda parlayan bir anda sönen(daha sayayım mı?), yığınlarla uyumsuz, yığınlar kendisinden umutsuz, bencil, başına buyruk, tuhaf davranışlar sergileyen, bazen ne istediğini bilmeyen ya da hep çok şey isteyen, empati kurmaktan aciz, bazen zil zurna sarhoş olmak isteyen, bazen sabaha kadar ışıklar açık kalsın ya da yatağında aniden dikilip şimdi okumak zamanıdır diyen tipler için tek alternatif olan bir başına da gezerim konseptini yaşayan ben ve benim gibiler aslında son derece yumoşuzdur da ama sadece münzevilik başımızdayken, insanlardan uzaktayken. Kalpleri fethetmek, kendini ispat etmek, kim yılışık kim değil, kim aciz ya da korkak, kim değil gibi insanın en zayıf noktalarını görme şansına vakıf olamayacağımızdan ötürü kendimize dönük ve dışarıdan gelebilecek olası tehlikelere karşı duyarlı hareket ederiz sadece. Tehlike geçtiğindeyse bizden iyisi yoktur. Çünkü insan insanı delirtir ya bazen… Şöyle de söyleyebiliriz mesela,  insanı insan delirtir ya yüzde doksan… Dünyaya karşı bir başına olmanın verdiği özgünlükse seni ayrıcalıklı kıldığı gibi, geçime de zorlar ister istemez. Benim gezilerimdeki yol arkadaşlarım günlük tur aldığım takdirde dişe dokunur birkaç kişi çıkarsa ama en çok da şoförler, bazen de bire bir gezilerimdeki rehberim, götürüldüğüm yerlerdeki halk oluyor genellikle. Yer hakkında, yöre hakkında pratik bir takım fikirler alıyorum kendilerinden kolaylıkla. Bunlar da o yörenin şaşmaz gerçekleri oluyor haliyle. Beraber geçirdiğimiz saatlerden sonra odamda kafamı dinliyorum, ki bu da bir çeşit meditasyon oluyor benim için. Bu seyahatimdeki yol arkadaşımsa turun şoförü oluyor. Bana o kadar çok şey anlatıyor ki, yerel bir rehberden bunca bilgiyi edinmem mümkün olmayacaktı kanımca. Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir’in çok gezeni kendisi ve yaşı da bir hayli olunca, dinliyorum sözlerini sabırla. Hayat böyle, arada kulak veriyorum ben de önüme çıkan seslere, tüm bunlar bir tesadüf olamaz diye. Çıkalım şimdi bakalım Ayder’e. “Yüksek Dağlara Doğru”, Koliva’nın eşliğinde.

20180106_124331-01

20180106_124624-02

AYDER’e DOĞRU :

Kış mevsiminde olmamıza rağmen yeşil’in elli tonunu görebileceğimizin söylendiği Uzungöl’de gördüğüm tonları unutmam mümkün olmazken, bu sefer daha uzakta olan Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinin bir yaylası olan Ayder’e çıkıyoruz yavaş yavaş. Düne nazaran kalabalık bir grupla yol alıyoruz bu defasında. Arap kızlar, genç bir çift, iki kız arkadaş ve ben. Ön koltuğa geçiyorum, şoförün yanına. Dinleye dinleye gidiyorum ve türlü bilgiler alıyorum ondan. Uzungöl’e beraber gittiğimiz Fatma Şahin gibi, o da bir parça konuşkan. Anlatmayı ve kendini dinletmeyi seviyor. Aslen Bayburtlu imiş ama Trabzon’da doğup büyümüş. Meslek şoförlük olunca çok gezmiş. Gürcistan’ı avucunun içi gibi biliyor mesela. Az sonra aramızda geçen diyalog sonucu benim Gürcistan planımın nasıl bozulduğunu ve bundan sonraki kararımın beni hangi illere taşıdığını göreceksiniz. Bir Bayburtlu sayesinde ne umdum ne buldum demeyeceğim size. O kadar nankör değilim elbette. Çünkü hiç pişman olmayacağım bir rotayı takip ediyorum bu sefer de.

-Buradan sonra Artvin Borçka’ya, oradan da Macahel’e(ç ile de söyleyen çok) gitmek istiyorum.
-Bu havada, şu mevsimde, tek başına mı?
-Evet.
-Mümkün değil. Bu mevsimde oraya çıkan araba bulamazsınız. Çıkanın da aklı yoktur. Yolda kalma ihtimaliniz var. Kalacak yerler de açık olmaz. Zaten ısınmaz. Isıtamazlar ki. Aşağıda orta alanda bir soba yakarlar. Isın ısınabilirsen. Açık kapıda yatılır mı? Yatılır ama sen yalnızsın güzel kardşim. Olmaazzz. Havalar ısınsın, güneş karları eritsin azcık, öyle gel sen tekrar. Ama sen sen ol kapın açık yatma.
-Yaa aaa tamam o zaman. Ben de direk Gürcistan’a geçerim. Atrvin’i görmüştüm nasılsa. Hopa’yı da. Bir gece Batum ki onu da görmüştüm, bir iki gece Tiflis, oradan da Ermenistan’a geçerim. Erivan’ı görmek gerek.
-Bu havada, şu mevsimde, tek başına mı?
-Evet.
-Mümkün ama gerek yok. Bana sorarsan tabii. Orada yollar böyle değil bak. Otobüs bulamazsın, Nuh Nebi’den kalma trenleri var. O da tıngır mıngır öldürür adamı. Hava muhalefeti bir yandan, dört saatlik yol olur sana on dört saat. Çünkü yol yok. Çok fakir onlar. Fakirlikten yol yapamamışlar. Bir de Tiflis iyice kuzeyde kalıyor. Sibirya soğuğu vardır oralarda. Otobüsleri de eskidir onların. Bir yandan mal taşırlar, bir yandan insan. Mal dediğim bazen hayvan bazen mal. Yerlerde yatarak gidersin. Kimseciklerde yoktur şimdi karda kışta. Havalar ısınsın, güneş karları eritsin azcık, öyle gel sen tekrar.
-… C planına geçmeye çalışacağım o halde. Düşünüyorum…
-Evet.
-… Ben buradan Kars’a gideyim o zaman.
-O olur bak.
-Nasıl olur? Kars’ın Sibirya’dan, dolayısıyla Tiflis’ten, Erivan’dan farkı ne? Soğuktur Kars’ta.
-Olmaz olur mu? Orası memleket.
-Sırf bu yüzden mi?
-Karayolları faktörü de var tabii.
-D planımı söylüyorum hemen, iyisi mi ben sizin memlekete gideyim Bayburt’a.
-Git ama orada da pek bir şey yok. Baksı Müzesi kapalıdır şimdi. Ama Kars Sarıkamış’ta Şehitlerimizi anma etkinlikleri vardır şimdi.
-Sarıkamış’a gitmiştim. Şimdi arkadaş yazdı. Bak bak Sarıkamış ve Kars otelleri doluymuş, tüm misafirhaneler de dahil olmak üzere.
-Ne olacak şimdi? Neden bu kadar popüler ki bu Kars?
-Ee biz gezginler yaptık bunu böyle. Gezginler, fotoğrafçılar… Kamerasını kapan giderse, olacağı böyle. Söyleye söyleye Ani’yi Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi’ne aldılar. Çıldır Gölü, kaz eti, Kars kaşarı derken patladı resmen.
-Rota ne tarafa o zaman?
-Bilemiyorum artık. Siz karar verin. Borçka olmuyor, Tiflis Sibirya ve zaten memleket değil, Ermenistan da memleket değil. Bayburt’ta aradığım şey yok o şey her ne ise. Kars’ta ise boş oda yok. Erzurum çok afedersiniz ama aşırı yobaz olabilir ve ben dayanamayabilirim. Gerçi Erzurum’u da görmüşlüğüm var ama halkın bana sakıncalıymışım gibi davranmasını kaldıramayabilirim. Ben bir harita açayım en iyisi.
-Aç aç.
-Gümüşhane.
-Komşumuzdur.
-Nasıl bilirsiniz?
-Tarihi yerleri çoktur ama…
-Ama’sı yok. Gümüşhane.
-Peki Gümüşhane. Memleket hem.

20180106_132148-01

20180106_131703-01

AYDER :

Yağmurlarla yok aldık. Karın ortasına düşüverdik Çamlıhemşin’den itibaren. Nasıl güzel anlatamam. Buz gibi de bir hava var. Dün yanıma aldığım atkı, bere, eldiven üçlüsünü pek kullanmadığımdan, boşu boşuna yanıma almayayım dediğime yanıyorum şimdi. Kimi yerlerde diz boyu kara batıyorum. Öyle ki şelaleden akan suya bakmak daha da üşütüyor insanı olduğu yerde. Buralar öyle soğuk öyle soğuk ki ablası.

Serbest zamanda herkes yoluna gidiyor. Biraz acıkmışım diyorum kendi kendime. Aklıma bir soru takılıyor. Gelmişim Trabzon’a, gelmişim Rize’ye, insan bir kara lahana çorbası içmeden döner mi evine? Döner mi döner. Sap da döner, saman da. O yüzden karşıma çıkan her restorana soruyorum kara lahana çorbası var mı diye. Bugün cumartesi belki yapmışlardır diye. Nispeten turist yoğunluğu fazla olmalı ve açık olan restoranlarda da bir kara lahana çorbası olmalı. Ara tara, en nihayet bende var diyen bir ses beni işletmenin içine çekiyor. Nasıl güzel yapmış anlatamam. Dana eti, Meksika fasulyesi(buralarda yaygın demek ki), bol kekik, bol tuz, bol biber, insan daha ne ister? Kara lahana rengi itibariyle çorbadaydı, daha çok bir karmaşayı kaşıkladım gerçi ama olsun içtim ya. Sonra da televizyonda Başbakan’ın Nev’i şahsına münhasır şehir Nevşehir konuşmalarını dinledim. Yaşgünü pastası kesmekte olan gençler ilgiyle, ayakta ve bravo sesleri eşliğinde dinlediler kendisini. Karadeniz’in hemen hemen hepsi iktidar partili olabilir. Olmama ihtimali pek yok gibi. Aklıma Mardin’deki Arap rehberin sözleri geliyor. Sistemle ters düşersen, acı çekersin demişti. Ben gittiğim yerlerde herkesle ters düştüğümden, susmayı yeğler oldum. Çorbam güzeldi ama. Kaşıkladığıma değdi. Kazıklandığıma da.

20180106_134717-01
No filter. Kara Lahana Çorbamın üzerine ay doğar, ışık saçılır.

Üç buçuğa kadar toplanmamız gerekiyor kararlaştığımız yerde. Çorbayla aradaki vakti karın içinde dolaşarak geçiriyorum. Biraz yukarıya çıktığımda manzara beni şaşırtıyor. Her taraf otel olmuş. Yazın yer bulunmaz buralarda demişlerdi. Özellikle de Arap turistlerden. Uzungöl’de de aynısını duymuştum. Buralarda insandan yürüyemezsin, lokantalarda masa bulamazsın diye. Bir ses bölüyor düşüncelerimi o anda. Kızlar kol kola vermişler horon tepiyorlar. Atkılar bereler eldivenler, kar yağıyor bir yandan; kızlar horon tepiyor bir yandan. Tepmeleri bittiğinde yanakları al al oluyor hepsinin. Sonra da dağılıyorlar. Etrafıma bakıyorum, dükkanlardan çıkanlar, yolda yürüyenler bir an tebessümle izledikleri manzarayı, sona erdiğinde unutmuşçasına yollarına devam ediyorlar. Benim de onlardan bir farkım yok. Bir an durup bakıyorum, sonra yoluma devam ediyorum sessizce. Ooohhh boş bira şişeleri var kimi otellerin arkasında. Bu soğukta bira değil de kanyak olsa insan içer içi ısınsın diye. Tuvaletim geliyor karın içinde bata çıka ilerlerken. Vakit de yaklaşıyor iyiden iyiye. Buluşacağımız yere gidiyorum. Tuvalete gidiyorum ve muazzam bir kuyrukla karşılaşıyorum. Soğuk ve çaydan diyor önümdeki hanım. Gülüşüyor sonra da arkadaşıyla. Dönüşte Çamlıhemşin’de bir tur atsa mıydık demiştim ama yağmurdan göz gözü görmediğinden yolumuza devam ediyoruz. Zilkale’ye de çıkamıyoruz. Fırtına Deresi’nden geçiyoruz tekrar. Gelirken mola vermiş Zıpline’a binmişti kızlar. Arap kızlar’ın bilhassa, yaptığı akrobatik hareketler inanılmazdı. Hala Köprüsü’nde mola vermiştik bir de. Çamlıhemşin’e yaklaşık altı kilometre mesafede. Saat altı gibi de Trabzon merkeze inmiş bulunuyoruz nihayet. Uzungöl mü, Ayder mi diye soracak olursanız, mukayese edilemeyecek kadar güzeldi ikisi de diyeceğim sizlere.

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, İLK DURAK : TRABZON, UZUNGÖL

20180105_140243-01-02

UZUN İNCE OLMAKTAN “ÖTÜRÜ” UZAK BİR YOL, İLK DURAK : TRABZON, UZUNGÖL

GİRİŞ :

Evliya Çelebi Trabzon için bu şehre küçük İstanbul denilse yeri demiş, sonra da hayranlığını dile getirmiş uzuun uzuun. Kendisinin 17. yüzyıl gezgini olduğu düşünüldüğünde, bu sözleri sarf etmesinin üzerinden geçen yüzyıllar da hesaba katıldığında güzelliğine pek güzel şehrin merkezinin bir müteahhitler güzellemesine dönüştüğünü görse yüreği sızlardı. Eğri büğrü, saçma sapan, zevksiz, kalitesiz apartmanlardan oluşan bir çehre sahibi olmuş ilin bu kadar savrukça harcanmış olması insanın içini acıtıyor ister istemez. İçinde yaşarken anlamıyor, bakmıyor olabilirsiniz Trabzonlular ama dışardan manzara pek öyle görünmüyor. Bahanesi de başınızı sokacak bir ev, öyle mi? Bir Ordu’ya bakın, bir de Trabzon’a. Mayamda müteahhitlik var, tuğlaları döşer, harcı kararım nasılsa, dışını da allar pullar pembelere, morlara boyarım dersin, şehri de böyle sirke çevirirsin işte. Önün deniz, içi hamsi, her yer KATÜ, havaalanın denize sıfır, hala kapalı da olsa Sümela senin, Ayasofyan var, Atatürk Köşkün hakeza, Sultan Murat Yaylan, Hamsiköy’ün, Uzungöl’ün daha da dolu yayla senin ama, ama’sı var işte.

-Trabzonluların Trabzonla ilgili sorunları yok ki.
-Kesin vardır ama söylemeye cesaret edemiyorlardır.
-Trabzonluların korktuğunu mu düşünüyorsun?
-Bilemiyorum.
-Ne biliyorsun?
-Benimle uğraşma.
-Ayrıcalığın nedir ki senin?
-Ayrıcalığım filan yok benim. Ayrıcalık tanıdım Trabzon’a gelmeyi tercih ettim. Üstelik ilk seferim değil.
-Bunu Trabzon için yaptığından emin misin? Hem sefer biraz iddialı olmadı mı?
-Ya ne için yapacaktım? O sefer o sefer değil yahu.
-Şehirle ilgili başka sıkıntıların varsa madem söyle, atma içine.
-Valla mı? Kimse bilmeyecek, he mi?
-He he.
-Halkı bi tip.
-Tip, he mi?
-He he.
-Nasıl tip?
-Şöyle ki; yolun sonunda uçurum var, azıcık fren yap, yoksa her fani gibi ama biraz erken tadarsın şahadet şerbetini diyorsun diyelim, sen olsan ne yaparsın?
-Fren.
-Ben de. Ama bunlar öyle yapmıyorlar işte. O uçurumdan uçana dek gaza basıyorlar.
-Gözleri kara, he mi?
-Artık gözleri kara mı, yeşil mi… Bir de hiç susmama durumları var. Az evvel uçurumdan uçanlar var ya, işte onlar mesela çakılana kadar kendi bildikleri doğruları söylemeye ve kabul ettirmeye devam edeceklerdir mesela. Çünkü sonuna kadar kendilerini haklı görüyorlar. Sen ne dersen de, onlar hep bildiklerini okuyorlar kısaca. Artvin’de başıma gelen bir olayı anlatayım sana. Manifaturacıydı galiba, yol yorgunu girdiğim bir dükkanda, tezgahın arkasındaki adam bana nerelisin dedi. Ben de değilim ama İzmir’den geliyorum Ankara üzerinden dedim. Sonra bana şimdi unutmuş olduğum tuhaf tuhaf laflar etmeye başladı. Ben bir şey demedim ama. O böyle saçma sapan konuştu konuştu, bir de beni suçladı dükkanına girdim diye. Zaten yol yorgunuydum, açtım, kalacak yerim tam kesinleşmemişti, akım derken bokum dedim, bir anda seni öldürürüm deyiverdim adama.
-Aaa…eee… O nedi peki?
-Baktı bana, gözlerinde şeytani bir parıltı oldu. O kadar da değul da dedi.
-Bu iyiymiş. Ama Artvin orası, Trabzon değil ki.
-Sence değişen ne ola ki? Bende korku oluştu mesela. Rize’ye gidemem ben. Ürküyorum çünkü.
-Rize’den he mi?
-He ya, Rize’den.
-Güneydoğu’ya gitmeyeceksin ki.
-Yok yok. Karşılaştırma imkanım çok oldu ve her zaman beni zıvanadan çıkartanlar Doğu Karadeniz’den çıktı. Yoksa bilirsin az değilimdir ve kendi geliştirdiğim ve bana mahsus kimi manevralarımla karşı tarafı ben de kolaylıkla çıldırtırım ama Karadenizlilere gelince süngüm düşüyor.
-Alt ediyorlar yani seni.
-Deli edebiliyorlar beni. Pratik bir şekilde. Coğrafyaları onları, onlar da bulduklarını.
-Sen de bulunmaya gidiyorsun, kaşınıyorsun demek ki?
-Ben hep kaşınırım. Sorun yok.
-Sosyal medya lincine uğramayasın sonra. Şimdi çok moda biliyorsun. Hesabı olan, gıcığı olan orda biliyorsun. Seni vatan haini ilan etmesinler sonra?
-Etseler etseler Karadeniz’in haini ilan ederler, Karadenizli bile değilim, olsam ne olmasam ne, etseler ne etmeseler ne?

— . —

Büyük şehirlerin havaalanlarına indiğinde uçağa binmek için araca bindirilirsin, hava trafiğinin nispeten az olduğu daha az büyük şehirlerde bu sefer de, uçaktan çıkıp asfaltı göremeden hoop kendini havaalanının içinde bulursun. Günde on tane uçağın indiği yerlerde ise havaalanının içine kadar kendin gidersin yürüyerek. İlk defa geldiğin bir şehir hakkında ilk dakikaların dolayısıyla ilk izlenimlerinin oluştuğu anlardır bunlar. İklimi, coğrafyası, insanları gözler önüne serilir. Kaç il, kaç bölge aşarsın bir anda. Belki denizler, göller, dağlar, dereler. Yirmi ili geçiverirsin bir iki saat içinde. Yazdan sonra kışta bulursun kendini bir anda. Güneşli bir şehri bırakırsın, karlarla kaplı bir şehir karşılar seni. İşte böyledir uçak seyahatleri.

Atlas Havayollarıyla uçtum bir akşam vakti. Özellikli koltuk satın almadığım için koridor tarafıydı yerim. Şansıma uçak boştu ve üçlü koltuğun ortası da boştu. Hava yağmurlu olduğundan beşik gibi sallana sallana geldik. Aramızdaki boşluğun diğer tarafında oturan adamcağız her defasında bana bakıp ellerini havaya kaldırdı, bu normal mi diye sordu durdu bana. Bilemediğimden normal normal dedim. Kendisine ikram edilen keki almayıp, kıza verin dedi. Kız ben oluyorum bu arada buradaki. İnişe geçtiğimizde denizin dibine havayolu mu yapılırmış dedi. Ne desem bilemedim ki. Denize sıfır havayolu fena mı, ama söz konusu manzaralı daire değil ki.

Beni nereden bulduklarını anlamadığım tur şirketinin ısrarlı mesajlarına dayanamayan zihnim Uzungöl ve Ayder turlarına katılmaya karar vermişti gelmeden önce. Merkezden bineceğim araca sabah saatinde ve ineceğim akşam saatinde. Tek bildiğim bu ve hava karardı bile. Bavulumu bırakıp şehri keşfe koyuluyorum ivedilikle. Üç sene önce geldiğim merkez lokantasında oturuyorum, değişimi anlayabilmek için. Çok aç olmasam da Akçaabat köftesi söylüyorum. Ekmek ağırlıklı hamur olmuş köfteyi yiyorum. Tatlar bozulmuş şehirde, değişim bu işte. Paralel iki caddesini, onları kesen sokaklarında dolaşıyorum yemekten sonra bir süre. Merkezde İş Bankası Kültür Yayınları var. Görüp görebileceğiniz tek kitapçı da o. Çok şeker doğrusu. Onun dışında pek fazla özel bir şey yok. Bol bol peynirci var çarşısında. Kilo kilo tereyağları ile beraber vitrinleri süslüyorlar. Muhlama için uygun olan çektikçe uzayan, uzadıkça uzayan peynirleri en revaçta olanlar.

20180105_121556-01

UZUNGÖL :

Dört kişiymişiz tur için. İnsan yalnız da sıkılıyor rehberle. Halkımla bütünleşmek için bulunmaz bir fırsat diye geçiriyorum aklımdan. Sorun şu ki nerenin halkıyla bütünleşip kaynaşacağımı bilemiyorum. Köprünün önünde beklemekte olan iki kadın bir adamla bütünleşecekmişim. Biner binmez nerelisiniz diye soruyorum usülden. Biliyorum ki buralılar. Turla kolay kolay gezmek istemişler. Fatma Şahin yanıma oturuyor. Diğer hanım tekli koltukta kulağında kulaklık müzik dinliyor, bazen kendini kaptırıp eşlik ediyor müziğe. Onu dinliyoruz ara ara. Eşi şoför koltuğunun yanına geçiyor ve fazla konuşmuyor. Fatma Şahin herkesin ve hepimizin yerine konuşuyor. Tüm soyağacını çıkartıyor tek tek. Üç çocuğu, tek torunu, askere giden oğlu, kızkardeşinin hastalığını, onun çocuklarını, nerede oturduklarını, kendi işyerini, işyerinde ne pişirdiğini, muhlama için en doğru peyniri ve daha da bir dolu pratik bilgiyi ediniyorum kendisinden. İlk durağımız olan bıçakçı, gümüşçü ve akabindeki çay fabrikasında da mekan sahiplerinin bile bilmediği değişik bilgiler veriyor hiç durmadan. Her evde bir Fatma Şahin vardır buralarda diyor. Kızlarından birine Fatma ismini koymazlarsa rahat uyuyamaz buranın insanı diyor. Bizim bir bakan da Fatma Şahin’di diyorum. Yüzü geliyor gözümün önüne. Buralıdır kesin diyoruz kendi kendimize. Baktım da Gaziantep’liymiş. Demek Antep’de de yaygın imiş aynı isim.

20180105_143144-01

20180105_144706-01

20180105_144825-01

Şoförümüz konuşmayı sevmeyen, biraz utangaç bir genç olduğundan çevre hakkında filan fikir almak çok mümkün olmuyor. Neyse ki Fatma Şahin var bizi aydınlatan. Hepimiz açız, kahvaltı etmeden çıkmışız. İlk işimiz Uzungöl’de yemek yemek diyoruz. Beraber aynı masaya oturuyoruz, yemek seçimlerini de evsahiplerine bırakıyorum. Alabalık ye diyorlar, tamam diyorum. Muhlama söylüyorlar falan filan. Garsonla öyle bir konuşuyor ki Fatma Şahin, ben böyle konuşsam herhalde adam beni döver diye geçiriyorum içimden. Haklı olmasına haklı çünkü getirilen yiyeceklerde lezzet namına bir şey yok. Balığa daha çok tereyağ gerekmiş mesela. Muhlama olmamıştı mesela. Mısır ekmeği bile yoktu masada. Dünya için küçük, biz bir avuç aç ve lezzet arayan insan için bütün bu istekler çok büyük o an için. Sonunda para vereceğiz ya. Sorun yok bir gün bir bilim adamı bir labaratuvarda bir atomu bin parçaya bölmüş, Nobel almış… Bizler de oturmuş bu mezeler olmamış diye diye ne var ne yoksa yiyoruz aslında.

20180105_142056-01

20180105_143817-01

20180105_140754-01

Yemek faslından sonra aileyi bırakıp Uzungöl’ü keşfe çıkıyorum. Uzungöl Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı bir köy. İsmini de içerisinde yer alan gölden almış. Göl kıyısında yer alan bembeyaz cami fotoğrafların olmazsa olmazı olmuş kısa zamanda. Gözlerimle gördükten sonra da diyebilirim ki, çok yakışmış bu cami bu göle, şu kıyıya. Gölgesinin gölün yüzeyinde nazlı nazlı aksedişini düşletiyor insana. Öte yandan Uzungöl Salonunda gördüğüm bir beyden bana poz vermesini rica ediyorum. Kabul ediyor. Dönüşte çektiklerimi beğenmiyor, bir kez daha poz vermesini rica ediyorum. Yine kırmıyor beni. Az ilerde evinin balkonuna çıkmış emekli matematik öğretmeni ile konuşuyorum. Zorla. Adamcağız ayağında terliklerle çıktığı merdivende dengede kalmaya çalışıp işini görmeye çabalarken, bir yandan da bana laf yetiştirmek zorunda kalıyor. İnsanları zor durumlara düşürmekte üstüme yok. Aybediyorum ama az sonra ayıbımı unutacağımı da biliyorum. Kendi adımı taşıyan bir otel karşıma çıkıyor. Derhal unutuyorum emekli matematik öğretmenini. Trakyalılar basmış buraları galiba diyorum. Ya da bir gelin getirdiler galiba Edirne’den ya da bir gelini sevdiler Meriç isminde.

Mevsim itibariyle belki de, insan ister istemez romantik hislerle bakıyor etrafına. Fakat aynı romantik hisleri buraya karşı mı hissetmekteyim yoksa geçmiş mi hatırlatıyor kendini anlamam zamanımı alıyor. Tam gözlerim dolacak gibi oluyor, tam geçmiş iyice üşüşüyor savruk başıma, bir ses duyuyorum tanıdık. Bunlar benimkiler olmalı. Alışveriş yapmak üzere açık mağazaları geziyorlar. Ya ağlayacağım ya boşverip benimkilere takılacağım. Ağlamak için bolca vaktim olur bir gün elbet diyerek yanlarına gidiyorum. Kardeşi tatlı ısmarlattı zorla kendine diyor. O da kötüydü, ne yediysem olmadı şurda diyor Fatma da. Beraber ilk açık dükkanla başlıyoruz alışveriş turumuza. Kasam nerde diyor kardeşine kocasını kastederek. Hediyelik eşyalar, çin malı terlikler, buzdolabı süsleri, bakır tepsiler, cezveler, kısaca ne ararsan bulabileceğin dükkanda, tek eşi yok kasada ödeme yapacak. Cezve derdine düşüyor Fatma Şahin’in kardeşi, bir de Uzungöl manzaralı ahşap tepsiler ve de kemençe şeklinde duvar saatlerine bakıyoruz dikkatle. Fatma’nın kızkardeşi aynı sebepten erkek kardeşini kaybettiği bir tür akciğer hastalığına yakalandığını öğrenmiş yakın zamanda. Bir kızını da yangında kaybetmiş. Sonra tedavi olmuş uzunca bir süre boyunca hem ruhsal hem de bedensel olarak. Az önce karşımda sakin sakin yemek yiyen kadının bu kadar acıyı hangi köşesine sığdırdığını bulmaya çalışıyorum. Nafile çabam. Şimdiyse oy birliğiyle en güzel desenli tabak, kemençe şeklinde saat ve birkaç hediyelik eşya üzerinde mutabakata varıyoruz aynı dükkanda. Bakır cezveden vazgeçiyoruz.

Çakır gözlü, kar gibi beyaz saçlı ve gerekmedikçe-hiç ama konuşmayan kocası yangında kaybettikleri kızlarının yemek masasında bahsi geçtiğinde sıkıntıyla kalkmıştı ayağa, burası sıcak oldu diyerek ceketini giymişti, sonra da önünü ilikleyip, otururken iliğini çözmüştü. Paltosuyla yemek yedi sofrada. Biz muhlama, salata, turşu kavurma yerken sofraya sırtını dönmüş, uzaktaki televizyondan haberleri izlemeye koyulmuştu. Hiç yemez demişti karısı onun için. Et, ekmek, patates olmazsa yemezmiş. Izgara biberine bile elini sürmedi, ne de domatesine. Köftesini yedi sadece uslu uslu, sessizce. Birkaç dilim de ekmek eşliğinde. Onun dışında kalanları tatmadı bile. Kız yesin dedi. O kadar. O kız benim bu arada.

NOT : Çok çok önemli sözümü sona sakladığımı düşünüyor olabilirsiniz. Yanıldınız. Muhlama muhlama dedim durdum yazımda. Aslında mıhlama diyen de var, muhlama diyen de. Her ne kadar kulağa mıhlama daha hoş gelse de, yazımın içinde pek çok kereler kullandığım muhlamayı mıhlamayla değiştirmek zor geldi sadece. Son bir kez gevezelik etme şansı buldum bu vesileyle.

20180105_155216-01

UZUN İNCE BİR YOL : ONUNCU VE SON BÖLÜM, KAYSERİ – TAVLUSUN

20171004_173227-01.jpeg

UZUN İNCE BİR YOL : ONUNCU VE SON BÖLÜM, KAYSERİ – TAVLUSUN

Ne gün ama! Ne geçmek bildi, ne de gitmek! Şikayetçi değilim ama bilsem daha erken düşerdim yollara ki akşam kalkacak olan otobüsüme sayılı saatler kaldığından bunca endişeyi de taşımazdım beraberimde gittiğim her yere. Bir Aşağı bir de Yukarı olmak üzere Germir’de dolandım durdum sabahtan akşama. Germir kadınları her şekilde bakımımı üstlenip, tıka basa doyurdular beni. Sağ olsunlar. Telefonumun şarjı bitti dedim, bulup buluşturdular, kahve üstüne kahve, peynir ekmek-hayatta en sevdiğim şeydir peynir ekmek-hele bir de davetsiz gidince olanı çıkarıverdiler. Ben zaten bulduğunu yiyenlerdenim. Yemek programlarında çıldırmış gibi yiyorlar ya hani. Karşındaki çıldırmış gibi yaparsa, sen de çıldırmış gibi yersin de… Aklıma yıllar yıllar önce Sivas’ın bir ilçesi olan Ulaş’ın Acıyurt köyünde yaşadıklarım geliyor. Ani bir baskınla Mir Ali Bey Konağını görmek için geldiğim köyde, yer sofrasında ağırlanmıştım bir güzel. Tekrar gitsem yıllar sonra, evin ikizleri olan iki sarı velet büyümüş kocaman olmuşlardır şimdiye. Doğan büyüyor, ne yaparsın? Herkes yerinde güzel bir de. Herkes yerinde kalsın sözünü düşündüm durdum bu insanları gördükçe. Zerre kadar gördüğün iyiliğin gayretini güdücen demişti Yukarı Germirli Elif. O sözünü unutmadım Elif.

Sözde Ağırnas’a gidecektim ama nasıl olduğunu hala daha tam kavrayamadığım bir sebepten ötürü kendimi bindiğim taksinin içinde Tavlusun’a giderken buluyorum. Hiç durmadan gülen ve bana sormadığım halde acıklı yaşam öyküsünü anlatan şoförü dinlemek durumunda kalıyorum. Hafriyat işi yapmışlar İzmir, Bornova’da. İki ortak alacaklarını takip etmemişler, zevküsefaya düşmüşler ve bir trilyonu batırmışlar. Sanıyorum Kordon’da, barda, pavyonda yediler-Kordon deyince birkaç saniye sesi çıkmayı erdi çünkü-. Adanalı pamuk tüccarları gibi karşılandıkları sazlı sözlü mekanlarda ne raconlar kestiler kim bilir zamanında. Tatlı tatlı batırdığımız için tam anlamadık, o yüzden çok koymadı diyor sonra da. Tatlı tatlı yemenin… Şu kilise diyor, şu yerler diyor hep define arayıcılar geliyor buraya diyor. Geçen de jandarmayla geldik ama çektiğim fotoğrafları teek teek sildirdiler bana diyor. Sonra da gülüyor. Zaten hep bir gülme hali var üzerinde. Saflıktan mı, sonradan mı böyle oldu yoksa paraları batırınca dünyayı mı boşladı anlaşılamıyor öyle hemen dışarıdan. Çeek çeek diyor, sağı solu gösterip, hep tarih imiş buralar diyor. Öyle diyor, böyle diyor; sonra da bir selfie çekiyor mutlu mesut. Şu an burada bulunmaktan benden daha mutlu olmuş gibi görünüyor. Çok garip çook.

20171004_160727-01.jpeg
Surp Toros Ermeni Kilisesi

Bizden başka bu bölgeyi gezmek için gelmiş bir otobüs dolusu insan daha var. Onlar Ankara’dan gelmişler. Surp Toros Ermeni Kilisesi’ni geziyoruz beraber. Virane içerisi. Duvarlarına sprey boyayla yazılar yazılmış, devlet burayı çoktan gözden çıkarmış. Eşek bağlasan durmaz ya da hayvan bağlı olduğundan durur, sonra da kahrından ölür şurda. Tekrar arabaya bindiğimizde beni köyün girişinde bırakıver diyorum. Issız buralar, ne yapacaksın diyor. Ben birilerini bulurum nasıl olsa, sen rahat ol diyorum.

20171004_172155-02.jpeg

20171004_161234-01.jpeg

TAVLUSUN :

Taksi şoförü haklı mı ne? Bu köy iyice ıssız. Kimsecikler yok. O yola sapıyorum, bu sokağa giriyorum tek bir Allah’ın kulu yok. Çocuk bile yok. En nihayet bir eşek görüyorum. Onunla konuşacağım nerdeyse bu köy ne böyle diye. Eşek beni hiç umursamıyor öte yandan. Derken bir evin önüne çıkmış oturmuş anne kız oldukları her hallerinden belli iki insan görünce, beni bekleyin biraz fotoğraf çekip geleceğim yanınıza diyorum. Gitme olasılıklarını düşünerek, bir yere gitmezsiniz değil mi diye de soruyorum can havliyle. Nereye gidelim gibisinden omuz silkiyorlar. Ortalıkta bir alternatif göremiyorum zaten. Tekrar eşek sıpasına dönüyorum fakat her zamanki gibi bana hiç yüz vermiyor. Rotamı insanlara çeviriyorum kendisinden yüz bulamayınca. Dilek ve annesi Aysun’un yanına oturuyorum. O kadar alışmışım ki bu oturmalara, hiç garipsemiyorum. Bir şeyler yiyip içer misin diyorlar, çay varsa çay içerim diyorum. Dilek çay demleyip getiriyor hemen. Germir’den verdikleri ekmeği çıkartıyorum. Peynir getirelim diyorlar. Dilek gofret getiriyor bana. Erkek kardeşi çıkıyor içeriden, çantama attığım ama unutmadığım, Harran’da Güneş’in bahçesinden dalından koparıp verdiği iki acı biberi uzatıyorum ona. Daha faydalı bir şeyin aracılığını yapmış olmayı isterdim aslında. Sokaklarda bir Allah’ın kulu yok, sizin ne işiniz vardı dışarıda diyorum. Ev soğuktu, güneşi görmek için çıkmıştık dışarı diyorlar. O esnada iki adam geliyor. Dileklerin oturduğu ev satılıyormuş, bir bakmak niyetindeki alıcıları içeri almıyorlar nazikçe. Beyimi ararsınız diyor Aysun yine nazikçe. Beyi ise direksiyon sallıyormuş şu saatlerde. Yirmi beş bin liraymış evin satış fiyatı. Büyükşehirde bıçak parası bundan çok. Demiyorum. Gerek yok. Buraya bu para çok bile. Dilek güzel bir kız. Boylu poslu, yürürken görsen dönüp bir daha bakarsın endamına. Burada sıkılmıyor musun diyorum. Akşam olup, karanlık çöktü mü etraf çok ürkütücü olur gibi geliyor. Markette çalışıyormuş, çıkmış. Şimdi tekrar başvurmuş sağa sola iş güç için. Ablam evlendi, şehirde yaşıyor diyor. O yırtmış yani. Demiyorum. Atıl vaziyette, şu genç yaşta burada yapılacak hiçbir şey yok ki. Seni ne bir gören çıkar, ne de değerlendiren. Köyün ulaşımı da kısıtlı. İki üç saatte bir kalkacak otobüsü bekle ki gelsin. Vay yandığımın dünyası, hiç adil değilmişsin be! Germir’de kadınlar bir dayanışma içindeydi, belki ondan, çok çaresiz görünmediler gözüme. Ama burası gençler için bir çeşit sürgün yeri. Hadi burada doğmuş olduğunu düşünelim, o zaman doğuştan sürgünsün. Bekle ki kısmetin çıksın seni kurtarsın, ara ki bir iş bulasın sağda solda. İlk defa bir köy yerinde içim sıkılıyor. Dilek sanırım bana tüm bu hisleri yaşatan. Annesi dert değil. O nerde olsa yaşar, ama şurada insanın gençliği çürür gider göz açıp kapayana.

20171004_163125-01.jpeg

20171004_163051-01.jpeg

74937C06-F3D4-4457-9456-09E13F1495CD

Otururken otururken bir kadın ve çocuğunu görüyorum uzaktan gelmekte olan. Vayy insan diyorum. Hani bakayım diyor Aysun, Dilek hemen başını o insan’dan yana çeviriyor. Komşu imiş. Bilmem vaziyeti anlatabildim mi? Sonra bir hareketlenme de tam karşımızdaki boş arazide gerçekleşiyor. Eşek acı acı anırmaya başlıyor. Yaşlıca bir kadın önümüzdeki boş arazideki çalı çırpıyı topluyor. Ona doğru sesleniyor ver bana ver bana dercesine. Hemen bakışlarımız o yöne kayıyor. “Kız Fatma Teyze” diyor Dilek, “Nasıl oldu Ahmet Amca?”. “Yatıyor”diyor kadın, o da merakla beni soruyor. Merak etmeyecek de ne yapacak şu insansızlıkta. Şurada beni tek merak etmeyen şu eşek idi. Onun da derdi gücü sahibinin topladığı çerde çöpte idi. Yeryüzünde her canlı önce aş peşinde, tıpkı şu eşek gibi.

Bu arada akşam kalkacak olan bir otobüsüm var ve Dilek’ten şarja koyduğu telefonumu geri getirmesini istiyorum. Ben seni götürürüm diyor. Önünde yürüyorum, beni arkadan süzüyor biliyorum. Yaşına göre fiziğin iyi imiş, çok yürümüşsün belli, ayakkabılar ayağını yara etmiş, saçlarını doğal kullanıyorsun demek, gür saçların varmış ama fönsüzsün. Çeşmeye giden sokağa sapmadan önce kalabalık bir insan grubu görüyoruz. Aralarında evin satılma durumunu soran iki adam da var. Bir de hastaneden çıkmış ya da elinin üzerindeki kapanmış musluk yerine istinaden ben öyle düşünüyorum. Bir fotoğrafını çeksem diyorum. Dilek rica edince, beni hiç kırmıyor Hasan Amca. Tatlı tatlı da pozlar veriyor bana. Ben en sevecen halini paylaşmayı uygun gördüm sizlerle çeşmenin önünde. Bir nedenden ötürü her Hasan’a sempatim vardır. Sabahattin Ali’nin Ayran adlı kısa öyküsündeki Hasan’a, bir de Avanoslusuna… Bizim yaşayan en değerli ve en saygın yazarımızın da ismi Hasan’dır. Kalabalığa karışmaz, şan şöhrete takılmaz, sanki aklı hep romanlarındadır.

20171004_172508-01-01.jpeg

Tavlusun’a tepeden bakıyoruz otların bürüdüğü genişçe bir alanı geçtikten sonra. Burada da doku bozulmak üzere. Aradaki betonarmeler tüm zevksizlikleriyle sırıtıyor yazık ki. Zamanım tükenmek üzere. Ne niyetle çıkmıştım yola, neler neler buldum, kimlerle tanıştım, nerelere gittim nerelere gidecekken. Hiç gerçekleşmeyecek bir tarihi yazdım buraya gelmeden önce, şimdiyse oturmuş kendi kişisel tarihimden son bir yaprağı daha paylaşıyorum sizlerle. Mardin’de başlayan yolculuğumun son durağı idi Kayseri. Yakın bir tarihte tekrar gelmek üzere ayrılıyorum şimdi. Bu arada dizin iyileşmiş diyenlerinize cevaben hayır diyeceğim. Seyahate çıkmadan önce, artık neyin üzerine düştüysem enfeksiyon kapan dizim Kayseri’de de sızım sızım sızladı bu arada. Eve gelişimin ertesinde tee Gaziantep’ten buralara kadar bir pet şişe içerisinde taşıdığım dört sülükten ikisiyle yaptığım tedavi sonucunda ancak aynı gün iyileşme görüldü. Gel de eski usül şifacı tariflerine inanma. Kanıt olsun diye de dizim üzerinde kullandığım ve etimden sütümden beslenen ve bu sayede iyice tombikleşen, bu yüzden de cılız kardeşlerinden ayırdığım kan kardeşlerimin fotoğrafını sizlerle paylaşıyorum. Depremde ilk kurtaracaklarımdan, benim şifacılarım, doktorlarım, kanım, canım, bundan böyle de “kan kardeşlerimdir” onlar. Bana bu son seyahatimin tek yadigarıdır onlar.

20171029_174945-01.jpeg

 

UZUN İNCE BİR YOL : DOKUZUNCU BÖLÜM, KAYSERİ – GERMİR

20171004_115643-01.jpeg

UZUN İNCE BİR YOL : DOKUZUNCU BÖLÜM, KAYSERİ – GERMİR

Buzzzz…gibi. Nasıl soğuk anlatamam. Kısa kollu t-shirtlerle düştüm mü ayazın ortasına! Yağmurluğuma sarılıyorum yuvam sandığım. Ertesi sabah öğrendiğime göre gece eksiye düşmüş Kayseri’de. Tevekkeli değil herkesin üzerinde paltolar vardı akşam akşam. Ferah ve işlevsel caddelerindeki her türlü ulaşım imkanına rağmen, merkezi geniş bir alana kurulu olan Kayseri soğuk, karanlık ve kasvetli şimdi. Adres sorduğum herkes Suriyeli çıkıyor. Sonunda Adıyaman’daki rehber gibi ben de Türk müsün deyiveriyorum yolda durdurduğum bir gence kulağındaki kulaklığa aldırış etmeden. Elhamdülillah diyor, sonra da ne sandın der gibi bakıyor. Fazla uzatmadan, iş çığrından çıkmadan gideceğim adresi soruyorum ona. Hava soğuk, üstüm ince, sokaklar karanlık, herkes’ler yabancı bana. Erciyes’in eteklerine kar yağmış bile. Kendi kendime soruyorum, Kayseri’yi aman aman sevmem, insanını bilmem, ama yolum illa ki düşer bu şehre. Soruyorum soruyorum neden acaba diye, yine kendim cevap veriyorum kendime. Söyleyeyim hemen size, tohumlarım Anadolu’da atılmış çünkü. Annem bana hamileyken, babamın Erzurum’a tayini çıkmış. Annemin biraz sıkışık, bir artı bir evinde, içinin derinliklerindeyken Kıbrıs’a tatile götürülmüşüm annemin içinde. Hava değişimi yaramış olsa gerek, dönüşte gökyüzünü görmek üzere, uzatmışım önce başımı, sonra gövdemi Ankara semalarına. Beklenenden daha kolay olmuş doğumum. Hayatıma bakınca doğumumun kolay olması sevindirici olmuş. Annem açısından özellikle. O yüzden de karı, kışı, soğuğu, Anadolu’yu seviyorum. Ama yaşamak için değil, böyle arada bir gezmeye gelmek için. Neşe içinde kar topu oynamak, birkaç köy görmek için. Sonra da ahh biz şehirde çok kirlendik, islendik pislendik diyerek oryantalizmin dibine vurmak için. Bu da bir seçenek tabii ki. Hayat seçeneklerle dolu. Gelecek dışında, ya geçmişi de değiştirebilseydik nasıl olurdu ki acep buralar şimdi?

Odama gelir gelmez, banyo yapıp yatmışım. İlk defa deliksiz bir uyku çektim. O kadar yorgun düşmüşüm ki, sabah uyandığımda başım dönüyordu. Ağırdan alsam iyi olacak diye düşündüm ilk defa günü yani bugünü. Dönüş biletimi almak için kendimi sokağa atabildiğimde saat on’u çeyrek geçiyordu. Bu demek oluyor ki, günün yarısı geçmek üzere. Kayseri’de daha önce hiç gitmediğim Germir’e gitmeye karar veriyorum. Aslında ben bu kararı vereli çok olmuştu da, şimdi söyleme gereği duyuyorum sadece. Germir, Elia Kazan’ın köyü ve oradan da Mimar Sinan’ınkine yani Ağırnas’a geçeceğim. Son olarak da adet olduğu üzere Eski Talas’a gideceğim. Her zamanki gibi. Benim planlarım böyleyken, nerelere gidip, neler yaşadığımsa sürpriz olacak. Aslında bu en planlı başlayıp, tuhaf bir biçimde çığrından çıkan ve beni aşan günlerimden biri oldu. Ne umdum ne buldum, nerelere gidecekken, kendimi nerelerde buldum. Önümde beni bekleyen değişik bir gün, sizi de bekleyen uzuun bir yazı olacak gibi, şimdiden söylemesi.

20171004_133016-02.jpeg

20171004_121147-02.jpeg

GERMİR :

Bir zamanlar Ermeni, Rum ve Türklerin bir arada yaşadıkları bir köy imiş Germir. Nüfus olarak Rumların baskın olduğu söyleniyor ve köyde hem Rum hem de Ermeni kiliseleri mevcut. Elbette ki Kültür Bakanlığı’nın katkısızlığı ve tüm bakımsızlığıyla(bir taş atacaktım, bula bula bir mercii buldum). Müslüman mezarlığını geçince yüz ya da iki yüz metre sonra köye girmiş bulunuyorsunuz. Ortalık sessiz sakin. Evler bir parça bakımsız olmakla beraber orijinalliğini korumakta. Dönemin mimarlarının ya da evi yapan ustaların zevk sahibi olduğunu anlıyorsunuz hemen. Bir küçük muhtarlık binası var, onun dışında bir fırın ya da bakkal bile göremiyorum. Bir sokak arasında oturmakta olan üç kadından konuşkan olanı, ben sana yolu gösteririm diyor. Şurayı, şurayı ve de şurayı çek diyor. Benim için uygun olabilecek popüler fotoğraf kareleri bunlar. Elmas Gelin, köye gelin gelmiş çok yıllar önce. Bekar gezme seni kaparlar diyor bana. Henüz kapan olmadı diyorum. Olsun olsun diyor ve çok da seri konuşuyor bir yandan. Öyle ki, çoğu kelimesini anlamakta güçlük çekiyorum. Erkekler çıkar karşına, seninle konuşmaya çalışırlar filan, dön sırtını bakma bile geriye diyor. Etrafta hiç erkek yok ki diyorum. Varsa da hep kadın var. Olsun olsun, aniden çıkıverir onlar sokak aralarından diyor. Peki diyorum. Ne yapacaktım Elmas Kadın’a kalsa, bir erkek gördüm mü çığlık atıp, arkama dönüp bakmadan koşarak kaçacaktım derhal. Ama dediğim gibi erkek sinek bile yok ki ortada bana her türlü kötülüğü yapma potansiyeline sahip olup, pusuda bekleyen. Olsa da vızlar vızlarr,

20171004_121049-01.jpeg

Gezerken gezerken nihayet erkek sinekler çıkıyorlar karşıma, hem de toplu halde. Elmas’a kalsa koşarak kaçmam gerekti ama sırtlarında okul çantaları tavuk, horoz, kedi, köpek ne var ne yoksa kovalayan sekiz on yaşındaki erkek çocuklar topluluğundan bana bir zarar gelmeyeceğini düşünüyorum ve yoluma devam ediyorum. Bak bak kendi kendimi bıktırtacak kadar çok bina fotoğrafı çekiyorum. Şarjımın azalmakta olduğunu ise fark etmiyorum. Bilinçaltında yedek şarjıma güveniyorum aslında ama dün gece yorgunluktan baygın düşerek yattığımı, dolayısıyla da her şeyi unuttuğumu ancak fark ediyorum. Ne oluyorsa oluyor, bir çardağın altına doğru giden kadınları görüyorum. İşte o zaman bu ıssız köy, ilk defaya mahsus cennet görünüyor gözüme. Bu bacılar da birer huri olmalı. Hemen onların olduğu tarafa gidiyorum. Nereden geldin, nereye gidiyorsun faslından sonra gel otur diyorlar. Bir anda etrafımda bir sürü kadın oluveriyor. Ya yakın yörelerden gelin gelmişler, ya da buranın yerlisi tüm bu kadınlar ve ben de bir yerin yerlisi olan kadınların arasında kendimi güvende hissediyorum ister istemez. Hepsi çoluk çocuğa karışmış kadınların, sıradaki meşguliyetleri ise torunları. İsimlerini soruyorum teker teker: Akkadın, Müncübe, Behiye, Nadiye, Mercan ve Ayşe. Kahve içer misin diyorlar. İçmem mi? Yanında çikolatam geliyor, bahçe üzümü, bahçe elması(maden olan değil, yenir olan) derken derken, doyuyorum ki ben. Zaten yolda da bir elma vermişlerdi, onu da yemiştim. Çok ayıp olurdu yoksa, reddetseydim yani, he mi? Gezerken ne öyle kolay yiyecek bir şey bulabiliyorsun ne de demin söylediğim gibi bir bakkal filan bulunuyor etrafta. Dolayısıyla her ikram altın değerinde oluyor. Kahve falıma bile bakılıyor el birliğiyle. Hemen beni evlendiriyorlar. Sağ olsunlar. Çocuk filan yaparsın kocadan diyorlar, yok ben kimseye bakmak istemiyorum, bir çocuk hiç istemiyorum diyorum. Garipsiyorlar. Kafamdaki envai türde garip fikri paylaşacak olsam, benden uzaklaşacaklarını bildiğimden, sesimi kesiyor, kendimi örtüyorum her zamanki gibi. Tam karşıdaki evin sahibi Yozgatlı kadının sesindeki özgüvene takılıyorum. Uzaktan da olsa, nereliyim, neyim, benim hakkımda ilk malümatı alan da o olmuştu zaten. İçeride sarması olduğundan bize katılmıyor ama istersen evi gez diyor bana. Mimarlık öğrencilerinden alışığım ben diyor. Ellerinde metre, mezura girip çıkıp her yeri ölçüyorlar diyor. Ben mimarlık öğrencisi değilim, gerek yok diyorum. Bezirhane varmış burada diyorum masadakilere dönerek. Şimdiye dek hiç gitmedik diyorlar. Yukarı Germir’de imiş. Birinin kocası geliyor o sırada. Bizi Bezirhane’ye götür diyorlar. Hiç gitmediniz mi diyor, hayır deyince haydi o zaman ben arabayı getireyim diyor. Gelen araba Doblo, ama nasıl sığacağımızı bilemiyoruz. Çünkü herkes niyetli gelmeye. Atlıyoruz arabaya sığdığımız kadarımızla. Benim şerefime(ben neleri oluyorsam artık) Yukarı Germir’e doğru yola çıkıyoruz. Beş dakikalık mesafedeki Bezirhane’yi fethetmek üzere kapısının önünde duruyoruz. Büyük bir ciddiyetle geziyoruz içini. Bezir neydi, nereden gelir, içerideki düzenek nasıl işler, buraları kimler bekler diye birbirimize sorup, yine birbirimizden alıyoruz cevapları. Çok çok değişik insanlarla tanıştım seyahatlerim boyunca ama hiç unutamadıklarım arasında Kayserinin köylerindeki kadınları hiç unutmam, unutamam. Hepsi şahsına münhasır, ama iyi niyetli kadınlardı. Bir daha yolum düşerse eğer, tatlımı alıp da geleceğim ziyaretlerine. Kışın bir sobanın karşısında ağırlasınlar beni. Nasılsa ağırlarlar. Köy insanı misafir sever ezelden beri. Ya ben mi? Ben her zaman ağırlanan olmanın dayanılmaz hafifliği ile ve için düşüyorum yollara.

20171004_153540-01.jpeg

YUKARI GERMİR :

İşli güçlü insanlar. He ya, köy yerinde iş güç mü biter? Doğalgazlı evlerinde prenses gibi yaşama şansları yok bu kadınların, ellerini sıcak sudan soğuk suya sokturmayacak kocaları da. Hayat müşterek çünkü. Kışın soba kurmak gerek, ev işi hep gerek. Başka da çeşit çeşit yemek yapmak gerek, sağ ise beylen ve de çocuklarlan uğraşmak gerek, onları okullara gönderip akşam yemeğinde neyi neyle uyduracaklarının, hatta hatta yarının menüsünü şimdiden düşünmek gerek. Adam yemek seçiyorsa vay hallerine! Soba tütüyorsa, banyoda rutubet varsa ekstra ekstra vay hallerine! Köyde sabah erken başlar, akşam erken gelir. Karanlık çökmeye görsün, herkes yuvasına yerleşir. Bey işten gelir, çocuğun dersleri bitmiştir. Önce yemek yenir. Sonra meyve faslı gelir. En son çekirdek çitlenir, o ara çay demlenir. Günün yorgunluğunu ezmek gerekir. İşte bu meşgul insanlar beni buraya nasıl rüzgar gibi getirdilerse, öyle de dönüyorlar şimdi alelacele. Ne olduğumu anlayamadan arabalarının arkasından bakakalıyorum. Bip sesleri geliyor çantamdan. Telefonumun şarjı bitmek üzere. Ipad beni idare etmeyebilir. Yine sağım solum ıssız. Kalıyorum ortada. Son fotoğraflarımı çekiyorum her şeye rağmen. Sonra da iyice köyün yukarı kısımlarına doğru tırmanıyorum azar azar. Bir kapının önünde bir kadının ağlamakta olduğunu, diğerlerininse onu avuttuğuna şahit oluyorum. Avutanlardan bir tanesi sapsarı kısa saçlara sahip. Uzun boylu, iri yapılı. İsminin Elif olduğunu sonradan öğrendiğim kadına soruyorum şarjı olup olmadığını. Burası benim evim değil diyor. Evsahibi gel içeri bakalım diyor. Kömür taşındığından ayakkabılarını çıkarmana gerek yok, nasılsa temizlik yapacağım arkadan diyor. Fakat şarj aletini oğlu götürmüş olduğundan bir şey yapamıyoruz. Şarjım yüzde iki’ye düşüyor. Dışarı çıkıyoruz beraber. Yok burada diyorum. Elif benimle eve gel diyor. Takılıyorum peşine. Bir kamyon yolu kapatmış. Köy yolları dar olduğundan geçemeyeceğiz eğer kamyon hareket etmezse. Mecbur kımıldıyor ve biraz daha ilerliyoruz. Fakat Elif’in evinde de şarj aleti yok. Bir başka kadın benim evde var diyor, gidip getiriyor. O da hızlı şarj değil. Otur diyorlar, oturuyorum. Ne yapabilirim ki başka?

F76E1CBB-BE2E-40DA-9295-2D08004CBBE1

Günün ikinci kahvesini de içiyorum. Lokumlar, çikolatalar eşliğinde. Aşağı Germir, Yukarı Germir fark etmez oluyor, kaçan keyfim yerine geliyor. İki katlı bir evin alt katında, avluda oturuyoruz şimdi. Bir kadın leğenlerin içindeki domatesleri doğruyor. Şişe domatesi yapacaklarmış. Yüz kilo domates, doğra doğra bitmez. Elif, dışarıda kazanda kaynatacaklarını söylüyor. Kızına gönderecekmiş bir kısmını. Bu arada çok konuşmayan, hep kederli bir kadın var domatesleri doğramakta olan. Sonradan öğreniyorum boşanıp geldiğini, abisinin evine yerleştiğini. Mahzunluğu oradan, hiçbir konu hakkında fikir beyan etmiyor. Sanki bundan sonra başına gelebilecek felaketleri önlemek istiyor gibi. Dulluk zor, köy yerinde daha zor sanki. Daha leğen leğen domates var önünde kabuğundan soyulup doğranacak olan. Salça yaptınız mı diyorum, evet diyorlar. Neyse bari. Yoksa bir yüz kilo da o, doğrayan yandı yani!

83939A04-F67B-4D86-8397-07236B3A12A3

Haydi seni gezdirelim diyorlar. Yakınlardaki fırına gidiyoruz. Ocak başındaki kadınlar ekmek uzatıyorlar hemen bir tane, misafirim diye. Kısmet bu ya, pişmişine denk geliyorum. Sıcacık mübarek. Ekmek ekmek değil de pamuk sanki. Koparıp yemeye başlıyorum bile. Şehirde böyle ekmek yemedim ben daha hiç. Eve uğruyoruz tekrar. Şarjım hala daha az. Bana bir tepsinin içinde peynir ve çemen getirip, önümdeki sehpaya koyuyorlar. Hiç demiyorum ki ayıp. Tazecik ekmekle, çemen hele, nefis oluyor. Bi güzel yiyorum ki… Sonra da Elif’e dönüyorum ve “iki saate yakın bir zamandır beraberiz, bir şarj istedim sizi borçlu çıkardım, gitmek bilmedim. Tamam Tanrı misafiri de, sanki ben bu köyden, bu topraktan, yandaki evdenmişim gibi hissetmeye başladım” diyorum. Kadınlar susuyor, Elif bana dönerek  “Evet, sanki seni tanıyormuş gibiyim. Hiç yabancılık çekmedim, geldin oturdun sanki hep buradaymışsın gibi geldi bana da” diyor. “Bu bana hep olur, gider bir yere otururum, bir süre sonra benim varlığımın tuhaflığını unuturlar, herkes kendi günlük yaşantısına döner, bir zaman sonra benim varlığımı ve bunun anlamsızlığını fark ederek aynı sen gibi tepki verirler” diyorum ve izin istiyorum tuvalete gitmek için. Arkamdan ne konuştular bilmiyorum ama şaşkın göründüler gözümeindiğimde. Ben de lafımı esirgemedim ve onlara “tuvaletimi ettiğim yere-küçük, büyük fark etmez- muhakkak geri gelirim” dedim. Gel dediler geri, bekleyeceklermiş. Sağ olsunlar, taksi çağırmak için dönecektim fakat benim planlarım öyle farklı gelişti ki “şimdilik” bir daha ne Yukarı ne de Aşağı Germir”e uğrayabildim. Ama Elif’e söylediğim gibi çişimi bıraktığım yere ben istesem de istemesem de nasılsa geri geleceğim. Bir gün-gece olmaz-ansızın gelebilirim.

20171004_151302-02.jpeg

UZUN İNCE BİR YOL : SEKİZİNCİ BÖLÜM, ADIYAMAN’DAN ANADOLU’ya – MARAŞ ÜZERİNDEN KAYSERİ’ye

20171003_064257-01.jpeg

UZUN İNCE BİR YOL : SEKİZİNCİ BÖLÜM, ADIYAMAN’DAN ANADOLU’ya – MARAŞ ÜZERİNDEN KAYSERİ’ye

Nerede kalmıştık? Derhal hatırlayalım: çilelerle dolu bir Nemrut tırmanışı yaşarken bir avuç insandık bu anlarda. O her gidişin nihai dönüşünü yaşıyoruz şimdiyse beraber. Her birimiz sessiz sessiz sindirmeye çalışıyoruz bir yandan bütün yaşadıklarımızı. Büyüleyici, nefes kesici, şok edici bir manzara idi söz konusu olan ve tüm bu heykelleri burada istemişti yeni bir din yaratma gayretindeki bir kral. Krallığının isminin, bir çiğ köfte markasına dönüşeceğini tahmin edebilir miydi aynı kral? Öyle bile olsa, en azından etlisinde yaşamasını arzulardı kanımca. Etsiz çiğ köftelerin kralı büyük imparatorluk Kommagene’nin yarı Pers yarı Helen kanı taşıyan, babasına hürmet göstermesinden çok annesine duyduğu derin sevgi ile anılan hükümdarlarından 1. Antiokhos’un, görkeminden ve ulaşılmazlığından dillere destan olan bu mezar tepesini az evvel debenleye debenleye bitirdik, şimdiyse iniyoruz ağırdan. Önümde ilerleyen ve battaniyelere sarılmış salkım saçak insanlara bakıyorum. Gün çoktan doğdu, alev alev ortalık. Fırat Nehri’ne, Toroslar’a son bir kez bakıyoruz. İniş nispeten daha sakin geçiyor. Minibüsümüze biniyoruz, sessiz. Gideceğimiz yere gidiyoruz, sessiz. Tekrar iniyoruz, sessiz. Şahsi düşüncem ve isteğim her şeyin bir an önce bitmesi doğrultusunda. Bir başka yer daha göresim yok. Bir an önce bavulumu alıp, otelden ayrılıp, Adıyaman’dan kaçmak istiyorum. Ama her zaman söylediğim bir şey var: benim isteklerim doğrultusunda gerçekleşmiyor yaşananlar ve de yaşanacak olanlar. Burada da çoğunluğa uyup tarihin bir başka durağını keşfe çıkıyoruz: adını Kommagene’li atalarının birinden alan “Arsemia Antik Kenti”. Ufak bir tırmanışa mal olması sevindirici olmakla beraber, Krallığın yazlık yönetimini her zamanki atışmalar ve anlaşmazlıklar içerisinde geziyoruz. Alışmış olduğumuzdan, ben dahil kimse hassasiyet göstermiyor bu duruma. Anadolu’nun bilinen en büyük Grekçe yazıtı burada bulunmakta. Antiochos ve Herakles’in tokalaştığı stel de burada. Tanrılar ve İnsanlar el sıkışırken, biz insanlar kendi aramızda anlaşamıyoruz bu arada. Stel yüzünden çıkıyor atışma. Sırada Cendere Köprüsü var deniyor, rehber tersimden kalktım galiba ben bugün diyor, benimse ruhum daralıyor. Bu köprü zamanında taht kavgasına ve kardeş kavgasına sahne olmuş. Nasıl mı, babaları Roma İmparatoru Septimus Severus’un yaptırdığı dört sütunlu köprü, büyük oğul Caracalla’nın babası öldükten sonra beş yaşındaki kardeşi Geta’yı öldürüp, onun adına bir şey kalmasını istemediğinden babasının Geta adına yaptırdığı sütunu yıktırmasıyla sonuçlanıyor. Köprü üç sütunlu kalıyor. Caracalla, Kabil’in izinden yürümüş bir zamanlar. Efsane öyle diyor.

Karakuş Tümülüsü’nü de gördükten sonra otele varıyoruz. Herkesten seri hareket ediyorum açık büfenin önünde. İki tane haşlanmış yumurta alıyorum. Reçeller, ballar derken, ölmüşüm açlıktan meğer. İlk önce Nemrut’ta paparayı yiyen hanımlar şikayet ediyorlar rehberi, otel müdürüne. Ben onunla konuşurum diyor müdür ve gidiyor. Daha önce program yapmak için Güney Doğu’ya gelen ve şimdi münferit gezmekte olan özel bir kanalda program sunuculuğu yapan ve kelimeleri anlaşılır ve vurgulu bir biçimde kullanan Ertuğrul ve öğretmen bir hanımla paylaşıyorum masamı. Herkesten hızlı önümdeki yiyecekleri tükettiğim için, oturmuş hiç acıkmamış gibi sakin sakin kahvaltılarını etmekte olan masa arkadaşlarımı izlemek için çokça vaktim oluyor. O arada gözleri yaşlı rehber çocuğu ve öfkeli müdürü görüyorum arkamı döndüğümde. Müdür, çocuğu dövmüş! Hiçbir şey olmamış gibi önüme dönüyorum. Adam çocuğu dövmüş, inanamıyorum! Müdür kısa boylu, rehber dev gibi. Oturtup da mı dövdü, yoksa zıplayarak mı vurdu çözmeye çalışıyorum. Yüzüne çalıştığı ise çocuğun kıpkırmızı olmuş suratından anlaşılıyordu bu arada. Konuşmak yerine dövmüş! Hala inanamıyorum olanlara. Ertuğrul’la hediyelik eşya almaya gidiyoruz. O bir şeyler satın alıyor arkadaşları için, buradan Diyarbakır’a geçecek. Aklı başında, bilgili, rasyonel hareket edebiliyor. Ezidiler üzerine çektikleri bir belgeselleri varmış. Bense ne yapacağımı bilmiyorum. Diyarbakır geride kaldı. Hatay buradan çok ters, çok sapa, çok uzak. Önümde Maraş var. Ardındaysa Kayısı pardon Kayseri. Ben Kayseri’ye gideceğim diyorum. O andan itibaren rahatlıyorum. 12’de kalkan ve otelin önünden geçen otobüse binip altı saat içinde Kayseri’de olacağım. Ertuğrul’a Lübbey’den bahsediyorum. Benim de tanığı olduğum bir özel durum içeren Ödemiş’in yeşillikler içinde yaşayan, bu az nüfuslu köyünden bahsediyorum. Tahtacılar’ın uzaktan büyüleyici, içine girince esrarlı köyü. Dedim ya köy istemediğini istemiyor ve bunu da açıkça belli ediyor. Orada yaşadıklarım bir başka yazımın konusu olur ancak ve ben daha hala Adıyaman il sınırları içerisindeyim. Evimden de bin küsur kilometre uzaktayım.

20171003_075139-02-01-01.jpeg

En nihayet bir ara müdürle yalnız kalıyoruz. Herkes şikayetçi oldu, çok kötü oldu diyor. Otelden ayrılmadan önce üç memur kız da söyleyeceklerini söyledi ki konuşkan olan da Arsemia’da rehberle atışmıştı. Lideri mutsuz olan’ın ümmeti huzur bulmazmış. O hesap herkes parasını ödüyor ama ağzında kekremsi bir tatla ayrılıyorlar sırayla otelden. Bu durumun insanı ne kadar mutsuz ettiğini anlatamam. Müdür ilk defa böyle bir şey oldu diyor ve ekliyor, iyi bir dövdüm ama diye. Çözüm değil ki diyorum, yok değil ama diyor ve yine ekliyor dövdüğüm iyi oldu ama(kısaca dövdüğü için pişman değil, hatta içi rahat bile diyebiliriz ve bu durumda vah zavallı rehber de diyebiliriz. Çocuk bize karşı duyduğu öfkeyi önce gizliden, sonra alenen belli etse de, biz ona bir şey yapmadık aslında. Kendi hatasıydı. Öte yandan burada yaygın olduğunu düşündüğüm dayakla tedavi, pardon terapi, pardon eğitim en büyük sorun. Zihniyet baştan yanlış, ne denir ki daha da). Kapadokya bölgesiyle ve balon turizmiyle karşılaştırıyorum burad yaşadıklarımı, her ikisine de kör şafakta gittiğin için belki de bu kıyaslamayı yapıyorum kendi kendime. İnsanlar, rehberinden mekan sahibine, sana böyle acayip davranmazlar, çünkü hepsi kaç yılın turizmcisidir. Müşteri memnuniyeti olmazsa, aldığın para hayır etmez bilecek olgunluktaki insanlar vardır karşında. İlk defa bir yerden böyle kaçarak uzaklaşıyorum. Ne diyebilirim ki? Saat on iki’ye gelmekte. Herkesi; çocuğu bir temiz dövdüm ama hak etmişti diyen müdürü, öfkeli rehberi, bir çılgın kralı(o çılgın bir sürü çılgın’ı ayağına getirtmeyi başarmakta halen daha, üzerinden yüzyıllar geçmiş olsa da) geride bırakmak arzusuyla çılgınca uzaklaşıyorum oradan, hiç ardıma bakmadan.

20171003_125519-04

20171003_125451-01-01

Kahta’dan, Adıyaman’a gidiyoruz ilk önce. Adıyaman garajına giriyor otobüs. Bir sürü şeyin-pekmez ağırlıklı olmak şartıyla-kurusunu satan ve tek kelime Türkçe bilmeyen beyaz sakallı amcadan cevizli sucuk alıyorum. Poz verir misin deyince, hiç hayır demiyor. Sokaklarda, hele hele garajda açıkta satılan şeyleri almak adetim olmasa da, Güneydoğu’daki son durağımdan da eli boş dönmek istemiyorum. Herkes’ler kuru patlıcanlar, yemişler, kahveler neler neler götürdüler. Gaziantep’ten aldığım dört sülüğü mü kesip vereceğim insanlara? Hiçbir yerin mutfağını değerlendirememek bana mahsus bir şey. İnsanlar Maraş’tan alıp, vakumlu kaplarla kırk saatte bozulmadan getirdikleri dondurmaları anlatırlar bir efsaneymişçesine. Ben yapabilsem asıl efsane olacak belki de. İki kilo olsun diyorum sucuk için. Otobüs hareket etti edecek nerdeyse. Şoför sabırsızca bana bakıyor, hem Kürtçe hem Türkçe bilen bir adam, satıcıyla aramda aracılık yapıyor. İki kiloyu geçmiş benim cevizli sucuk. Koy diyorum. Anadolu’ya çantamdaki dört sülük ve iki kiloyu aşkın cevizli sucukla girmeyi planlıyorum. Gir mehter’i, ver mehter’i, iki ileri bir geri… Tıpkı şu an yaptığım yolculuk gibi. Yarı dolu otobüste beş defa yer değiştirdmiş bulunmaktayım güneşin yönüne göre. Çünkü her zamanki gibi hem kliması hem de havalandırması bozuk bir otobüsün içindeyim ve önlere doğru bir nebze serinlediğinden otuz beş numaradan dokuz numaraya kadar ilerledim durdum siperden sipere koşuşturan askerler gibi. Bu arada on iki mola yaşadım. Maraş ve köyleri uçsuz bucaksız bir vaha gibiydi ve bitmek bilmedi. İçerisi kaynıyordu ve yolcular konuştukları her dilde çığrındılar fakat o klima bir türlü açılmadı. Havalandırma hiç çalışmadı. Hava sıcaklığı içeride yirmi yedi dereceyi gösterdiğinde saat üç civarıydı ve beklenilenden iki saat daha uzun bir süre sonra Kayseri’ye varabildik ve bu bir İstanbul otobüsü idi. Bu da kalanlar için şu demek oluyor: bu insanların sauna gibi bir yerde nefes darlığı, kalp spazmı gibi sıkıntılarla boğuşmalarına neden olacak ılık saatler ve on iki moladan daha fazlası var önlerinde. Bir ara önümdeki koltuktan Kürtçe yükselen bir kadının isyan, hizasındaki bir adamın yine Kürtçe uyarısıyla son bulmuştu. Burada erkeklerin borusu ötüyor anlaşılan. Ama olsun ben de söyleyeceğimi söylüyorum sırf o adama inat. Güneydoğu’daki yaygın kanı insanların cefa çekmeye alışkım oldukları yönünde. Siirt’e giderken de benzer bir durum yaşamıştım. Bozuk klima, çalışmayan havalandırma. Birileri seni gariban bilmeye görsün, tepene binmeyi bir görev addediyorlar. Nasılsa çeker bu çekmeye alışkın çilekeşler! diyor. Burada en büyük kabahatli yanıp yanıp da susan, laf söylediği için de karısını azarlayan kocadaydı. Eşek seni, senin erkeklik gururun, şoför belki de yakın akraban, eşin dostun olduğu için karını susturuşun yüzünden yandık biz “hep” en çok.

Hayatım boyunca ilk defa Maraş’tan geçiyorum, şöyle de bir görüyorum uzaktan. Garajına indiğimde çevremdeki insanları incelemeye koyuluyorum. Beslenmeden mi, doğal kaynaklarının zenginliğinden midir nedir, halkı çok sağlıklı görünüyor. Kadını da, erkeği de. Ne kof şişmanlar, ne de zayıflar. Kanlı canlılar. Yanakları al al, yüzleri yassı ve geniş, derileri kalın. Gülüyorum kendi kendime doğuştan botox var kadınlarının yüzünde diye. Ne Doğu’nun insanına benziyorlar, ne Anadolu’nun. Tarhananın ve dondurmanın en hasının memleketinde, bu yanaklar ondan böyle al al bence!

Kahramanmaraş bir İç Akdeniz şehri aynı zamanda. Bitki örtüsünün büyük kısmı orman ve makilikten oluşan il’in yeşillikler içindeki ilçe ve köylerinden pardon mahallelerinden geçiyoruz yol boyunca. Minaresiz camilerin olduğu köyler de var, içindeki her şey Tekir olan da. Her şey ama; mesela Tekir alabalık, Tekir ilkokulu, Tekir bakkal, Tekir manav, bu liste böyle uzar. Bir de Yaşar Türkleş Ormanı vardı yol boyunca. Rahmetli zat’ın soyismi bir çağrı niteliğinde galiba. Sağa sola baka ede, Kayseri’ye az kaldı gibi de…

20171003_081124-01.jpeg

UZUN İNCE BİR YOL : YEDİNCİ BÖLÜM, ADIYAMAN – NEMRUT

20171003_062422-01
Nemrut, ADIYAMAN

UZUN İNCE BİR YOL : YEDİNCİ BÖLÜM, ADIYAMAN – NEMRUT

Toprağın rengi çikolata rengine dönüşüyor Adıyaman’a yaklaştıkça. Ne eksen bin bereket, misliyle fışkıracakmış gibi geliyor. Besi üzümleri geliyor gözümün önüne. Yine bereketli topraklar üzerindeyim bir vesileyle. Bir üçgen çizmiş oluyorum Adıyaman’a gitmekle. Gaziantep’ten önce Urfa’dan buraya geçmeliydim ve bundan sonraki rotam Antep olmalıydı, ama kader denen olgunun gölgesine sığınıyorum ve başıma gelecekleri yaşamak üzere yola koyulmuş bulunuyorum. Arkamda üç bekar kız var. Aynı otelde kalacağız duyduğum kadarıyla ve ben hiç ses etmiyorum çünkü yıldızlarımız uymuyor ve elektrik alamıyoruz birbirimizden en moda tabirle. Yani kısaca sevmiyoruz birbirimizi. Birinin bakışlarında bilgiçlik var, küçümseyerek bakıyor. Üçü de devlet memuru sanırım ve izin günlerini bu şekilde değerlendiriyorlar. İn bin, dur kalk dört buçuk saat sürüyor yol. Son saatleri karanlıkta gidiyoruz. Hiç hoşuma gitmeyen şeydir bir yere akşam çökükten sonra varmak. Çünkü yalnızlık hissin katlanır, dolayısıyla hüzünlenirsin; yabancılaşırsın çünkü etrafı tanıyıp bilmiyorsundur, evine sıcak bir tas çorba içmeye giden bir yörenin yerlileri yanından geçerken, bir başına gariban gariban önündeki belirsizliklerle mücadele etmeye çalışırsın ve herkes hava karardığında potansiyel suçlu, beklenmeyen düşman, sevimsiz bir yabancıya dönüşür. Kars’a ilk gittiğimde aynen böyle olmuştu. Doğu’nun doğusunda bir yerde, şaşkın şaşkın sokaklarda dolaşıyordum. Yine de en çok kışın rahat edebiliyorum gittiğim yerlerde, çünkü paltoların, kalın kıyafetlerin ardına saklanıyorsun ve bu sayede güvende hissediyorsun kendini bir nebze. Kar üzerini örtüyor paltolarla, atkılarla, berelerle. Sen sadece buzda kayıp da düşme.

Önce Adıyaman’a, oradan Kahta’ya ve nihayet otelimize geliyoruz. Yine bütün gün aç kaldığımdan otele en yakın restorana atıyorum kendimi. Pilavı çok koyun diyorum. Çok heyecanlanıyorum pilavımı kaşıklarken. Geldiğimden beri ilk defa yeme şerefine erişiyorum. Haliyle bünyede heyecan oluyor. Güneydoğu’da etin yanına pilavdansa bol lavaş koyuyorlar. Biraz daha pilav verin diyorum arsızca, bana tencerenin dibiydi o diyorlar hayretle. Nereden geldiniz diye soruyor garson; o şaşkınlıkla Antep diyorum. Antep’ten buraya pilav yemeğe geldiğimi düşünüp beni garipsiyor. Sonra da salonun ortasındaki televizyonun sesini sonuna kadar açıp, herkesin herkesi vurduğu bir yerli diziyi izlemeye koyuluyor. Önümdeki masa boşaldığında restorandaki tek müşterinin ben olduğunu görüyorum. Bir aşçı, bir garson, bir ben. Neyse ki kapı açılıyor ve lavaşlı lavaşsız köfte ciğer peşine düşmüş yeni müşteriler geliyor. Kimse ekstra pilav peşinde değil. Garsonun gözü televizyonda, geri geri gidiyor siparişleri iletmeye. Dizide ise herkes herkesi vurmaya devam ediyor hiç durmadan.

Odama çıkmadan önce otel çalışanlarından bilgi almaya çalışıyorum. Uzun zamanların en büyük soğuğu yaşanıyormuş bugün. Şans işte. İncecik yağmurluğum dışında giyecek hiçbir şeyim yok. Hiçbir zaman temkinli olamadım ki şu hayatta. Ölümüm de temkinsizlikten olabilir gibi geliyor. Rasyonel hareket edememekten, hayatıma dair kararları fevri vermekten. Her neyse Nemrut ne kadar yukarıda, kim bilir! Size kalın battaniye vereceğiz başka türlü olmaz diyorlar resepsiyondan. Saat üç buçuk gibi toplanır sonra da yola çıkarız diyorlar. Saate bakıyorum, bir saat sonra yatsam, yarım saate ancak uyusam, dört dört buçuk saat sonra geri kalkmam gerekiyor. Hemen odama çıkıyorum. Sülüklerimi çantamdan çıkartıyorum. Yarın da yaralı dizimle gezeceğim anlaşılan, çünkü başıma bir şey geldiği takdirde, yukarısı Nemrut, aşağısı Kahta… Zor yani. Bir de şarjımı kaybettiğimi sanıyorum, hep bir şeyler aksi gidiyor, ayağıma dolaşıyor, odamda da bildiğin at sineği var. Vızz vızz beynimi tırmalıyor sesi.

Sabahın körü desem değil. Gecenin körü bu daha çok. Kapım çalıyor ve saat üç yirmiyi gösteriyor. Aptallaşmış bir halde kapıyı açıyorum. Benimki gibi bir sürü aptallaşmış, solgun suratlı insan da aynı şekilde açıyorlar kapılarını. Tam altı dakikada aşağıda oluyorum. Sonra da acele ettim deyip odaya geri gidiyorum. Pansuman yapmayı unuttum çünkü telaştan. O arada aynada kendime bakıyorum ve korkunç göründüğümü fark ediyorum. Yaşlı, yorgun, solgun, bitkin, mutsuz; ne oldu, Ayşegül tatilde… Ayşegül her yerde…. Bu hislere neden olan şey bir çeşit öngörü mü yoksa dizimin hiç geçmeyen yarasından ya da yalnızlıktan mı bu haldeyim hiç bilmiyorum. İç huzurumu kaybettim, bulamıyorum, yerini de dolduramıyorum. Pantolon giydiğim için pansuman yapmak öyle zor geliyor ki, ama yapmak zorunda olduğumdan yapıyorum. Aksi takdirde mikrop alıp yürüyecek. Sargı bezleri, merhemler derken on dakika içinde aşağıda buluyorum kendimi. Genç bir kız var ileride. Aynı otelde olduğumuza göre beraber Nemrut’a çıkacağımızı düşünüyorum. Yanıldığımı sonradan anlıyorum. Günaydın diyorum ona. Bana bakıyor ve kafasını öte tarafa çeviriyor. Nasıl bozuluyorum anlatamam. Bir araba dolusu insanla beraberiz ve o an hepsinden nefret ediyorum. Sonra çalışan bir çocuk o kıza ve yanındaki genç erkeğe odanız hazır üst katta diyor. Tabii benim günaydınım Nemrut’aydı, genç çift daha geceyi kovalayacakken. Bu bana mahsus herkesten bir anda nefret etme huyum bitmeli. Ne o çift kötü, ne de aynı oteli ve aynı yolu paylaşacağım bir araba dolusu insan. Sadece kimse kimseyi tanımıyor ve sabahın şu saatinde kimsenin ağzını açacak hali yok herhangi bir türde cana yakın ilişki kurmak için. Dünkü üç kız da beni sevmemiş olsa gerek ki, dolmuşa binince kafalarını çeviriyorlar. Gel de gör hisler nasıl karşılıklı olurmuş diye!

Rehber çocuk çok genç, çok tıfıl, çok tecrübesiz ve çok korkunç hatalar yapıyor yol boyunca. Bizlerse arkada battaniyelerimize sarınmış onun sütüne havale dolaşıyoruz peşinde. Bir hayli de kalabalık bir grup olmakla beraber sürü ve sabah psikolojisiyle ilerliyoruz beraber. Kendimize gelebilelim diye, çay kahve molası veriyoruz uzuun uzuun Nemrut’a tırmanışa geçmeden önce. Rehberle konuşuyorum, daha doğrusu konuşmaya çalışıyorum, fakat her soruma soruyla karışık veriyor. Konuşma bir yere varmıyor. Ben sabaha yoruyorum gene. Çileli yolcuğumuzsa asıl bundan sonra başlıyor. Koca koca battaniyelere sarınmış bir güruh olarak sanmayın ki “tam bağımsız Türkiye” sloganları attığımızı, berbat bir yolda rakım arttıkça nefes nefese, şiddetli de bir rüzgar ve soğuğun orta yerinde sağımıza solumuza bakamadan ilerliyoruz bok yere ve yok yere(neden bok ve de yok yere olduğunu ileride anlayacaksınız, şimdilik bir parça heyecan katmaya çalışıyorum yazıma sadece). Gaziantep’ten buraya Slovak kız arkadaşı ile beraber arabayla gelmiş ve rehberlik hizmeti almayacak olan, sadece yol parası veren bıyıklı bir gençle konuşuyorum bir süreliğine. Yol bir yerden sonra öyle bozuluyor ki, üzerimdeki battaniyeyi taşıyamaz hale geliyorum. Tam o sırada tam da gerisin geri düşecekken, bir el beni popomdan itiyor. O kişi ya Gaziantepli çocuktu, ya da Slovak kızdı. Utancımdan dönüp soramadım bile. Hangisiydi bilmiyorum ama o el olmasaydı eğer bir metre kadar aşağıya sırt üstü çakılmıştım çoktan. Neden ve nasıl böyle bir çile çektiğimi, ne tuhaf bir girdaba sürüklendiğimi düşünüyorum yolun devamında. Çok afedersiniz ama bir kez göt korkusu yaşayınca insan, hayatını sorgulayıp duruyor işte böyle benim gibi. Çilelerle dolu geçen yolumuzun bir sonraki aşamasında garip garip düşüncelere gark olmuş vaziyette ilerliyorum. Neyse ki kafamdaki korkunç düşünceler yeniliyorlar soğuk ve ayaz karşısında. Çocukluğuma gidiyorum, ilk gençliğime, tüm hatalarıma yanıyorum. Çok çok seri düşünceler bunlar. Yüzler geliyor gözümün önüne. Ben ne yapıyorum burada böyle? Bir patırtı kopuyor geride. İki hanıma bağırıyor rehber genç, sonra da öfke ve yüksek sesli homurtular içinde yanımızdan geçip en öne gidiyor. Küstü bu galiba bize diye düşünüyorum. Ne yapacağımı bilsem liderlik taslayacağım ama burnumu dahi battaniyenin içinde tutmaya çalıştığım anlar bunlar. Nihayet varıyoruz zirveye. Gün doğumunu bekleyeceğiz hep beraber, bu güzide ve yıldızı uyuşan fertler topluluğu olarak. Güneş doğmak istiyor, herkes derdini unuttu fotoğraf çekiyor, ben buraya Tanrı parçacığını bulmaya geldim ne buldum pek anlayamadım derken yine bir gürültü kopuyor. Bu seferki daha şiddetli ve sessizliği yırtıyor, son huzur parçacıklarını da alıp götürüyor beraberinde. Rehber yine bir şeylere hiddetlenmiş olacak ki diyorum kavganın neden ve nereden çıktığını anlamak için sesin olduğu tarafa gittiğimde. Aynı kadınlara çıldırmış gibi bağırıyor oğlan. Bana işimi öğretmeyin diyor. İnsanlarsa o kadar şaşkın ki bakıyorlar anlamaz anlamaz. Öfkeden sıcaklıyor ve üzerindeki battaniyeden kurtuluyor ama hala daha bağırıyor. O kadar öfkeli ki anlatamam. Ne oluyor diyorum, bana kimse bağıramaz ben yirmi sekiz yaşındayım diyor. Gel heleee… Yirmi sekiz yaş yaş mı, senden büyük kadınlara böyle bağrılır mı, bir laf yut bir belayı sav diyorum. Bunları diyebildim çünkü az evvel o kadar çok düşünce vardı ki kafamda, idmanlıydım fena halde. “Bir lafı yut, bir belayı sav”sa literatürüme Mardin’deki rehberim sayesinde girdi ve sıcağı sıcağına Adıyaman’da kullanmış bulundum bir vesileyle. İşte o rehberdi, insandı,  yol göstericiydi, bir çeşit bilgeliği vardı ve işini sakin sakin yapıyordu. Mardin’de, Urfa’da hep doğru düzgün adamlarla gezdim. Bu arada her sözcük plansızca döküldü ağzımdan. Üzerime vazife olmayan işlere neden karışıyorum ki ben, herkes susarken? Fakat rehberimiz gene sinirli, söylene söylene bırakıyor bizi, aslında bizi bu dağ başında(Ya, koskoca Komagene dağ başına dönüşüverdi birdenbire, ama öyle) bırakmak, bir daha da bulmamak gibi bir arzusu var sanırım. Olayları özetlemek gerekirse kadınlar bağırdı, rehber bağırdı, ben bağırdım, sonra arkamı döndüğümde az evvel canımı kurtaran Slovak kızla, Antepli gencin bizim bağrışmalarımız karşısında nasıl bir şaşkınlık ve korkuyla bize baktıklarını gördüm. Dünya paşa paşa dönmesine devam ederken, bazen hiç olmayacak insanların hiç olmayacak yerlerde hiç olmayacak pozisyonlar içerisine girmek zorunda olduğunun canlı kanıtları olarak o gün, o saatte kader bizi birleştiriverdi ve evet kader denen bir şey var. Adamı sık sık oyuncak eder ve bir köşeye atar işte böyle.

20171003_063444-02.jpeg

Kavganın neden çıktığını ise az sonra anlıyorum. Diyorum ya hala herkes kadar sersem gibiyim. Yol boyunca şikayet edip durduğumuz engebelerle dolu yol’un haricinde bir yol daha varmış ve biz o yolu kullanabilirmişiz paşa paşa. Kadınlar meğer onu söylüyorlarmış. Neden canlı canlı bunca işkenceye maruz kaldığımızıysa anlamakta güçlük çekiyorum. Beytüllahim’in daracık yollarında sırtında çarmıh, itile kakıla, aç susuz yürüyen Nazaretli İsa gibi geldik bunca taşın toprağın içinden, öte yanda mis gibi yol dururken. Tertemiz basamaklardan yürüyoruz şimdi, üstelik bu kadıncağızlar Batı tarafı Batı tarafı deyip duruyorlardı yol boyunca. Batı tarafındaysa asıl kalıntıların olduğunu görüyoruz. Burayı göremeden dönecekmişiz rehbere kalsaymışız. Kadınlar bunun haklı mücadelesini vermişler aslında hepimiz için. Teşekkür ediyorum eğer siz olmasaydınız buraya gelemeyecektik ve bunları göremeyecektik diyorum(paparayı hepimiz adına yemiş olsanız da). O andan itibaren bir dost daha kazanıyorum şu hayatta. Tahmin ettiğiniz üzere sağdan soldan gelmiş, bilmiş, kibirli ve onun gözünde çok paralı kadınları gezdirmekten bıkmış ve yirmi sekiz yaş olgunluğunun(!) arkasına saklanmış olan kişi bu bahsettiğim. Film burada bitti sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Bu bölümde bulunan güvenlik görevlisi kendini maruz kaldığı soğuk yüzünden en kuytu köşeye hapsetmişken, rehber bu defasında ona bağırıyor bir şey sormak için. “Duydun mu beni? Duymuyor musun? Türk müsün?” Bazı anlar vardır, belleklerimizin unutulmuş köşelerine atılmış aidiyetlerimizi hatırlamamıza sebep oluverirler bir anda. Bu o anlardandı işte. Bak Aslanım, bunca işkenceyi, kötü muameleyi, bağırış çağrışı biz bir grup Türk olarak çekeriz ancak.  Ve de misliyle de çektirmişizdir zamanında. Kimse sütten çıkma ak kaşık değil. Ben dahil. Tarihten bir sürü örnek sayabilirim sana şimdi burada. Ama zamanı değil, yeri değil. Tıpkı benim bundan sonra tüm Adıyaman halkına mal edebileceğim ve bir avuç insan olarak maruz kaldığımız lüzumsuz bir düşmanlıkla kanlı canlı karşılaşmış olmamız gibi. Şuraya geldik, ocağınıza düştük, o nasıl muameleydi öyle? Yaşadığımız işkence dolu dakikaların(tamam abartıyorum, hiç kamçı kullanılmadı mesela) devamı ve azap dolu bir başka otobüs seyahatim Adıyaman yazımın ikinci bölümünde. Okumaya devam, bu bölüm her ne kadar vicdan muhasebesi, acı, korku ve dehşet içinde geçmiş olsa da. Size buranın tarihinden bahsedemedim mesela, inanın benim de tarih ve coğrafya ile uğraşacak pek fazla vaktim olmadı, olamadı öyle fazla fazla. Ama ortama uygun bir türkümüz takıldı dilime, dönüş süresince.

Nemrut’un Kızı :

Nemrutun kızı yandırdı bizi
Çarptı sillesini felek misali
Sil yazımızı kurtar bizi
Çarptı sillesini felek misali
Mevla’m gör bizi
Ocağım söndü nasıl beladır
Bırakıp gitti bu ne devrandır
Dünya gözümde ker beladır
Allah’tan bulasan
Ocağım söndü nasıl beladır
Bırakıp gitti bu ne devrandır
Dünya gözümde ker beladır
Allah’tan bulasan
Kararsın bahtın yıkılsın tahtın
Yalvardım yakardım yol bulamadım
Ah olmasaydın kara yazı
Evirdim çevirdim yaranamadım
Ayandır halim
Ocağım söndü nasıl beladır
Bırakıp gitti bu ne devrandır
Dünya gözümde ker beladır
Allah’tan bulasan
Ocağım söndü nasıl beladır
Bırakıp gitti bu ne devrandır
Dünya gözümde ker beladır
Allah’tan bulasan

20171003_062312-01
Nemrut, ADIYAMAN

 

UZUN İNCE BİR YOL : ALTINCI BÖLÜM, ENTEP

20171002_094153-01.jpeg

UZUN İNCE BİR YOL : ALTINCI BÖLÜM, ENTEP 

ENTEP YOLCUSU KALMASIN :

Param yok. Var ama az. Her zaman olduğu gibi. Bir bankamatik olup olmadığını soruyorum Urfa garajında. Yok diyorlar. Az sonra kalkmak üzere olan otobüse bilet alacağım. İki katını çekiyorlar kredi kartımdan. Sonra da iki katı paranın bir katını bana doğru uzatıyor görevli. Biz sorun çözeriz, çorba parası yaparsınız yolda diyor aynı adam. Zenginsiniz diyorum, hemen bana kasayı açıp gösteriyor. Darphane bak burası diyor banknotları gösterirken. Allah arttırsın diyorum. Yeterince kazanmış olacaklar ki, bu temennim onları pek de etkilemişe benzemiyor. Otobüse doğru gidiyorum. Entep yolcusu kalmasın diye bağırıyorlar firmadan. Muavine yiyecek bir şeyler almam gerek diyorum. Gerek yok, biz seni doyururuz diyor. Mesut ve bahtiyarım, Astor Seyahat’e de hayranım. Nakdim yok diyorum, para bulunuyor. Açım diyorum, doyuracağız diyorlar. Allahtan tuvaletim yok! Yoksa… Bir aksilik olmadığı takdirde, ilk defa her şey kusursuz bir şekilde ilerliyor bir otobüs yolculuğumda. Dilimi ısırıyorum. Bu benim için hiç de olağan bir hadise değil çünkü. Hep bir aksilik çıkar çünkü, bir gariplik olur ve olmayacak işey gelir de beni bulur. Çok da uzak olmayan bir geçmişe gideceğim ve bir seyahat esnasında başımdan geçenleri anlatacağım size. Sabrınıza ve merakınıza güvenerek. Nevşehir’den İzmir’e gitmek için garaja gelmiştik erkek arkadaşımla. Sene… hatırlamıyorum hangi sene! Tek bildiğim ikimizi güleryüzle karşılayan muavin, ben tek başına otobüse bindikten sonra, sanırım o yüzünü sadece bana gösterdiği bir psikopata dönüşmüştü. Tuvalete gidiyorum arkamda bir çift kara göz, bir şeyler alacağım tam çaprazımda bana doğru bakan aynı çift göz. Arayıp soracağım üzerime alınmış olacağım, neyim battı anlayamadığımdan iyisi mi yol boyunca(Nevşehir İzmir arası on iki saatcik) dişimi sıkıp ekonomik hareket etme kararı almıştım kendi kendime. Korku içinde çay kahve aldım, molalarda tuvaletimi edip koşa koşa geri geldim, adama karşı nazik olmaya çalışıp üzerime sıçratmamak için elimden geleni yaptım kısaca. Az nefes aldım hatta, sonra da küçük küçük bıraktım içime çektiğim her nefesi. Şöyle bir oh diyemedim yani. Nihayet İzmir’e vardığımızda uyku sersemi kalkmış bir an önce otobüsten inmek için hamle yapmışken, muavinin hızla önlerden orta kapıya yani bana doğru geldiğini görüp son duamı etmeye koyulmuştum bile. O adamcağızın ismini hiçbir zaman öğrenemedim, öğrenemeyeceğim de ama; Nevşehir seyahatin sayın muavini gülerek(saat sabahın yedisi filan) “emaneti sağ salim getirdik” dediğinde, gülme sırası bendeydi(içimden). Beni muavine emanet eden erkek arkadaşım yüzünden, omuzlarına binen ağır yükü ancak bu şekilde taşıyabilen hemşehri, beni koruyup kollamak uğruna ne yapacağını şaşırmıştı. Hala daha o gece yolculuğumu gülümseyerek hatırlarım. Anadolu böyledir biraz, eziyeti boldur; o kadar kıyağı da olsun. Muavine ne dediğini sorduğumda, “hiiç, yenge sana emanetten başka bir şey” demişti. Bir daha da kimse benim için böyle bir şey demedi. Hep kendi emanetimi taşıdım kendi kendime.

20171002_140921-02-01.jpeg

20171002_093257-02.jpeg
GAZİANTEP
20171002_152933-01
GAZİANTEP

Yol arkadaşım hayatım boyunca görüp görebileceğim en nur yüzlü kadın olabilir. Öyle ki jandarmalar bütün otobüsü arayıp, kimlik istediler de genç bir jandarma eri, kadının yüzüne bakıp gerek yok sizden dedi. Bazısının yüzünden akar derler. Aslen Antepli olup, torununa bakmak için Urfa-Antep arası gidip gelmekte olan bu kadın aynen öyle. Yol boyunca içinden dua etti. Nazikti, ben soru sorduğumda duayı kesip, sorumu cevaplayıp, geri dualarına döndü. Uçarak geldik, belki arşa değecekti başımız. Sayesinde olduğunu düşünmedim değil. Gerçek dindar böyle olurmuş, şeytanlık bilmezmiş. Bana gel kal dedi, ben otele gidiyorum deyince. Evim boş dedi. Annenin fotoğrafını göster dedi. Gösterince, yüzüne merhamet çöktü. Hep mi engelli dedi, öyle kaldı dedim. Bakıcısı varmış, iyi dedi. Daha da bir şey demedi. O da torununun, çocuğunun, gelininin fotoğraflarını gösterdi. Bıcı bıcı yaptım torunlarına ama beni pek ilgilendirmedi. Benim ilgi alanım her zaman en yanımdaki olmuştur. İşte bu yüzden yalnız seyahat etmeyi seviyorum. Muhakkak bir hikaye saklı oluyor yan koltuğumda. Herkes en kendisini oynuyor seyahatlerde. Sınırlı saatlere sığdırdığınız bu özel anların devamı da gelmiyor, en güzeli de bu herhalde. Aslen Antepli olan bu nur yüzlü teyze de üç çocuğunu okutmuş, büyütmüş, evlendirmiş, torun torba sahibi olmuş, fakat hiçbir şeyden de çekmemiş hayatı boyunca nazardan çektiği kadar. Bizi çatlattılar diyor. Bana senden rahatı yok diyorlar diyor. Yine de jandarmanın hali komikti, kimlikleri aldı aldı, teyzenin yüzüne baktı baktı, munisleşti, hiç gerek yok dedi. Muavin, jandarma sizden kimlik almadı mı dediğinde, gerek yok dediler dedik. Anladım dedi gitti. Gerek yok, bu kadın kötülük yapamaz ki! Bu arada üç gelininin bir tanesinden telefon geldi, sonra da bana dönerek akşam yemeğine davetliyim dedi. Bir sevindi pir sevindi. Gelin ne pişirdi acaba dedi. Dualarla birlikte biz Antep’e girdik. Sorsalar ne oldu, ne bitti, kaç saatte geçti; diyeceğim ki anlamadan geçti.

20171002_150459-01.jpeg

20171002_094525-01.jpeg

20171002_100603-01.jpeg

Bakırcılar Çarşısı’na yakın eski bir konakta kalacağım. Olmuş sana otel. Odaları matah değil, kahvaltısı yok, temiz çarşafları var ve de güvenilir ve alt tarafı bir gece uyuyacağım ama önce yemek yemem gerek. Yener Usta’ya gidiyorum. Sarımsak ister misiniz diyorlar. Çorbada sarımsak istemiyorum diyorum. Beyran içiyorum, harikaydı. Bir sürü meze geliyor. Mutluluğumu anlatamam. Yolda olmak uzun süre aç kalıp, sonunda ne yerseniz yiyin layığıyla yemek demek biraz da. İnsan açken her lokma kıymetli. Şimdilik bana lazım olduklarını bile bile parmaklarımı da yiyorum azar azar. Beyaz tenli, renkli gözlü, her halinden belli Karadeniz kızı, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesinde okumuş, gezmeye gelmiş genç kızla yan yana bulunmakta odalarımız. İstanbul’dan babasının işi yüzünden Bursa’ya taşınmışlar. Yakınlarda onu mutsuz eden işinden ayrılmış, ondan önce de nişanlısından ve de fırlamış gelmiş buralara. İyi ailen göndermiş diyorum, ailem bana güvenir diyor. Kendinden küçük kızkardeşi nişanlı imiş, yaptığı işten memnun, nişanlısıyla mutlu imiş. Kardeşi ne istediğini bilenlerden. O ise ailenin huzursuz ruhlusu. Arayışı sürmekte. Sırf bu huzursuz ruhu yüzünden daha önceki sefer hususi olarak Menzil’deki tarikata kadar gitmiş. Ne yaptın orada dedim, bana göre olmadığını anlamam gerekmiş dedi. Tarikat liderini görüp babbaaa diye kendilerini yerden yere atanlar görmüş orada. Çok heyecan yapıyorlar diyor. Kuldan medet umanın vay haline! Yine de insanlara kızamıyorsun çünkü herkes hayatının bir noktasında ya da ömrü boyunca anlam arayışına düşüyor. Tarikatlar da en çok böyle insanların yuvası oluyor. Bu tip ortamlarda ise asiler de, asi hısım akrabası olanlar da pek sevilmezler. Hep biat edeceksin, el pençe divan duracaksın. Üniversite son sınıfta, çaresiz kalıp Fetullah’ın yurduna gitmiş mesela. Ben asi çıktım, kızdan çok erkek arkadaşım vardı, görüşmemi yasakladılar diyor. Evdeki hiyerarşiye göre yemek ve temizlik yapılırmış, anladığım kadarıyla bizimki o konuda da kaytarıkçı çıkmış. Oh çok da iyi yapmış. O ablalar var ya o ablalar, o ablaların hepsini canından bezdirmiş. Aşçılığım kötüydü, ev işlerini de sevmezdim diyor. Kendini biliyor, ne yapacağını bilmiyor. Ben mezun oldum gittim, rahat ettiler diyor. Tahmin ederim diyorum. Herşeye rağmen sağlam karakterli ve cesur. Saçın ne renk hiç bilemeyeceğim diyorum, kapısını çaldığımda benim olduğumu anlayıp rahatlıkla açıyor. Tenine göre çok koyu kahverengi saçları var. Ben sarışın hayal etmiştim halbuki. Beraber Tarihi Tahmis Kahvesine gidiyoruz. Mekan tarihi gerçekten ama kahveleri o kadar da efsane değil. Sıradan bir Türk kahvesi içip kalkıyoruz. Mekanın içiyse Beyoğlu. Güzel yani. Tarihi yani aynı zamand.

KARDEŞLERİM :

Bakırcılar Çarşısı’nın ilk müşterilerindenim pazartesi sabahı itibariyle. Birçok fotoğraf çekiyorum. Esnaf siftah yapmadan daha, başlamış bakırları tıngırdatmaya. Çan çan çan…gelsin cezveler, gitsin tabaklar…dan dana dan dan. Fakat o ne! Aktaroğlu Baharat’ın önünden geçerken camekandaki bir yazı dikkatimi çekiyor. Sülük geldi diyor. Nereye gitmişlerdi ki? Düştüm ve sanırım kanalizasyonun olduğu bir yere düştüm ki dizim mikrop kaptı, günlerdir merhem, dezenfektan sürüyorum, bana mısın demiyor, babaannem sülükle yaralarını tedavi ederdi diyorum. Erkeklerden daha yaşlı olan, iki taneyi yaranın üzerine koy diyor. Diğer ikisini de yedek olarak al götür. Tanesi iki buçuk liradan toplamda on lira verip bir küçük şişe içine konulan sülüklerimi alıyorum, çantama atıyorum. Kendimi kalabalık hissediyorum. Amca sıkı sıkı tembih ediyor. Sakın diyor otel odalarında yapmaya kalkma, sonra kanı durduramazsın bak diyor. Tamam diyorum. Akşam Adıyaman, Kahta’da olacağım. Gene de şansımı denemeyi düşünüyorum. Bu küçük solucanımsıların ısırdığı yerden ne olur ki diyorum bir yandan da. İçim umutla doluyor. Sokağa çıkıyorum. Ben ve dört sülük kardeş aile olacağız bundan böyle. Kan kardeşlerim olacaksınız benim diyorum onlara. Kendi kendime dizim için yapmam gerekenleri tekrarlıyorum unutmamak için: “iki solucanı diğerlerinden ayır. Yaranın üzerine koy. Bırak emsinler iyice. Doyunca şişer ve ters dönerler. O zaman küle at ve sağ, eski formlarına dönsünler.” Nasıl sağacağımı düşünüyorum kara kara. Diğer kısımlar tamam da…

20171002_121937-01.jpeg

20171002_114835-01.jpeg

GAİA :

M.Ö. 300 civarında Büyük İskender’in generali tarafından kurulmuş bir antik şehir olan Zeugma’ya gidiyorum yine. Çoğunluğun Çingene olarak hatırlayıp adlandırdığı, müzenin gözbebeği ve kıymetlisinin yer tanrısı GAİA olduğunu söyleyenler de var. Gaia, mitolojide, içinden tanrı soylarının çıktığı ilk element olarak kabul ediliyor. Ben yine bakıyorum bakıyorum kadın olduğundan emin olamıyorum. Mozaiklerdeki diğer kadınlara hiç benzemiyor çünkü. Ağız kısmı olsaydı daha çok fikir sahibi olabilecekken, kalanlar baraj yüzünden sular altında kaldığından elimizdeki mozaiklerle idare edeceğiz bundan böyle. Küpesi, başındaki eşarbı, saçlarının büklüm büklüm oluşu, iri iri gözleri ve göz çukuruna bir hayli yakın kaşlarının ne anlama geldiğine bakarak hayal kurabileceğiz hakkında sadece. Biraz ürkek, biraz vahşi, biraz şaşkın bakıyor o gözler; ister bir kadına ister bir erkeğe ait olsunlar, Tanrı ya da çingeneye de.

20171002_135305-01.jpeg

DEVR-İ ALEM PARA MÜZESİ :

Zeugma dışında pazartesi olması itibariyle açık bulabildiğim ikinci ve tek açık müze “Devr-i Alem Para Müzesi” oluyor. Paranın tarihi var burada. Senin paran, onun parası, bilmiyorum kaçıncı Louis’ler, Elizabethler, ülkelerin, devirlerin, saltanatların, yaşanmışlıkların, bir zamanlar senin biriktirdiğin harçlıklarınla aldığın bir gazozun kaç paraya satıldığının, parasını verip aldığın bir çizgi romanın verdiği hazzın saklı olduğu bu kağıt ve madeni paralar arasında dolaşıyorum avlu içerisinde. Bol sıfırlı banknotlar ağaçlarda asılılar, albümlerde saklanmış kimisi. Eskiden yaprak koleksiyonu yapardık, pul koleksiyonu ya da, çizgi romanları fasikül fasikül alır ciltlettirirdik özenle. Bir adam Masumiyet Müzesi’ni kurdu bu vesileyle. Herkes bir şeyler biriktiriyor. Kimi insan biriktiriyor, kimi benim gibi atmayı seviyor. Esat Kaplan’sa para biriktirmiş. Ne paragöz adam demeyin sakın! Sormadım bu tutumluluk hali nereden geliyor diye. Bir gazeteci vardı içeride A.A. muhabiriymiş. Ahmet Ümit’ten başka ünlü olmuş Gaziantepli bir yazar tanımıyoruz diyor. Nedim Gürsel var, en azından Gaziantep doğumlu diyorum. Tanımıyorlarmış. Her neyse. On iki dile çevrilmiş kitapları vardır kendisinin. Sorbonne’da ders vermiş ya da halen daha vermekte tam bilemiyorum. Nereden bileyim kim nerede ne yapıyor? Ben bilmiyor, ben sadece diyor, uzaktan ama diyor, entelektüel ve hoş bir bey olarak tanımlıyor kendisini. Biraz Gürsel okumakta fayda var diyor.

Sokak aralarında dolaşıyorum. Çeşit çeşit yüzler çıkıyor karşıma. Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim diyorum, hiç reddedilmiyorum. Sevindirici, ölsem onlar kalacak benden geriye, baktıkça anasınız diye. Sinagog’un bulunduğu sokağa getiriliyorum az evvel fotoğrafını çektiğim on bir numaralı evinin kapısının önünde oturmakta olan Firdevs kadının bir tanıdığı sayesinde. İçeride Metin Bey var. Fakat güvenlikten anahtarı bulması kolay olmuyor. Burası üniversiteye devredilmiş. Temiz görünmekle birlikte, rağbet edilmediği çok açık. Uzn zamandır tek ziyaretçisi benim sanki.  Geniş bir bahçesi var. Fakat daha çok bir sürü mezun vermiş bir okuldaymışım gibi hissediyorum. Son Yahudilerin gidişiyle, ıssızlaşmış burası iyice. Çok sesliliği, paletindeki renkleri birbirine bulaştırmadan, bulaştırsan da gökkuşağının renklerini ortaya çıkarabiliyorsan eğer, tek porsiyon Ali Nazik olmaktan kurtulursun(çok didaktik çook). Öte yandan en çok Suriyeli barındıran il olduğu söyleniyor Antep’in. Öyle ya da böyle insanlarını ve insanlıklarını çok sevdiğim bir şehir olmuştur benim için her zaman.

Bir an önce Adıyaman üzerinden Kahta’ya geçmem gerek. Vaktim kalmamış. Yolu ve süresini kestiremiyorum bir türlü, Sülüklerim çantamda, bavulum otelde. Zaten pet şişenin içinde çaresizce dönenip duran(dönenip diyorum evet, oldu ve de uydu da) üç yüz mililitre suyun içinde sıkışmış kalmış bu dört siyah sülüğü yanımda taşımaya karar veriyorum. Yeterince sarsıldılar zaten yavrucaklar. Bir de bavulun içinde karanlıkta gitmelerine müsaade edemem. Yanlışlıkla içmeyeyim de, tam temizlik olur yoksa bu vesileyle. İnsan kardeşini yutar mıymış, nerede görülmüş böyle şey!

UZUN İNCE BİR YOL : BEŞİNCİ BÖLÜM, HARRAN

20171001_111322-01.jpeg

UZUN İNCE BİR YOL : BEŞİNCİ BÖLÜM, HARRAN

Sağ dizimi sandalyeye uzatmışım, güzel güzel, uslu uslu oturmuş olduğum otelin restoran kısmında sabah kahvaltımı ediyorum. İkinci tabağı da birazcık dolduruyorum açık büfeden aldığım yiyeceklerle ve de silip süpürüyorum hepsini. Babaannem geride kalan tek bir pirinç tanesini kirpiklerinle toplarsın öteki tarafta derdi. Küçüktüm ve bunun imkansızlığının farkında olduğumdan kafamın tabağa yapışık kalacağını düşünürdüm. Çok mücbir sebepler olmazsa(hukuki bir terimi tabağıma uyarladım ve de yakıştı) eğer, tabağımı boş göndermeye çalışırım bu yüzden, diğer hususlarda müsriflikte bir numara olsam da. Hep babaannem yüzünden. İster bugün pazardır, zaman brunch zamanıdır psikolojisine yorun, isterseniz de gün boyu yemek yeme fırsatı bulamayacak olan biçare midemin bir çeşit öngörüsü deyin; göbeğimi çok değil, bir’az şişirerek kalkıyorum sofradan. Bacağımsa feci durumda. Sapsarı görünen katmanda hiç açılma yok. Pansumanlara bana mısın demiyor mikroplarım. İnsanın mikroplarca sevilip, mesken tutulması ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, şimdilik ne olursa olsun Harran’a gitmek gibi daha önemli konular var gündemimde. Yine yeniden “vatan kurtaran Şaban” pozlarına bürünüyorum. Harran’ı kurtaracağım herhalde, Harran kurtarılmayı beklemese de. İçimden de inşallah bacağım bana iş çıkarmaz diyorum. Hava o kadar sıcak ki. Son temiz pantolonlarımın kesimleri o kadar dar ki. Modaya uymak için çabalamak öyle salakça ki. Bu nasıl ekimin biri böyle dışarıdaki! Minibüs konteynır kentin kapısına kadar giriyor müşteri almak için. İnenler, binenler oluyor. Bense kendimi Suriye’de gibi hissediyorum. Herkes Arapça konuşuyor etrafımda. Bir satıcı var ileride tezgahında olgun narlar var. Ben inip fotoğrafını çekeceğim diyorum. Ben çekeyim diyor şoför. Olur mu diyorum, benim fotoğrafım ben çekeceğim. Sabırlı Suriyeli kardeşlerim bu hareketime anlam veremeseler de, ses etmiyorlar. Ne de olsa bir savaş geçirdiler, başlarına bombalar yağdı, ne yapsak diye düşündüler, sınıra kadar yürüdüler, evleri geride kaldı, belki de hiç kalmadı, vatansız vatansız dolanıp durdular, Ege kıyılarımızdan Avrupa’ya patlak can simitleriyle geçerken mağdur oldular, boğuldular, öldüler, onlara kapımızı açtık ama karşılığını da aldık nihayetinde. Bu ve bunun gibi onlarca sebep sayabilirim daha hala bana karşı bile neden nazik davrandıklarına dair. Onun yerine beyazlara bürünmüş pamuk tarlalarına bakıyorum bir süre sonra. Sabahtan beri toplanmakta olan pamuk balyaları tarlaların ortasında beklerken, köylüler ya da işçiler de binbir emekle topluyorlar kalanları. Bu manzara umut veriyor insana. İçim huzurla dolu bir halde varıyorum Harran’a.

20171001_131147-02.jpeg

Harran’ı Urfa’nın merkezinden daha çok sevdim her defasında. Harran Kültür Evi’ne girer girmez Harran’lı kadınlarca karşılanıyorum. İlla bir şeyler alayım istiyorlar. Çul çaput, çoğu da Suriye’den gelme başörtüleri, geleneksel kıyafetler olunca hiç ilgimi çekmiyorlar. Beni dışardaki tezgahlarında bekleyen kiloluk isot poşetleri ve şişelerdeki nar ekşileri ilgilendiriyor. Onlardan alıyorum ama. Bir aile, bir de genç bir çocuk var şu an bulunduğum yerde. Girişken genç, size de etrafı göstereyim diyor aile ile birlikte. Bacağım öyle sızlıyor ki, kabul ediyorum ikiletmeden. İki araba gidiyoruz. Etrafı kapatıldığından temelleri Asur ve Babil dönemlerinde atıldığı olası Harran Üniversitesi’ne gidiyoruz önce. 2013 senesinde geldiğimde Ali Kılıç vardı diyorum. O öldü diyor rehber. Benim amcamdı diyor. Yaklaşık altı ay önce kaybetmişler. Hiçbir şey ve hiç kimse yerinde durmuyor. Alman arkeolog ve Göbeklitepe kazı başkanı Klaus Schmidt de ölmüştü diyorum. Kalp krizinden ölmüş diyor Haldun. Kızdırmışız onu, üzmüşüz filan. Öyle diyordu internette. Bir Türk varmış şimdi kazının başında. Alman ekolü, Alman disiplini denen bir şey vardır, kazı ne halde ki şimdi diye soruyorum. Buradan ayrıldıktan sonra Göbeklitepe’ye ayıracak iki saatim var çünkü. Ziyaretçi alınmıyor diyor Haldun. Ne denir ki şimdi? Tarihin sıfır noktasına, tanımlanmış ilk ve en büyük tapınağına ziyaretçi giremezse, kim girecek peki? Sürüngenler mi?

Bir gün, her gün olduğu gibi, bir çiftçi, karasabanıyla tarlasını sürerken bulduğu bir taş parçasını müzeye götürüyor ve bu hiç de sıradan olmayan taş parçasının bulunuşunun üzerinden yıllar geçtikten sonra arkeolojik bir bulgu olduğu anlaşılıyor. Göbeklitepe ise en doğru tabirle küllerinden doğuyor bu vesileyle. Harran’da bereketli topraklar üzerindeyim. Ayakta durduğum yerde, toprağa bakıyorum. Her an her yerden tarihin çook eski dönemlerine ait yeni yeni terihi eserler çıkacakmış gibi geliyor. Bir de Mardin’den sonra Urfa’ya geldiğinizde yabancılık çekebilirsiniz çünkü kaotik bir trafiği ve o kaosu yaratan, kafasına göre hareket eden birçok otomobil sürücüsü var. Urfa zenginnn galiba… Araç bolluğu var. Yol yoksa ne yapsın bu zengin millet demeyin sakın, geniş geniş de yolları var. Çok şeritli, pek ferah. Sadece yetmiyor. Şehir planlaması bana Konya’yı hatırlatıyor. Her şey daha karmaşık sadece. Mardin’den sonra, kendinizi ait hissetmediğiniz sıkıntılı bir çember varmış gibi geliyor etrafınızda. O an Harran’a kaçabilirsiniz mesela, üzerinizdeki tüm elektriği Taş Devri’ndekine benzer kübik evlerin bulunduğu topraklara bıraktığınızda, bir şeyiniz kalmıyor. Urfa’da yaşamak zorunda kalsam herkesle ters düşerim derken, Harran’ı kabullenmeyi öğreniyorsunuz. Çünkü Harran sizi kabulleniyor her halinizle. Mevlana’nın hoşgörüsü Harran’ın toprağında var.

20171001_111622-01
Harran, ŞANLIURFA
20171001_113821-01
Harran, ŞANLIURFA

İki küçük çocuğuyla İstanbul’dan gelmiş karı koca buradan itibaren bizden ayrılıyorlar. Sırada Haldun’un rehberliğindeki Bazda köyü sakinleri ve de mağaraları var. Ondan önce belirtmeliyim ki, Türkiye çapında Erdoğan’a yüzde 96,8 oy oranı ile en çok destek veren ve evveeetttt diyen ilçe Harran olmuş. O da hem Urfa’ya hem de özel olarak teşekkür etmek için buraya, Harran’a gelmiş. Ben olsam ben de gelirdim. Kalan 3,2’lik azınlığın da elleri titremiş olsa gerek. Harran’daki beş ya da altı aşiret reisi ne istediyse, o olmuş. Sistemle, yerleşik düzenle uyumlu bir ilişki içerisinde olan halk, bu durumdan rahatsızmış gibi de görünmüyor ayrıca. Hepsi canı gönülden oyunu vermiş gibi. Fikir mi, benim fikrim mi? Yok kalmadı benim fikrim mikrim. Alternatifin olmadığı yerde, ne fikri, ne zikri? Benim tek anladığım seçimlerde Güneydoğu’yu alanın Türkiye’yi aldığı. Arapları arkasına alan kazanacaktır. Güç bu topraklardan doğuyor çünkü. Burası Ortadoğu’nun kalbi.

Burada en sık rastlanan isimlerden bir tanesi İbrahim. Her evde en az bir tane İbrahim var. O arada Bazda köyüne varmak üzereyiz Haldun’la beraber. Yol boyunca fotoğrafını çektiğim her çocuk bana poz veriyor. Kameraya poz vermek seçilmişliğin belirtisi olduğundan olsa gerek, çocuk akıllarıyla bunun içten içe bilincindeler. Tek kameraya baktıramadığım çocuksa karpuz çetesindeki sürünün asisi çıkıyor ve tellerin ardında ilgisini çeken şey her neyse, bana dönmüyor bile. İranlı bir fotoğrafçı var sadece yabancı olarak. Onun dışında nispeten akran iki yaşlı adam, bir kadın, üç tane de çocuk karşılıyor bizi. Bunlardan ikisi kız, biri erkek. Erkek çocuğun ismiyse tabii ki İbrahim. Kızlardan özellikle küçük olan paralanıyor. Boyunca plastik sandalyeleri taşıyor içeriden. Kendi aralarında Arapça konuşuyorlar Haldun’la. Tek kelimesini anlamıyorum. Hareketli olan ortancıl(ben öyle diyorum, okumayabilirsin eğer beğenmiyorsan uydurma kelimelerimi, bir tıkla yokum istersen, tdk odaklı yaşanmamalı geniş yazı evreninde) Emine, diğeriyse Hatice. Ablalar hep daha ağırdır ya, onlarda da öyle olmuş. Hatice ağır abla, Emine ise tam bir turizmci. Hatice daha duygusal, Emine’ye bir şirket ver onu zirveye taşımak, kara geçirmek için elinden geleni yapar. Gerekirse sabahlara kadar çalışır. Peki gayretlerin karşılığında hayatın getirdikleri seni tatmin eder mi? Her zaman değil. Çabalarsın çabalarsın sonuç ortadadır. Ama gene de çalışmaktan ve gelecekten umudunu kesmezsin. Her neyse, İbrahim mi? O iki abladan sonra bisiklete biniyor, bisküvisini yiyor, bakıyor, gülüyor, evin rahatı o, şimdilik. Bu üç çocuğun annelerinin ismiyse Güneş, bu kızlar Güneş’in kızları, o oğul Güneş’in oğlu. Kırk yaşında olduğunu öğreniyorum şaşkınlıkla. Benden küçük olduğunu öğreniyor o da şaşkınlıkla. Yüzünde derin çizgiler var, iyice esmerleşmiş teni. Herşeye rağmen çekici bir kadın. Cazibesini örtense analığı, karılığı, yaşam güçlükleri. Her gün her gün, sabahtan akşama elli koruma faktörlü krem sürmeden Harran güneşini yesem, bende benzerim Güneş kadına. Bir de benden yaşlı bir koca varsa başımda, vay bana vay’lar bana. İyi bir adam gibi görünüyor Güneş’in kocası(tam manasıyla erkeklere kefil olmam mümkün olmasa da). Ona dizimdeki enfeksiyon için ellerinde doğal bir krem olup olmadığını soruyorum. Urfa Devlet Hastanesi’ne gidiyoruz biz her şey için diyor. Doktorlar var diyor. Doktorlar Harran’a kadar girmiş yani, şifacılıkla uğraşan yok. Onun yerine turizm işlemiş iliklerine doksanlardan sonra iyice hareketlenen bölgede.

Emine elimden tutuyor, oda oda karış karış gezdiriyor, sahip oldukları her şeyi çocuk saflığıyla sergiliyor. Bu mutfak, bu banyo, bu tuvalet. Her cümlenin sonunda girer misin diyor. Nasıl namaz kılındığını gösteriyor(beni Hıristiyan sandı sanırım), çamaşır makinelerini, kilerlerini ve içindeki soğanlara kadar neleri var neleri yoksa tüm dünya bilsin ister gibi bir hali var. Nasıl coşkulu, nasıl enerjik anlatamam. Hiç yorulmaz mısın kız diyesim geliyor bir an. İbrahim hala daha bıraktığım yerde, teleşsız telaşsız oynuyor. Bu kadar mahreme girmek istemiyorum ben aslında, ama çocuklar turiste alışkın olduklarından fotoğraf çekilecekleri yerleri bile kendileri ayarlamışlar çoktan. Şimdi şu yeşilliklerin arasından çıkarken, şimdi şu duvara dayanmışken, şimdi şu biberleri toplarken, bunlar patlıcanlar… Hatta, Emine, önce benim fotoğrafımı, sonra da Güneş’le ikimizi beraber çekiyor poz poz. Ona da alışkınlar yani. Bana basacağı yeri gösteriyor bildiğinin ispatı olarak ve başlıyor çıldırmış gibi çekmeye. Güneş’le yan yana en az yirmi pozumuz oluyor. Haldun erkeklerle oturuyor, ben Emine rehberliğinde bağ bahçe dolanıyorum habire. Biraz anne duası gibi olacak ama Allah bahtlarını açık etsin, kötülere bulaştırmasın, çocuk gelin de olmasın bu tatlı kızlar. Barza mağarasına ya da mağaralarına giriyoruz şimdi de hep beraber. Hatice ve Emine de bize rehber. Kendimi yıllar sonra ilk defa Petra’da gibi hissediyorum. Anthony Minghella’nın İngiliz Hasta’sı ve Bernardo Bertolucci’nin Çölde Çay’ıdır bendeki yolda olma, çölde olma, çölde ölme hissinin kaynağı-ikisi de kitap uyarlaması. İnşallah bu topraklarda ölürüm bir gün. Mağaranın içinde hep bunları düşünüyorum.

20171001_121927-01.jpeg

Harran’a gelirken hiçbir planım yoktu. O yüzden belki de karşıma çıkan her insanın sözünü dinledim. Gel dediler gittim, ayrıldılar yoluma tek başıma devam ettim. Planda Barza yoktu, bu enteresan aile hiç yoktu. Haldun’la bir ortak yanımızın Bozcaada olduğunu öğrendim bu arada. Çiçek pastanesinde aşçılık yapıyormuş yazları, şimdiyse kadrosuz öğretmenlik yapmak üzere okullardaki mevcudiyetin belirlenmesini bekliyor. Bizi kısa süreliğine hayat bir araya getirdi. Kartını verdi, tekrar gelirsem eğer ben olmasam da Konukevi’nde kal ki iyice gez her tarafı dedi. Ben kaderden bağımsız hareket edemiyorum. Dolayısıyla tekrar yolum buralara düşer mi, onu da hiç bilmiyorum ama gelmek istiyorum ve eğer gelirsem de bu yarı çöl gibi olan Harran’ın kalbinde kalacağım. Uçsuz bucaksız tarlaları izleyeceğim. Kübik evlerde birkaç gece geçireyim, ondan sonra tekrar konuşuruz sizlerle. Pardon ben konuşurum, siz okursunuz eğer siteme yolunuz düşerse. Sırada Gaziantep var, ona göre.

20171001_120109-01.jpeg

 

UZUN İNCE BİR YOL : DÖRDÜNCÜ BÖLÜM, MARDİN’den URFA’ya

20170930_100815-01

UZUN İNCE BİR YOL : DÖRDÜNCÜ BÖLÜM, MARDİN’den URFA’ya

DÜNDEN KALANLAR :

Mardin’deki üçüncü akşamımı dışarıda geçirmeye karar veriyorum. İlk iki akşamı menüsündeki yegane yiyecek olan Mardin Kebabını yiyerek geçirdiğim Yusuf Usta’nın bahçesinden gına geliyor. İnsan baklava yese bıkar yahu her gün her gün! Farklı bir şey yapmanın zamanı geldi de geçiyor çoktan. İlk akşamlarımda acaba nereden ne kötülük gelir diye düşünürken, rehberimle geçirdiğim bir tam gün, Nusaybin’den Midyat’a uzanan maceralı mesaimizden sonra yüklendiğim aşırı özgüvenle akşam programı için düşüyorum yollara. Bu programı gerçekleştirmek zorundayım da. Çünkü kaldığım otelde davullu zurnalı tepinmeli bir kına gecesi yaşanmakta ve davullar sanki kulağımın içinde dövülüyorlar. Bağdadi’ye git demişti Fehmi, işletmecisi bayan olduğundan sorun çıkmayacaktır demişti. Bazen söz dinlemek gerekmiş. Tek bayan rahat rahat oturuyorum, bir sürahi Süryani şarabımı da yudumlamaya başlıyorum. Şaka şaka ikinci kadehte uykum geliyor. Bozcaada’nın ve Mardin’in şaraplarını yerinde içmeli insan. Ben gene de çok geçe kalmadan evin pardon otelimin yolunu tutuyorum. Hala davullar çalıyor gümbür gümbür, otel yıkılıyor. Ne çok seviyoruz millet olarak düğünleri, davulları, zurnaları, göbek atmayı, eğlenmeyi. O davullar gecenin köründe çalınıyordu daha, bilmem anlatabiliyor muyum?

20170927_172656-01
MARDİN

UFAK UFAK URFA :

Bugün cumartesi ve sabah sabah ne yapacağımı bilmez haldeyim. Çünkü kaldığım otel dolmuş vaziyette. Benim için aranan başka otellerde de sadece kral daireleri kalmış ve küçük çapta bir servet istiyorlar tek gece için. Urfa’ya geçeceğim ama Mardin’den sonra hareketlerimin kısıtlanacağı bir yer Urfa, bunu bildiğimden canım hiç gitmek istemiyor ama elbet bir gün gideceğim. Sonsuza kadar Mardin’de kalamam ya! Harran’ı tekrar göreceğim üstelik. Odayı son kez kontrol etmek için çıktığımda, birbirine karışmış merhem kokularını duyuyorum. Çarşafım sapsarı olmuş Fucidin’den. Oda temizliğini yapan kız bana yüz kere küfretse ve yüz bir, yüz iki diye de eklese haklı ama böyle olmasını bende istemezdim ki. Üstelik ağrım devam ediyor. Aynı dizi bir başka şehre taşımak için bir an önce yola koyulmam gerek. Ama önce biraz daha Mardin’in ara sokaklarında dolaşıyorum. Her yer tarih. Bu şehri sindirmek gerekiyor ama bunun için vaktim kısıtlı. Sokaklar turistlerle dolmuş. Haftasonu için yurdun dört bir yanından gelmiş konuklar esnafın yüzünü güldürüyor. Herkes mutlu mesut dolaşıyor. Her ara sokakta karşıma yeni yüzler çıkıyor. Bazı ara sokaklarsa, benzerlerine Avrupa’da rastlayacağınız, zamanında üzerinde şövalyelerin dolaştığı Ortaçağ’dan günümüze kadar orijinalliğini korumuş bir çehreye sahip. Yüksek yüksek basamaklardan atlaya zıplaya ilerledikçe her defasında bir başka vaha ile karşılaşıyorsunuz. Yüzyıllık taşlarla örülü duvarları sarmalamış sarmaşıklar, kulağınıza çalınan Arapça, Kürtçe şarkılar, her nereden geldilerse içerisine düştükleri bu çokseslilikten memnun yüzler… Bunun en önemli nedeni de elini kolunu nispeten daha rahat sallayarak yaşama özgürlüğüne sahip olman. Bu coğrafya için çok büyük bir lüks bu tahmin edeceğiniz üzere. Kaldı ki benim görmediğim ve dışarıdan fotoğraf çekmenin bile yasak olduğu, yitmiş gitmiş köylerinden zorunlu göçle ayrılmak zorunda bırakılmış insan hikayeleri barındıran bir coğrafya üzerindeyiz. Baş kaldırdığın anda başının ezilme ihtimaline karşılık, çoluğun çocuğun varsa hele, susuyorsun mecburen. E öyle.

20170927_173151-01
MARDİN

snapseed

Snapseed

Varışımın ilk gününün akşamında ara sokaklarda oynayan çocuklarla karşılaşmıştım. Çocuklar iyi ki varlar. Uzaktan da olsa hepsi birer neşe ve umut kaynağı oluyorlar. Şehirde bu saflıkta kalmak zor, çocuk bile olsan zor. Mardin’in daracık ara sokaklarında kendi uydurdukları oyunları oynuyorlar. Her defasında bir nine bekliyor oluyor başlarını. Yavrularını. Fehmi’nin söylediği gibi geçimi, idareyi, birbirini kollamayı öğreniyorlar daha bu yaşlarda. Bense hayatımda gördüğüm en güzel okul binasıyla karşı karşıya huzur dolu dakikalar geçiriyorum. Mardin Kız Meslek Lisesi’nin bahçesinde, müthiş de bir Mardin manzarası ayaklarımın altında, bir yanda yüzyıllık tarihi bina, rüzgarın uğultusu kulağımda, ilk defa bir okula gıptayla bakıyorum. Burada okumuş olmak da, öğretmenlik yapmak da ayrıcalıkmış gibi geliyor. Hadi buradan mezun oldun diyelim, diplomanın hakkını vermen gerekiyor, yoksa yüzyıllık duvarlar seni döver gibi geliyor. İnsana çok ağır bir sorumluluk yüklüyor okulun endamı(endam yerine koyabileceğim daha iyi bir söz şimdilik aklıma gelmiyor, gelince değiştiririm unutmazsam). Şimdiyse içeride hazırlanmakta olan el sanatları sergisi için hummalı bir çalışma var. Tüm çalışanların erkek olması tuhafıma gidiyor, sonra geçiyor. Benim içinse gitme vakti gelmiştir. Daha garaja gideceğim, yaralı dizimi ilk otobüse atacağım, beraberimde de çek çek bitmez bavulum var içerisinde merhemlerden bir dünya yarattığım. Sabancılar’ın müzesini geziyorum ayrılmadan. Çilekeş eşekler yolcu ediyor beni, çıkardıkları tıkır tıkır nal sesleri çalınıyor kulağıma. Bu kadar güzel bir şehrin böyle bir coğrafyada harcandığını düşünüyorum bir yandan, diğer yandan burada olmasaydı böyle değerli olamayacağını idrak ediyorum. Güneydoğu’nun incisidir Mardin, insan hayatında bir kez burada bulunmalı.

Çocuk gibi bir oğlanın kullandığı taksinin içinde rüzgar gibi giriyorum garaja. Urfa dediğim anda biz gideriz diyen otobüsün içinde beklemeye koyuluyorum. Biraz müşterisi olmakla beraber çok da dolu değil otobüs. Ne zaman ki yola koyuluyoruz ve muavin yanıma geliyor, Urfa bize ters diyor. İnsem de bana ters, otobüs çoktan hareket etti bile. Bakacağız diyor bana manalı manalı. İstanbul’a giden otobüsün içinde bir ben miyim ters? Urfa’ya girmeyeceğiz ki diyor. Beni neden aldınız diyorum, ben almadım ki diyor. Güneydoğu Anadolu’daki otobüs firmalarının seyahat politikalarına, müşteri memnuniyetindeki sorumluluğuna, en çok da konfor yaratma çabasındaki olağanüstü gayretine hayranlığımı dile getirmektense, diken üstünde geçirmeyi tercih ediyorum yolculuğumu. Kızıltepe’ye geldiğimde ise derhal bir başka firmanın otobüsüne sepetleniyorum. Orta kapının hemen arkasındaki çiftli koltuğa geçiyorum her yer boş dedikleri için. Suriyeli zapzayıf bir oğlan otobüsün kapısına yöneldiğinde, ürkerek cep telefonumu saklıyorum. Sonra da kendimden utanıyorum. Çocuk otobüsün içindeki çöp kutusunu boşaltmak için gelmiş sadece. Zapzayıf, çıplak ayaklı bir oğlan çocuğu karşımdaki. Dimdik duruyor aşağıda. Az önce çalma ihtimaline karşılık sakladığım telefonumla aşağıya iniyorum ve muavine “O kim?” diyorum. “Suriyeli” diyor sadece. Fotoğrafını çekeceğini anladığımda sırtını iyice dikleştiriyor oğlan, uzaklara bakıyor. Bana poz verdiğini fark ediyorum. Dönüp de bir şey söylemiyor, rahatsız da görünmüyor. Bir an göz göze geliyoruz, bu kare o an çıkıyor. “Neden onun fotoğrafını çekiyorsun ki?” diyor muavin şaşkınlıkla. Ondan güzel kare mi olur diyorum içimden. Kızıltepe’den yadigar bu Suriyeli çocuk kalacak geriye sadece. Tüm yolculuğum boyunca çektiğim fotoğraflar içinde benim için en değerli ve en özel karedir. Böyle biline.

20170930_141009-01
Kızıltepe, MARDİN

Seyahatimin kalanı nasıl mı geçti? Yerimin sahibi varmış. Beni arkanın arkası bir koltuğa atıverdiler. Alıştım artık. Biraz homurdansam da çok da oralı olmadım. Diyorum ya alıştım. Şirketlerin seyahat politikası olunca daha doğrusu bir politikası olmayınca elden gelen bir şey yok. İki buçuk saati aşkın süren yolculuğum esnasında acıtan bir şey geliyor aklıma. O da bugünün cumartesi oluşu ve elimde sınırlı sayıda pansuman malzemesi kaldığı. Bacağımı neyle kapatacağım, gazete kağıdıyla mı? İnternetten nöbetçi eczane bakıyorum, hepsi de ayrı ayrı bilmediğim yerlerde çıkıyor. Her şeyi boş veriyorum. Otelde bir yolunu bulacağım diye avutuyorum kendimi. Daha önce de kaldığım Harran Otel’ine geliyorum. Resepsiyonda bacağımın durumunu anlatıyorum. Arkadaşımız dışarıda, ona söyleyelim ama siz konuşun isterseniz diyorlar. Minik bir telefon veriyorlar elime, kulağıma dayıyorum ben de can havliyle. Merhaba dedikten sonra, bir şişe baticon, dört tane pomad, dört tane sargı bezi istiyorum, ben ücretini öderim ne tutarsa diyorum. Karşı tarafın sesi gidip geliyor, ben diyor başaramayabilirim, ben sizi götüreyim en iyisi diyor. Üstelemeye gerek yok değil mi böyle bir durumda, gülerek telefonu geri veriyorum. Resepsiyonist çocuk, gelince arkadaş sizi götürsün diyor. Gülerek asansöre doğru gidiyorum, başaramayabilirim dedi diyorum yüksek sesle. Bavulumu bırakıp, gerisin geri iniyorum aşağıya. Arkadaşımız geldi diyorlar, “siyah araba”. Kapının önündeki siyah arabaya doğru ilerleyip kapıyı açıyorum. Kibar bir çocuk, bu nasıl Urfalı diyorum kendi kendime. Değilmiş zaten. Babası Adanalı, annesi ise Antepliymiş. Salih ben babama benzemişim diyor. Beraber açık eczane arıyoruz. Sonra da Arapoğlu’na götürüyor beni. O anlamıyor ama hayatım boyunca gördüğüm garipliklere bir yenisi eklenmiş oluyor. Yanyana dizilmiş bir sürü lokantanın hepsinin önünde ve de arkasında birçok masası ve her bir masanın üzerindeki dikdörtgen sepetlerin içinde iki üç kilo kuru soğanları var. Kendimi yemek yapmak için masaya oturmuş gibi hissediyorum. Yok diyor burada adet böyle, ben şimdi gösteririm öyle yersin sen de diyor ve garsona iki ciğer, iki ayran söylüyor. Ciğerler lavaşların arasında ve kalınca bir tahtanın üzerinde geliyor. Bir tabakta da bol nar ekşili kuru ve de acılı soğan var. Neyse ki o doğranmış. Karşımda titiz titiz kabuklarından ayırdığı soğanı ince ince doğruyor. Lavaşın içine ciğerlerin üzerine serpiştiriyor. O ısırarak yiyor. Ben nar ekşiliden yiyorum. Mecburum, soğan yemek zorundayım. Urfa böyle yapıyor, böyle istiyor. Balıklı Göl’e gidiyoruz. Hayatım boyunca içmediğim kadar çok çay içiyorum arka arkaya. Bir bardak çay Arapoğlu’nda içmiştim. Burada ise bardakları  tazelemeden duramayan garsonların esiri oluyorum. Urfa’da alkol alabileceğin bir yer yok. Sıra gecelerinde bile maşrapada filan geliyordur herhalde. Öyle olunca herkes yemek sonrası çaya kahveye adamış kendini. Kolaylıkla adapte oluyorum ben de vaziyete. Bir yandan Balıklı Göl’ün hikayesini dinliyorum, bir yandan kaçıncı olduğunu saymayı unuttuğum bardağımdaki çayımı yudumluyorum. Şunu anlıyorum, yalnızken ve ortama güvenmiyorsam dizim ağrıyor. Şu an ağrımıyor mesela. Unuttum. Yarın erken kalkıp, Harran’a gitmem gerek. Şu an dizim ağrımaya başlar gibi oluyor mesela. Güven meselesine bağlı diz ağrım bir artıyor, bir unutuluyor. Bir de yarın yanımdaki tek şişe Süryani şarabını Salih’e vereceğim, Harran’dan acı biber almak çok uygun kaçmayabilir. Başka da Harran’dan ne alınır ki?

20170930_215943-01
Balıklı Göl

UZUN İNCE BİR YOL : ÜÇÜNCÜ BÖLÜM, MARDİN – MİDYAT

20170927_172531-02
MARDİN

UZUN İNCE BİR YOL : ÜÇÜNCÜ BÖLÜM, MARDİN – MİDYAT

Üçüncü günün sabahında Mardin’de açıyorum gözlerimi yine, yeni doğan güne. Dün çok zor geçmişti, dolayısıyla bugün daha zor geçecek gibi görünüyor iki büklüm yattığım yerden. Çünkü bugün dünün atamadığım yorgunluğunu da taşıyorum. Gece ağrıdan rahat uyuyamadım. Aslında hiç uyumadım. Yüzü koyun yatamadım, çünkü dizimin yatağa değdiği hiçbir pozisyonda acıdan duramadım. En kötü ihtimal sağ bacağımı keserler diyorum kendi kendime. Ben zaten kendi kendime konuşa danışa kendimi bitireceğim bir gün… Her neyse, diz kapağından itibaren kesebilirler mesela. İyi ama gezmek için bacak gerek bana.

Sabah sabah bandajını açtığımda diz kapağımın yaralı bölümünde bir parmak kalınlığında sarı bir iltihapla karşılanıyorum. Hiç durmadan zonklayan işte bu tabakadan yayılan sonsuz enerji. Mikropların beni terk etmeye niyetleri yok. Çok dirençliler ve asi sıfatını hak ediyorlar. Belki de beni ve dizimi çok sevdiler. Hiçbir yere gidecekleri yok bu yüzden. Pansumanını yapıp, aksaya aksaya aşağıya iniyorum. Ara ara titrediğimi fark ediyorum. En azından 112 beni ya da cenazemi alır götürür evime diye düşünüyorum şimdi de. En azından evimin en yakınındaki hastanenin morguna bırakırlar artık beni. Ne demiştim, kimselere ihtiyacım yok benim, kendim yeterim kendime, kendimi yok etmek için. Ne yani Yurtiçi Kargo ile mi gönderilceğim? Kargo muyum ben?

Yakın bir tarihte dizi çekimlerine sahne olmuş merkezi otelimde asansör yok. Hasta dizim için tüm Mardin’e yüz katlı asansör yapmaları gerek aslında. Sesimi duyan yetkili de yok. Büyükşehir ve Artuklu Belediyelerine kayyum atanmış. Kaymakama mı çıkayım, ne yapayım? Lobide karşılaştığım güvenlik görevlisi Bilal bana düşük sezon olduğundan ve talep olmadığından, tek kişilik bir tur ayarlayabiliyor ancak. Endişe dolu gözlerle bakıyorum Bilal’e. Ben diyorum, kendi kendime tahammül edemezken, bir yabancıya nasıl katlanacağım diyorum. Sorun olmaz, kardeşim gelecek diyor. Dizim için beni karşı sokaktaki sağlık ocağına götürüyor. Ne yaptınız diyor doktor bana, sadece düştüm diyorum. O da başka merhemler, mikrop öldürücüler veriyor(bendeki mikropların karakterini bilse balta, keser hazır ederdi de). Pansuman yapıp, yaramı kapatıyor. Doktor doktor gezer oldum, bir diz yüzünden. Çok kızıyorum kendime, ama kendi kendime.

Otele geldiğimde kardeşim saat on buçuk gibi burada olur diyor Bilal. Tamam diyorum. Odaya çıkıp pansuman için gerekli şeyleri çantama atıp, diğerlerini odada bırakıyorum. Son kez aynaya baktığımda dizimin acısından unuttuğum kavlamış dudaklarımı görüyorum. Biber gibi kıpkırmızı olmuşlar, acısı da cabası. Birden vazgeçmek istiyorum rehberden, gezmekten, şehirden, her şeyden. Dudağıma Silverdin sürüyorum acısını alsın diye. Dizimde Fucidin var. Her yerim krem, jel, merhem tiksiniyorum kendimden. Şu halde sakin görünmeye çalışıyorum topallaya topallaya aşağıya inerken ki, insanlar halimden ürkmesinler. Bu arada için için  Allahım ne yapacağım bütün bir gün boyunca, hiç tanımadığım bir adamla Mardin’de, aynı arabanın içinde diye düşünmeden de alamıyorum kendimi.

20170929_144536-01

BİR REHBER, BİR TAM TUR :

Rehberim uzun boylu, esmer bir adam. Aynı yaşlardayız, benden daha genç de olabilir. Adını söylüyor, derhal unutuyorum. Kur’an’da geçiyormuş. O da bir aşirete mensup, Arap aşiretine. Soğukkanlı görünüyor, dimdik yürüyor. Sonradan idrak ettiğim bir güven veriyor yanındaki insana. Onun varlığı sayesinde bütün sınırlardan, tüm ıssız ve tekinsiz yollardan hayata aldırış etmeden geçiyorum. Sadece bir kez PKK yok mu buralarda diyorum. Sınır ötesindeler diyor. Yüksek yüksek dağlara bakıyorum Nusaybin yolu üzerindeyken. Diyor ki, “eskiden akşam saat dörtten sonra bu yollar kapanırdı, Jandarma, bulduğunuz ilk köyde misafir olun, biz gideceğiz, PKK inecek, artık sizi koruyamayız derdi”. Bana gelince ben hep Batı’daydım, seksenlerde ise çocuktum, bizim böyle dertlerimiz yoktu ki! Bir dert vardı ama bizden uzaktı. Deyrulzafaran’dan başlayıp Deyrulumur’a uzanan bir güzergahta akşama kadar dolanıp duruyoruz beraber. Binmeden hiç olmadı kendimi arabadan atarım derken, konuşa konuşa akşamı ediyoruz. Asılsız bir bomba ihbarı, bir arama, bir efsunlu köy, bir antik kent, iki Süryani manastırı gezdik beraber. Daha ne olsun? Sınırın az ilerisinde, aralarında kendi köyünün olduğu Suriye’deki yerleşim yerlerini gösterdi bana uzaktan. Ataları Beyrut’tan göçüp gelmişler. Bir kısmının Suriye’de olması bundanmış. Hayatımda sadece iki şehirde, bir zırhlının üzerine çıkmış askerin, gözü silahının namlusunda, şehrin göbeğinde dolaştığını gördüğümü söyledim ben de ona; bu yerlerden ilki Beyrut’tu, ikincisi ise Mardin. O ise hayatla ve sistemle barışık. Yoksa çok acı çekersin diyor. Sen de, ailen de. Hayatında bir kez çocukken su diye rakı içirmişler, kendini kaybetmiş. Bir kadeh içmek zorunda kalsa uykusunun geldiğini söylüyor. Kur’an’a riayet ediyor. Arkadaşlarla otururuz, ben kola içerim diyor. Bilal kardeşim değil, kardeşim gibidir diyor. Aynı mahallenin çocuklarıymışlar. Beraber büyüdük farklı dinlerden, milletlerden insanlar olarak ve geçimi sokak aralarında öğrendik çocuk yaşta iken diyor. Bizde eğitim evde verilir diyor. Normal şartlarda bir arada bulunma ihtimalimin bir hayli düşük olduğu bir adamla(Doğu nire Batı nire?), sıkışık araba koşulları dahilinde epey bir mesai yapıyorum. Ve onun gözleriyle görmeye başlıyorum olayları. Söylediği çoğu şey mantıklı çünkü. Bir de sakin sakin, diretmeden, üste çıkmadan anlatıyor en önemlisi. Sakin kalabilen, susan her zaman kazanıyormuş hayatta. Böyleymiş arkadaş.

İlk durak Deyrulzafaran ya da Süryanilerin deyişiyle Mor Hananyo. Mor, Aziz demek Süryanice de. İçerideki gönüllü rehberimiz Lucas’ı beklerken çok güzel çaylarından içiyoruz bahçesinde. Dört otobüs var dışarıda. Geçen yıllarda yaşanan durgunluktan sonra esnaf da, turizmci de işlerinin açılmasından umutlu. Düşünsene diyor, çarşıda sandalyeleri alıp dışarıya koyan esnaf birbirine bakarmış sabahtan akşama kadar. Mardin’in ruhuna yakışan bir şey turist. Bu çokluk başka bir yerde yok. Hal böyle olunca da eşine az rastlanır bu hali ve tarihi dokuyu koruyup kollamak gerekiyor. Bir çay bardağındaki Süryani çayına sığıyoruz burada. Keyifle içebiliyorsunuz üstelik, benim gibi çay sevmeseniz de.

Rehberlik hizmeti için beklerken karşıdan gelen grubun içindeki adam yanında fotoğraf çekmekte olan kadına ilerideki uzuun sakallı yaşlı rahibi işaret ediyor. Ne yapayım ihtiyarlamış adamı çekip de diyor kadın. Araplar şöyle, Kürtler böyle, Süryaniler en şöyle de, biz Türkler de fırsat bulduk mu böyle dangalak dangalak konuşan bir tür’üz işte.

Sırada neresi var diyorum, Dara Antik Kenti varmış. Eski köy pardon mahalleye girer girmez, karşıdan gelen kızı tanıyorum hemen. Son gelişimde bize konu anlatımında bulunmuştu akranlarıyla beraber. Sarı sarı çocuklardı hepsi. Daha ilkokul çağındaydı bu kız ben geldiğimde, şimdiyse genç kız olmuş. Sarışındı, inceydi, ne anlattığını hatırlamıyorum bile. Şimdiyse akıllı uslu bir genç kız olmuş. Zamanın varlığını hatırlatan anlar çıkıyor insanın karşısına. Bu ise en önemsizmiş gibi görünen ama önemlisinden bir taneydi. Kaya içine oyulmuş evleri, yerin dibindeki akıllara ziyan zindanı, nekropolü, kilisesi ve tiyatrosuyla çok bin yıllık bir tarihe yataklık eden toprakların üzerinde yaşayan bir köy var şimdi. Zaman böyle bir şey işte. Bundan çok bin yıl sonra da belki de bir başka turist yanında bir rehberle geldiği topraklar üzerinde bundan çok bin yıl önce yaşamış köy evlerinden bahsedecek, kim bilir? İşin enteresan yanı aslında tarihi açıdan çok mühim olan yekpare taşların bazısı köylülerce alınıp, köy evlerinin inşasında kullanılmış olup, buradaki her bir ev de kendi çapında tarihi bir öneme sahip olmuş bu sayede. Ben bir apartman dairesinde oturuyorum mesela ve ileride tarihi bir hiçlik olacağından en fazla bir nekropol olarak hatırlanacak bu hiçlik. Hiçliğin sıfır noktasından gelmiş bulunmuş bir kul olarak, Doğu’nun Efes’ine olan hayranlığımı ancak böyle aktarabiliyorum sizlere üzülerek. Hiçlikten geldim, zenginliğin ortasına düştüm, gene hiçliğe döneceğim. Bazısı buna ebediyet diyor.

20170929_112857-01
Dara Antik Kenti

Yine soruyorum rehberime acaba bundan sonra ne var, ne var diye. Şimdi sırada asılsız bir ihbar üzerine araç kuyruğu var diyor. Kapıyoruz kontağı, oturuyoruz sıcakta, arabanın içinde. Tırlar, otobüsler, hususi araçlar olarak el elde baş başta bekliyoruz kuzu kuzu aranmayı ya da ihbarın patlamasını? Olağan bir rutinmiş aslında. Ehliyet ve ruhsatı almaya gelen trafik polisini inceliyoruz uzaktan. Yaşı küçük bir yandan, Egeli bir hali var öte yandan. Gelmiş buralara nerelerden nerelerden, belinde silah, güneş tam tepesinde arama yapıyor. Her an için başına her şey gelebilir de. Yol boyunca geçtiğimiz sayısız zırhlı ve araç arama bariyerlerine baktım durdum sadece. Dirlik yok burada, bir tür huzursuzluk sisi var tam üzerimizde. Batı’da doğmuş olmak istemez miydin diyorum rehberime. Deniz isterdim, bir de nispeten serin bir iklim, bu yaz kavrulduk biz diyor. Bu yaz hepimiz kavrulduk kavrulmasına da, buralar da ayrı kavrulmuştur hani. Bekleyiş uzadıkça garip garip şeylerden bahsediyoruz. Üçharfliler neredeler, buralarda var mı çok, Lübbey diye bir köy pardon mahalle vardır Ödemiş’te, o köy off mahalle-ağız alışkanlığı işte-istemediğini içine almaz haberin var mı, senin aile dizininden o köyün görünmez güçlerinin haberleri vardır gibi konuşmalardan sonra nihayet yol açılıyor, ihbar asılsız çıkmış oluyor ve biz de Nusaybin yolunda ilerliyoruz hızla. Az evvelki yığılmadan sızlanırken, şimdi de ıssızlıkta gidiyoruz. Ne bir araç, ne de bir insan var yolda. Kalecik Köyü aniden çıkıyor karşımıza. Dilim tutuluyor görünce. Uzaktan bir bülbül yuvasını andırıyor. Kale gibi yapmışlar evlerini. Şaşkın şaşkın bakarken, uzaktaki ihtişamlı halini fotoğraflamayı unutuyorum. Gidelim mi diyor, bu köy efsane diyor. Kıvrıla kıvrıla çıkıyoruz köye doğru. Bir merak bir merak, sus pusuz heyecandan. Öte yandan bizi bekleyen ve karşılayan şeylere karşı da temkinli ve de hazırlıklıyız. Yokuş yol’a doğru rampa yukarı çıkarken iyice pısıyoruz. Dönsek mi diyorum, dönesim olmasa da. Geldik ki diyor. Hah diyorum, köy bizi kabul etti. Aile dizinimiz sağlam diyorum. Kahraman kumandan olarak atlıyorum arabadan. Üçharfliler, beşharfliler ben geldim diyorum. Bu sene o kadar çok Gizli Tarih okudum ki, zaman yolculuğu yapacağımı filan düşünüyorum bir eşik sayesinde. Fakat park ettiğimiz yer, bir evin arka tarafı çıkıyor ve heyecanla içeriden gelen seslere kulak veriyorum. İnsanlar Türkçe konuşuyorlar. Bir kadın ninesinin banyosundan bahsediyor. Şampuan al, bak orada Elidor diyor. ??? Ne bekliyordum ki? Söyleyeyim derhal; daha önce hiç duyulmamış bir lisanda konuşan siyah tüylü varlıklar ya da pabucunu ters giymiş küçük yaratıklar. Ninemin banyosu neyse de, Elidor beni bitiriyor. Tam bir hüsran. Yine de gözü açık hafiyeler gibi ipucu peşine düşüyorum. Muhakkak olmalı, burada bir yerlerde olmalı. Sonunda uzaktan bir kız çocuğu görüyorum, sırtında da çantası. Bana yüzünü dönmesini bekliyorum sabırla. Dönüyor, olanca çocuk suratıyla. Bir başka hayal kırıklığını daha kaldıramayacağımı düşünerek ayrılıyoruz köyden, pardon mahalleden. Gene de yol boyunca tüm paranormal olaylardan konuşuyoruz. Rehberimle bir ortak ilgi noktamız daha çıkıyor Kur’an da da bahsi geçen. Araplar için Kur’an’dan okuyup öğrendikleri ve yaşamları boyunca içselleştirdikleri şeylerin önemini anlıyorum iyice. Bir edebiyatçı için ya da iyi bir okuyucu için çok önemli hayat dersleri barındırmaları açısından Klasikler ne kadar önemliyse, insanı büyütüyor, olgunlaştırıyor, muhakeme gücü sağlıyor, idrakini sağlıyor ise, onlar için de Kur’an-ı Kerim o kadar mühim ve değerli. Onların Karamazov’u da o; ya da Suç ve Ceza’sı bir çeşit. Rusların Peygamberi de diyebiliriz Dostoyevski için. Bu durumda Hz. Muhammed için de Müslümanların Dostoyevskisi diyenler çıkabilir. Biri Allah’ın vergisi, diğeri Allah’ın elçisi. O kadar mühim yani.

20170929_131659-02-01
Kalecik Köyü, Nusaybin
20170929_131134-02
Kalecik Köyü, Nusaybin

Ezidilerin köyünden geçiyoruz şimdi de. Kimse yok, çünkü göç etmişler. Küp gibi küp gibi de evleri varmış. Rehberime, Ezidilerle Yezidilerin arasındaki farkı soruyorum. O ana kadar aralarında bir fark olduğunu da bilmezdim ya. Ezidiler, Irak’ta kabri bulunan Şeyh Adiy’i peygamberleri olarak görüp, Meleki Tavus’u da adı üzerinde insanlara tapınmayı reddeden, en büyük kötülüğün insan kalbinde bulunduğunu söyleyen bir melek olarak benimsemiş, Allah’a inanan kadim bir halk imiş. Kökleri nereye dayanırsa dayansın benim en çok erkeklerini Kürtlere benzettiğim ve burma bıyıklara sahip, her fırsatta ezilmiş, göçe zorlanmış, zulme uğramış, bıraksalar kendi halinde yaşayıp gidecek halkın çektiği cefayı, sürgünü aklı almıyor insanın. Sayıları her geçen gün azalan, azınlığın azınlığı olan bu kadim halk ciddi olarak nüfusu tükenmekte olan tüm varlıklar gibi korunup kollanmalı her fırsatta.

20170929_143414-01.jpeg
Deyrulumur
20170929_142438-01
Deyrulumur

Çay içmiştik Deyrulzafaran’da, su içmiştik yolda. Açlıktan ölüyoruz ama önümüzde Deyrulumur var daha. Süryaniler Mor Hananyo ve Mor Gabriel ismini tercih etseler de, Deyrulumur kulakta öyle bir tını bırakıyor ki ben bu haliyle adlandırıyorum her fırsatta. Yıllar önce burası tadilatta imiş. Fakat ben buraya gelmiştim diyorum onlara. İmkansız tadilat vardı diyorlar, imkansız ben burada bulundum diyorum. Vatikan’ı andırıyor, ondan mı acaba? Hayır. Ben buraya geldim yahu. Deli diyeceksiniz biliyorum ama geldim diyorum size. Ne şekilde olduğunu bilmiyorum ama burayı biliyorum. Bahçesini geçiyoruz bir boydan bir boya. Kilisenin gelirinin bir kısmı da geniş arazisindeki üzüm bağlarından geliyor. Ayrıca çoğu yurtdışında bulunan Süryaniler bağışlarını esirgemiyorlar burası için. Deyrulzafaran’dan daha gösterişli duruyor dışarıdan ve nispeten gözlerden uzak olduğundan kendi çapında ayrıcalığın ayrıcalığına sahip bir konumu var. Uzun bir koridormuşçasına iç bahçeye açılan dış bahçede yürürken üç genç geliyor karşıdan. Biri kız, ikisi erkek. Kız yol boyunca tellendirdiği sigarasını, bize bakıp yere fırlatıyor pervasızca. Deyrulzafaran’da bahsettiğim dangalakça konuşan Türk’e nispet eden kaba saba Kürt kızı da bizi ayrıca deli ediyor. Yerdeki tek çöp, onun az önce fütursuzca yere fırlatıp attığı izmarit oluyor. Bal dök yala yerlerde geride bıraktığı çöpüyle nam salıyor gencimiz. Biz bize benzeriz. Burası Hıristiyanların olsun, bize kalsa çöplüğe benzetiriz çünkü. Şimdiki mihmandarımızın ismiyse Benjamin, Lucas’la aynı yaşta gibiler. O da buranın tarihinden, insanların ayaklarını bastığı yere gömülmesini şart koşan büyük büyük rahiplerinden bahsediyor. İnanılmaz, bir gram toz yok hiçbir yerde. O kadar temiz ki her yer, o kadar temiz ki bu insanlar…

Midyat’a geliyoruz nihayet. Eski ve Yeni diye, o da Mardin gibi ayrılmış ikiye. Eski Midyat’tan önce Estel adı verilen Yeni Midyat’ın Bahar Sofra Solunu’na giriyoruz. Midyat tabağı yiyoruz öncesinde mezeler, arkasından tatlılar eşliğinde. Et yemeğe Güneydoğu’ya gelmeli. Tabağımdakileri silip süpürüyorum açlıktan ama bildiğin öküz doyuran cinsten toplamda. Kaburgası, içli pilavı, kapalı lahmacunu, şu an adı aklıma gelmeyen leziz leziz yemeklerinin tadı ise hala damağımda. Bunca şeyi de öyle ucuza yedik ki üstelik. Arkadaş biz şehirlerde şehir kazığı yiyoruz, sırf havasını solumak için. Şehirde yaşamanın bedelini misliyle ödüyoruz. Ben Estel’e yerleşip, Bahar Sofra Salonu’nun önünde kamp kuracağım diyorum. Dizimin ağrısını filan unuttum burada. Tavacı Recep’inkinden güzeldi kaburgası da, pilavı da. Tavacı’da dünyayı bırakırsın hesap geldiğinde, ne yediğini de anlamazsın üstelik. Bunu söylesen Tavacı’ya; benim giderim çok, kiram fazla diye sızlanır durur. Midyat en çok mideme hitap etmiş oldu, benden söylemesi.

Midyat, Mardin’in kaotik bir ilçesi. Neden mi kaotik? Çünkü çok araba var, çok insan var, ruhunda bir eskimişlik var, az biraz da zorbalık. Çöl mimarisi etkin ve tipik bir Ortadoğu şehrini andırıyor bu haliyle. Akşam çökmeye başladığından, telkari almak istiyorum diye ısrar edemiyorum rehberime. Ama Sahra Süryani Şarap Evi’ndeki şarapları tadınca mutlu oluyorum. Şairin sözlerine ek olaraksa şarabın da, mutlulukla bir ilgisi var sanıyorum. Aho Çinar’ın kartını alıyorum, eğer yerleşik düzene geçebilirsem şarap siparişi vereceğim kendilerine şişe şişe. Tatlısı, ekşisi, likörü hepsi çok lezizdi. Bavulumdaysa sadece bir tanesine yer vardı, daha dünyanın yolu var önümde. Şişe şişe şarap taşıyamam, ben kendimi zor taşıyorum gittiğim her yere. Midyat Konukevi’nin son katına kadar çıkıp, manzaraya bakıyorum. Bir yanda sağlı sollu kiliseler, bir yanda da cami. İşte genel olarak Mardin’in özeti. Çoksesliliğe kulak vermek gerek. Her sesi saygıyla karşılamak gerek yoksa rehberim Fehmi’nin dediği gibi yaşanamaz olur bu memlekette. Dünya böyle, bir yanda zulüm, haksızlık, bağnazlık, çile; diğer yanda sefahat gırla gidiyor sen istesen de istemesen de. Sense kaderinin seni  attığı yerde, yaşıyorsun bir kavganın içinde.

20170929_161814-01
Midyat.

 

 

UZUN İNCE BİR YOL : İKİNCİ BÖLÜM, SİİRT’e DOĞRU

20170928_132249-01

UZUN İNCE BİR YOL : İKİNCİ BÖLÜM, SİİRT’e DOĞRU

Çook uzun bir zamandır Siirt’e gitmeyi istiyordum. Sırf bu yüzden Mardin’dense Batman’a uçakla gidecek ve aradaki mesafeyi nispeten kısaltmış olup Siirt’i gördükten sonra da Batman’ı transit geçip, gerisin geri Mardin’e dönecektim. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı ve ben kendimi Mardin’de buluverdim. Şimdiyse burada bulunuşumun ikinci gününün sabahı ve bir kez gitsem, gayri ölsem de gam yemem dediğim Siirt’e gitmek üzere yola çıkıyorum sonsuz bir enerjiyle. Yazımı sonuna dek okuma gayreti gösteren okuyucularım hakkındaki genel kanımsa şöyle; aranızda pek çoğunuz bir gün Rönesans’ın başkenti olan Floransa’yı, Venedik’teki gondolları, New York’taki Özgürlük Heykeli’ni, yedi harikayı, olası sekizincisini, Unesco Dünya Mirası listesindeki yerlerden herhangi birini görmeyi istemiş ama Siirt’i görmeyi dileyeninize rastlamak çok ender görülen bir durumdan öte, bir vaka olacaktır kanaatimce. Bu bilinçle temkinli bir yazı yazmaya çalışacağım yaşadıklarıma ilişkin, sırf sizi ürkütmemek adına. Bu arada Siirt’i göremeden döndüm, zira Baykan’a gittim ve hayatımın en zorlu, en çileli yolculuklarından birine giriştiğimi bilsem gene de gider miydim hiç bilmiyorum. Neden gittiğimi de bilmiyorum aslında ama gitmiş bulundum bir vesileyle. Vesilem kendimdim bu da böyle biline.

Ne diyordum? Uzuun ve çileli bir yolculuktan sonra Baykan’a vardım ki indiğimde toprağı öpecektim nerdeyse. Sonrasındaysa avara kasnak dolaştım durdum ilçede, nihayet döndüm daha da geç olmadan bin şükürle güzeller güzeli Mardin’e. Hayır, hiç de abartmıyorum. Bu yazımı okuyup da peh…burjuva, hatta pis burjuva Türkiye’nin gerçekleri bunlar, insanlar oralara zorunlu ve zorlu(gerçekten zorluymuş) hizmet için gidip gelip durdu yıllarca da gıkları çıkmadı diyenlerinizi duyar gibiyim. Oturduğun yerden sıkmak kolaymış, gelmeden, görmeden, yaşamadan bilemezmişsin. Geldim, gördüm, ama döndüm hemen. Burası Türkiye ama değil sanki. Arabistan’a gelmiş gibiyim. Hatta hatta gidersem bile, yabancılık çekmeyeceğimi anladım bu bana bir çeşit ön alıştırma olan seyahatim sayesinde. Siirtspor hakkında fikrim değişti mesela. Siirtliler hakkında da. Siirtspor’un maçı var dendiğinde, şöyle bir dönüp bakacağım uzaklara doğru dolu dolu gözlerle. Siirtliyim ben diyene de. Şaka bir yana, bundan sonra anlatacaklarımda ne bir yalan ne de abartı var. Bütün karakterler gerçektir, konuşmalar da. Aksini ispat edebileniz olamayacağına göre, bunun için gayret gösterdiğiniz takdirde elime geçen ilk inşaat balyozuyla kıracağım kalplerinizi teker teker. Hani temkinli olacaktım, bu tehditkar hava da nereden çıktı diyenlerinize, buna ek olarak da neden diksin bu kadar diyen bir Avanos’luya cevaben diyeceğim ki son kez; dikim çünkü tek başınayım – dikim çünkü engelli bir annem var – dikim çünkü hayat böyle ve onunla başa çıkamıyorum ve dolayısıyla ben de böyleyim, değişmem de mümkün görünmüyor bundan böyle. Bir de Siirt yolunda başıma gelmeyen kalmadı ondan böyle.

Acısının şiddeti her geçen gün artan yaralı bacağıma rağmen, müthiş bir motivasyonla garaja geliyorum. …gelmesine de, sorduğum her acenta farklı farklı saatler ve ondan da farklı ulaşım planları sunuyor önüme. Sonunda çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun bir görevli Midyat biletimi kesiyor. Oradan Batman’a, oradan da Baykan ve dolayısıyla Siirt’e giden otobüsler varmış. Dışarı çıkıyorum ve beş dakika geçmeden sizin araba geldi diyor çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun genç. Tekli koltuğa oturtuluyorum ve beyaz minibüs kolaycacık doluyor benden sonra. Zayıf, esmer, sakallı bir adam, yanında ise yaşlıca bir adam arkada kalıyor. Minibüsteyse oturacak yer kalmıyor. Bunun üzerine ikiliden daha genç olan, çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun görevliyle önce atışmaya başlıyor, sonra da tehditler savurmaya. Sesler o kadar yükseliyor ki etraftan birer ikişer neler oluyor diye gelmeye başlıyorlar. Bana yalan söyledin, bizi bu arabaya bindireceksin diyor ve üst üste üç beş kere sen benim kim olduğumu biliyor musun diye soruyor. Toplu taşım araçlarını kullandığına göre o da bizim gibi halk olmasına rağmen, dahil olduğu halk’ın hangi aşiretinin mensubu olduğunu anlatmaya çalışıyor sanıyoruz buna ek olarak. Bunu da en ilkel haliyle yapıyor. Malum burada aşiretler konuşuyor. Öyle olunca da kavga iki kişi arasında başlayıp iyice dallanıp budaklanıyor. Kavga uzadıkça uzuyor, çünkü kimse onun kimlerden olduğunu bilmiyor. Kavgası da kuyruklu oluyor buraların. Fakat çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun oğlan da alttan almıyor. Kanımı kessen seni bindirmeyeceğim diyor üst üste. Kanımı kessen, kanımı kessen, kanımı kessen… Bu cümledeki tuhaflığı seziyorum ama kavga odaklı düşündüğümden oralı olmuyorum. Minibüs yolcularının elinde çekirdek eksik kalıyor tek. İzliyoruz keyfe keder. Burada keşfettiğim bir başka şey de, hiçbir erkek çalışanın seni, beni, onu alttan almadığı. Müşterisin, para veriyorsun yok. İşin fenası eğer pısarsan iyice tepene çıkıyorlar. Tek başınayım ve pısarsam yanarım. Bunu anladığım andan itibaren, önüme gelene posta koyuyorum ben de. Kavganın sonunda ne oldu derseniz, kanımı kessen (ısrarla damarımı demedi), seni o araca bindirmem diyen çakır gözlü, uzun boylu, etine dolgun genç, bir türlü nereden, kimlerden olduğunu öğrenemediğimiz öteki genci bindirmedi arabaya ama beraberindeki yaşlı adam derhal bir koltuğa oturtuldu. Minibüs hareket ettiğinde geride kalan iki genç hala daha birbirlerine yer gibi yer gibi bakıyorlardı uzaktaan uzaktaan.

2017-10-13 18.56.38

SİİRT YOLUNDA :

Ömerli’den geçip Midyat garajına uğruyoruz ilk önce. İki tavuğu torbalamışlar yolculuk öncesi. Hayvanlar altlarındaki kırmızı naylon poşetlere o kadar uyuz olmuş haldeler ki, dönüp dönüp ditmekte buluyorlar çareyi. Sinir içinde insanların arasında dolaşıyorlar. Bir çeşit yolculuk travması onlarınki. Kimse fikrini sormuyor acaba bu seyahati onaylıyor musun bu vaziyette, kıçında bir torbayla diye. Sonunda da dertop edilip bir başka otobüse bindiriliyorlar gariban gariban. Bizse minibüsten otobüse aktarılıyoruz. İşin tek sevindirici kısmı, yıllar sonra, uzaktan da olsa Hasankeyf’i görme şansı yakalayacak olmam. Yoksa iki buçuk saatlik yolu beş saatte almış oluyorum bu güzergah sayesinde. Ordan ona bin, burdan buna geç, tüm ilçelerden geç. Teneke kutulardan simyacılar gibi hunilerle ucuz yakıt doldurulmasını bekle. Ama Mardin coğrafyasına hakim ol böylelikle. Hasankeyf’in son halini görünce de kederlen dur oturduğun yerde. Diyecek sözüm kalmadı yetkililere an itibariyle. Baraj çalışmaları tam gaz devam etmekte. Bu güzellik yok olacak yakın bir tarihte.

20170928_101836-01
Ah yavrum yavrum…

Otobüsün içi yirmi yedi derece. Benim hizamdaki ikili koltukta oturan çift, bu sıcakta, yapış yapış, el ele, diz dize. Hani şu birbirine hiç durmadan aşkım denen ve insanı gerzekleştiren karmaşık ve manasız bir sevgililik süreci vardır ya, onu yaşıyorlar ve yaşatıyorlar hepimize. Otobüsün yarıdan fazlası dolu ve bunca insanın nefesi birbirine bulaşıyor, karışıyor, gidecek yeri olmadığından da öylece havada kalıyor. İnsanın dayanıklılığını azaltan, sabrını sınatan önemli faktörlerden biri olan sıcak hava, sıcak bir ortam, buram buram akan ter bacağımdaki sızıyı unutturuyor. Öte yandan mikroplar daha çok ürüyorlar böyle havada. Altımda paçaları daracık bir pantolon var. Nasıl sıkılıyorum anlatamam. Kendimi kaybediyorum. Asabiyetten besleniyorum hunharca. Muavin çocuğa sert çıkıyorum, o da bana. Diyorum ya kimse kimseyi alttan almıyor burada. Klima zaten yok, havalandırma da çalışmıyor. Bir bebek yol boyunca ağlıyor. En sonunda bayılarak uyuyor. Bense ne uyuyabiliyor, ne de bayılabiliyorum. Sadece oturduğum yerden kin güdüyorum otobüs firmasına, şoföre, muavine, tüm dünyaya. Sanki dünya dedi bana, git Siirt tarafına. Olsun ben kızıyorum. Buranın halkına reva görülen şey buymuş, görmüş oldum diyorum kendi kendime. Ben tek seferlik binmiş bulundum, bir kez de ölmez sağ kalırsam eğer, dönüşte bineceğim sadece. Bu insanlarsa burada yaşıyor, mecburen kullanıyorlar otobüsleri, minibüsleri. Yazık değil mi onlara, bu sıcakta? Öğle sıcağı camlardan, otobüsün havasızlığı içerden vuruyor hiç durmadan. Saunaya binmiş gidiyoruz sanki. Muavin çay, kahve servisi yapıyor kaynayan otobüsün içinde. Bakıyorum üfleye üfleye içenler var her şeye rağmen. Yolun kalan kısmının ücretini istiyorlar şimdi de benden. Beş lira keseceğim diyorum. Ara söyle diyorum firma sahibine ya da ben diyeyim ver bana numarasını diyorum muavine. Yok bende diyor. O zaman inince anlatırsın diyorum. Sağa sola bakıyorum. Kimseden tık yok. Herkes cefaya alışık. Çocuk da bayılarak uyudu, kurtuldu sonunda. Bir ben varım direnen. Pencereden dışarıya bakıyorum, şimdi diyorum şoförün kafası atsa, beni sokağa atsa, ne bir benzinlik var etrafta ne bir yerleşim yeri. Onu bırak hayat belirtisi yok. Toz toprak, bomboş bir yoldayım sağlı sollu. Bir tek yol var üzerinde gittiğimiz.

Mardin’den yola çıktığımız andan itibaren beş saat geçmiş. Baykan’a geliyoruz bu süre zarfında. Koşa koşa şoförün yanına gidiyorum. Her şeyi söylüyorum, herkes beş lirayı kesse, firma havalandırmayı yaptırır, klima taktırır diyorum(sanki pencere tipi klima bahsettiğim). Şoför baygın baygın dinliyor beni, yolcular da öyle. Onlar daha Ağrı’ya gidecekler bu halde. Ben pes ettim. Veysel Karani Hazretleri’nin türbesi var burada, onunsa çılgın gibi bir ziyaretçisi. Benim için de sürpriz oldu diyorum içimden. Bakalım nasıl karşılanacağım, Siirt Baykan’da bu haldeyken.

20170928_141040-01

BAYKAN :

Otobüsten inip, kendi kendime konuşarak karşıya geçtiğim ve sağ tarafı dükkanlar, sol tarafı lokantalarla çevrili caddesini geçip, hala daha kendi kendime konuşarak geldiğim Veysel Karani Hazretleri’nin türbesinin olduğu alana giriyorum şimdi. Yeni bir bina olduğundan mimari açıdan göze hitap eden hiçbir tarafı yok. Gelmişken içerisini ziyaret ediyorum. Haremlik bölüme giriyorum ki, çok hoş olmayan bir koku çalınıyor burnuma. Kadınlar plajda gibiler. Uzanmış çene çalıyorlar. Çorapsız olanların ayaklarına takılıyor gözlerim. Kimisinin ayakları kirli. Kokuların kaynağı belli. Onların o ayaklarla bastığı yerlerde seccade sermeden namaz kılanlar var. İçime baygınlık geliyor. Yarabbim ben nereye geldim böyle?

Kaçar mısın bir yerden, kaçıyorum koşa koşa. İnsanlar yüzünden. Hacı Bektaş’a giderdim ben derinleşmek için.  Sınandığımı iyice düşünmeye başladığım anlar bir süre sonra başlıyor. Yemek yemek için oturduğum restorandaki geveze garsonun hiç susmayan çenesine yakalandığım dakikalar oluyor bunlar. İnsan hiç mi susmaz? İki dakika lokmaları ağzıma atıyorum iki dakika sonra başımda bitiyor. Emine Erdoğan Siirt Tillo’lu. Kaç bin peygamber geçmiş oradan, haberim var mı? (Yeryüzüne hiç o kadar peygamber oldu mu?) Sancaklar da buralı, haberim var mı? Amma iyi bakmış Karani Hazretleri annesine, değil mi? Biraz diyorum yukarılardan aşağıya insek de, halk nerelerden çıkıp buralara geliyor öğrensek. Nusaybin diyor, Adana diyor, Arap gelir en çok buraya diyor. Kendisi Kürt’müş ama bir Siirtli olarak Bitlis’ten çektiğimiz diyor(sormadan). Türbe ve her tür bağış Bitlis Vakıflar Müdürlüğü’ne gidiyormuş. Ah bu Bitlis! Ama diyorum esnafa kazanç kapısı buralar diyorum. Yan masaya oturan hanımlarla konuşuyorum. Adana’dan gelmişler. Buralarda elle yemek yeme kültürü var sanırım, sırf o yüzden kebapların yanına pilav koymuyorolabilirler. Koymasınlar da. Tavukları elleye külleye yiyorlar. Ekmek yok, lavaş var. Lavaşı açıp, içine mıncık mıncık etleri, sonra da garnitürü yerleştiriyorlar. Ben çoktan bitlenmiştim bu usülde. Çünkü tuvalet, lavabo için camiye gönderiyorlar insanı ve o tuvalete girenler de az evvel bahsettiğim türbede sere serpe yatan kadınlar. Gözüm kadınların arkasındaki biri çocuk olmak üzere, bir dede ve bir babadan oluşan erkekler masasına takılıyor. İki porsiyon ızgara söylemişler ortaya. Dedesi torunu yesin diye bakıyor, torunuysa dede sen ye diye yırtınıyor. Dedesine duyduğu şefkati kelimelere sığdıramam. Salata da ye, doymadın dede, sen ye dede… Bir zaman sonra haremlik selamlık oturan iki masanın tek bir aileden geldiğini anlıyorum. Torun kadınların masasına gelip ağlıyor ben doymadım diye. Dede ye, dede ye dedi dedi aç kaldı tabii. Garson geliyor gene yanı başıma, ağzı kulaklarında. Çok önemli bir bilgi daha verecek şimdi kesin. Atomun sırlarını verecek gibi bir hali var ya da kendinden başka sadece MİT’in bildiği mühim bir devlet sırrını paylaşacak benimle az sonra. Fakat diyor ki “O iki masa var ya, aynı ailedendi onlar. Bu gelindi arkası dönük olan. Adettir onlarda gelin kayınbabaya sırtını döner de yer. Karşısına geçip de ağzını açıp kapamaz öyle terbiyesinden.” Birileri MİT’e, CIA’ya bu önemli bilgiyi iletsin derhal. Benim uğraşacak halim yok. Beş saatlik, kırk vasıta değiştirmeli, uzuun bir yol var önümde çekmem gereken. Aynı gelin bu ve benzer şartlar altında, bastırıla bastırıla artık nasıl geri kaldıysa, düşmanca bakıyordu az evvel hiç tanımadığı bana.

20170928_132341-01

Yaram ne halde bilmiyorum ama çok acıyor. Burada sağlık ocağı var mı diyorum, var diyorlar. Gidiyorum doktorun yanına. Enfeksiyon kapmışsın diyor. O zamana kadar bunu anlayabilecek durumda olmadığımdan çok acıyor diyorum Mersin’li aile hekimine. O da hiç buraların insanı değil sanki. Hemşire bir kız geliyor pansumanım için. Hepsi de tayinlerine düşmüş gibiler. Eczaneye giriyorum ilaç almak için, buralı mısınız diyorum? Evet diyor eczane sahibi. Klimaya sahip olan tek ve en lüks yerdeyim sanırım. Hiç çıkmak istemiyorum eczaneden. Hep içinde kalmak istiyorum eczanenin. Silverdin ve baticon alıp çıkıyorum yazık ki. Bu arada sabahtan beri tuttuğum çişim içimde yaşayıp gidiyoruz beraber. Sıcaktı ya, terle attım sanırım bir kısmını. Geri kalanıysa çıkar beni çıkar beni diyor artık ısrarla. Tuvaletin yerini soruyorum bineceğim minibüs şoförüne. Restoranı işaret ediyor bana. Bir garsonla daha konuşacak halim yok. Hepsini görmezden geliyorum ve dışarıda bulunan tuvalete doğru ilerliyorum. Daha yaklaşır yaklaşmaz kesif bir koku ve kapısına örtülerini sermiş kadınlar ve çocuklar karşılıyor beni. Aklım almıyor o kokuyu çeke çeke neden orada oturmayı seçtiklerini, Allah’ın yeri tükenmiş gibi! Bile bile giriyorum içeriye. Tuvaletler nasıl pis anlatamam. Sifonumsu bir şeyi çekmeye çalışıyorum umutsuzca. Güya alaturka tuvaletler arasından seçtiğim en temizinin içindeyim. Üstüme başıma tuvaletten sıçrayan sular bulaşıyor. Dizimdeki enfeksiyon geliyor aklıma. Öğürecek gibi oluyorum. Boşver diyorum, et altına bundan iyidir. Tam çıkarken lavabo takılıyor gözüme. Lavaboların tuvaletlerden daha pis olduğunu görüyorum. Abdestlerini alıyorlar, ayaklarını yıkıyorlar, ağızlarını temizliyorlar, bulaşıklarını yıkıyorlar aynı yerde. Delirmemek içten değil. Bir kadın, ayağında terlik yerdeki iki parmak olmuş suya basmamak için parmak uçlarının üzerinde geliyor bana doğru. Çok geç diyorum içimden. Bağışıklık sistemine bakar, nasılsa alışmıştır bünyeniz bunca pisliğin içinde her tür mikroba. Ben düşüneyim orama burama sıçrayan suları. Ben düşüneyim enfeksiyon kapmış zavallı bacağımı. Tuvaletin bulunduğu bölümün dışında yalak gibi bir şey görüyorum. Yalağın başında çömelmiş, az evvel yıkadığı bütün tavuğu olduğu gibi küçük tüpün üzerinde kaynayan tencereye atan kadını görüyorum. Benim burada gördüklerim arasında son kare bu oluyor. Dünyanın sonu gelmiş diyorum. Restoranın bahçe kısmından geçerken, televizyonda ünlü yazar suçunu itiraf etti diyor. Neler olmuş böyle diyorum ekran karşısına geçerek. Yanıma gelen garsona tuvaletler leş gibiydi diyorum. Engel olamıyoruz, burada yatıp kalkıyorlar, acıyoruz diyor. Acımayacaksınız bunca rezilliğe diyorum. Böyle şey olmaz. Pisliğe acınmaz.

Tekrar şoförün yanına gidiyorum. Yol uzun, tuvalet pisti, giremedim diyorum. Ne yapsak diyerek birbirlerine bakıyorlar. Bir tanesi, bir başka bir tanesini çağırıyor yanına. O da ilerideki oteli işaret ediyor, ben şimdi ararım git sen diyor. Gidiyorum. Otel bomboş. Tuvaletler de. Tuvaletimi bıraktığım yere ikinci defa gelmek adetimdir. Düşünceli düşünceli ayrılıyorum Baykan’dan.

20170928_132017-01

DÖNÜŞ :

Tam bir kriz. Hasankeyf’den geçmeyeceğimizi öğrenince, yüzler düşüyor, moraller bozuluyor bende. Tarife göre Batman’da inecek, oradan Diyarbakır’a geçecek, oradan ancak Mardin’e gidebilirsem yetişirmişim evime. Evimde beni bekleyen bir şey yok diyemiyorum onlara. Buralara kıyasla Mardin benim evim, o ayrı tabii. Midyat’ta dolaşmak da hayal oluyor bundan böyle. Ama Baykan’daki tek dileğim de gerçek oluyor. Bir an önce Mardin’e varmayı dilemiştim içimden. Ferah ferah, uçarcasına dönüyorum şimdi karanlıkta gerisin geriye. Gidip Yusuf Usta’da Mardin Kebabı yiyeceğim görgüsüzce. Dün de aynı yerde aynı kebaptan yemiştim, yine aynı şeyleri yiyeceğim gidebilirsem eğer. Hele bir varayım da evime…

 

 

 

UZUN İNCE BİR YOL : BİRİNCİ BÖLÜM – MARDİN, SAVUR

 

 

20170927_145611-02
SAVUR

UZUN İNCE BİR YOL : BİRİNCİ BÖLÜM – MARDİN, SAVUR

2013 yılının ılık bir Eylül ayında çıkmıştım yola, son defasında. Öğleden sonra bindiğim otobüsten yine ertesi gün aynı saatlerde yarı uyuşuk, uykusuz, şaşkın bir vaziyette inmiştim. O defasında Urfa’da inmiştim, nasıl sıcaktı anlatamam. Şimdi uçakla Mardin’e gidiyorum. Ne mi değişti? Aradan geçen dört sene beni yaşlandırdı. Sırt çantası taşımak zor geliyor. Yirmi küsur saatlik yolu çekmek de. Bu yüzden sabah uçağıyla gidiyorum, elimin altında da benimle zıtlaşıp duran tekerlekli valizim var. Bir şeylerin ters gideceğinden haberi varmışçasına geliyor peşimden, sonunda da kırılıyor zaten. Ama bilirim ki çok kahrımı çekmiştir, beraber gittiğimiz her yerde. Benim küçük küheylanım, yanımda nerelere nerelere gelmemişti ki! Dolayısıyla bir ufak ameliyat geçirecek geri döndüğümüz zaman ve eskisi gibi olacak umarım. Sanki çekeceklerinin bilincinde, beni götürme der gibi bir hali vardı bir gün öncesinde. Benim kolay kolay iflah olmayacak bacağım da aynı gün benzer sinyaller vermişti. İlk defa düştüm. Aslında çok düşerim de… yola çıkmadan bir gün önce düştüm bu sefer, bu bir ilk ona göre. Şiş bir dizle sıcağı sıcağına döndüğüm evimde iyi olacağım telkinleriyle hazırlandım durdum, ama neticede yaralı ve mikrop kapmış bir bacak taşıdım durdum beraberimde. Güneydoğu’da doktor doktor gezdim bir yandan. Yaralı bacağım, kırık valizim, plansızlığım ve çeşit çeşit merhemlerimle, tam ben kendime acıyacakken, hayat acımayınca bir anlamı kalmıyor ahlanıp vahlanmanın ne yazık ki. Valizimin içi, oksijenli su, şişe şişe tentürdiyot ve batikon, pomad, sargı bezleri, tamponlar, bir şişe şifalı şurup, en nihayet kavanozun içinde taşıdığım dört sülükle doldu taştı git gide. O kadar çaresizdim yani. Alternatif tıp yerine alternatif sürüngen denedim en nihayet. Gaziantep, Bakırcılar Çarşısı’ndaki bir aktardan tanesi iki buçuk liradan aldğım dört sülük hayatımı kurtardı. Şurubu içmekten korktum, sülükle can buldum. Babaannem yapardı rahmetli, benim de ruhum yaşlanmış besbelli. Her neyse, herkes patlıcan kuruları, fıstıklı baklavalar, çeşit çeşit baharatlarla bavul doldururken, ben dört sülükle döndüm Gaziantep’ten. Valizimin içindeki hal böyleyken, Güneydoğu nasıldı diye soranlara şu cevabı vereceğim fazla uzatmadan; bir zamanlar, bölgede bulunduğum zamanlarda patlak vermiş olan Suriye’deki iç savaş ve bize sirayet eden mülteci sorunu, sonrasında ülkenin dört bir yanında patlayan bombalar, ablukalar ve de Sur’un çilesi bölgeyi gidilemez hale getirmiş; bizi de, bulunduğumuz yerden, yazılmış senaryoların izleyicisi etmişti. Filmin sonu ise hala belirsiz. Hiç bitmeyecek gibi duruyor. Bir taraftan durulsa, bir taraftan coşuyor. Bir film olsaydı eğer, tür olarak dram, gerilim ve korkuyu barındırıyor olurdu bünyesinde. Yer yer hepsi birbirine karışsa, iç içe geçmiş olsa da, dram yanı ağır basıyor her fırsatta. Ortadoğu mutlu sonların toprağı olmadı hiçbir zaman. Bundan sonra olması da mümkün görünmüyor. Bunun böyle olmasını halklar mı istiyor, politikacılar mı? Masaların üzerinde çok daha büyük masalar var ve onlar ne isterse o oluyor. Hakikat böyle olunca da, diren diren yollar yokuş’a çıkıyor.

20170927_141729-02
Savur

20170927_144221-02.jpeg

UÇUŞ BOYUNCA :

Rötarsız kalkan uçakta, isminin Ayşe olduğunu sonradan öğrendiğim, Mardin’in Ömerli İlçesinin, Çimenlik köyünden, annesi pencere tarafında oturmuş sessizce bulutları izlerken, ben de diğer yanda kızının ağzından aile hikayelerini dinlerken buluyorum kendimi. Güçlü kuvvetli bir kadın Ayşe. Kırklı yaşları aşındırmaya başlayalı biraz zaman geçmiş, konuşkan bir tabiatı, kendinden ve tarihinden bahsetmekten mutluluk duyan bir hali var. Kalp gözü açık, algıları açık. İki çocuğu ve kocasıyla birlikte İstanbul’da yaşıyor. Ona kalsa köyünde yaşayacak temelli ama şartlar el vermiyor. Kocasının işi, çocukların okulları, bekarlıkları var önünde. Hem Kürt, hem Arap, hem de Süryani kanı taşıyor. Zor değil mi, diyecek olursanız, çeşit olmuş, değişik olmuş onunkisi de. Bana sen nerelisin diyor, ben tek bir yerli değilim diyorum yani karışığım. O oradan, bu buradan, onun osu oradan, busu buradan… Benim yerlerim dağınık, Ayşe’ninse işler kan kısmında karışıyor. Ben tam olarak nereliyim, hiç bilmiyorum. Üzerindeki yarım kollu t-shirt’ü gösterirken, Kürdün gözü aldadır diyor. Kırmızı en sevdiği renk. Ben de severim acı kırmızıyı. Sadece yaş aldıkça, iyice karalara bürünmek geçiyor içimden. Yaşlandıkça bir ferahlık geleceğine, kararıyorum galiba ben gittikçe. Mevsim itibariyle pekmezli cevizli sucuk yapma zamanı geldi çattı, bağbozumu var şimdi diyor. Ahh…diyorum, Süryani şarapları ne harikadır. Gülüşüyoruz. İçim bir an ferahlıyor sanki. İki saatlik yol konuşa konuşa sona eriyor. Beni havaalanından köylerinin muhtarının minibüsüyle şehre bıraktırıyor. Köye gel diyor ama ben henüz gidip gidemeyeceğimi bilmiyorum. Dizim çok ağrıyor, ne yapacağımı çok bilmiyorum aslında. Bu dizle programımı yavaşlatmam gerek ama vakit kısıtlı olunca durup düşünüyorum ister istemez. Ne yapak, ne yapak?

Mardin havaalanına indiğimde kendimi Akabe’deymiş gibi hissetmiştim. Galiba son defasında Ortadoğu’da Ürdün’de bulunmuştum. Ovanın orta yerine, hatta bir çöle inmiş gibi hissetmem ondandı. Bayıcı bir hava ise dışarıda beni bekliyordu. Yeni Mardin’se yine yeni inşaatların merkezi olma yolunda ilerliyordu daha büyük adımlarla. Alçak alçak ovalara, yüksek yüksek evler kurmuşlar, kuş gibi kuş gibi de içine girmiş oturmuşlar. Ben gidiyorum dedim kendi kendime; asıl, gerçek, değişmez, özünü koruyan Eski Mardin’e. Telkarinin, tatlı şarapların, tarihin dokusunun korunduğu, kadim dinlerin başkenti, Mezopotamya’nın kalbine, ben gidiyorum gerçek Mardin’e.

20170927_142350-01

20170927_135658-01
LÜTFEN PARK ETMEYİNİZ. RİCA EDİYORUM.

İLK DURAK : SAVUUURRRR

Kadim valizim otel odasında, kadim düşünceler başımda, kadim sözcüğünün büyüsüne kapılmış vaziyette takıntılı takıntılı düşüyorum yollara. Savur’a gidebilmek için semt garajına gidiyorum. Biletimi alıyorum, bekliyorum ki minibüs gelsin. Gençten bir oğlan kendi çapında beni sorguya alıyor. Nereliyim, nereden geldim, neden geldim(deli miyim, dudu muyum, ajan mıyım, Lawrence’ın uzaktan hısım akrabası mıyım, neyim), memur muyum, öğretmen mi, doktor mu hemşire mi? Bense tek bir şeyi merak ediyorum, Savur’da bir restoran bulabilecek miyim acaba karnımı doyuracak! Kahvaltı etmedim, öğle yemeği de yemedim, bir süre daha da yiyemeyecek gibiyim. Neyse ki restoran varmış. O sırada dolmuş geldi haydi toparlanın diyorlar. İçtimaya çağrılmışızcasına ilerliyoruz büyük bir ciddiyetle beyaz araca doğru. Gidiyoruz gitmesine de, çoktan dolmuş minibüsün içinde bana bir küçük pembe tabureyi gösteriyorlar oturayım diye. Derhal cırlıyorum ben de. Cırlamam saygıyla karşılanıyor ve derhal eşi ve kızının yanından kalkan bir başka genç adam koltuğunu teslim ediyor bana nezaketle karışık mecburiyetten ötürü. Emanete sahip çıkıyorum ben de. Tüm yolcuların benim cırlamamdan hemen sonra bir başka ortak sorunları daha var önlerinde. O da insani şartlarda yirmi beş kişilik insan kapasitesine sahip minibüsle tek seferde 35 yolcu taşıma gayretleri. Mini mini tabureler, ayakta beyler ve de yine sığmayan yolcular. Şoför bıçkınlıktan ve bitirimlikten ölecek ölürse. O da şunu yapmakta buluyor çareyi: önü beşliyor. Tam beş adam ön tarafa sığıyorlar. Bir tanesi kucağına mı oturacağım diyor. Hayır diyor, şoför koltuğunu paylaşacaklarmış. Paylaşıyorlar da. O halde bizi sağ salim getiriyor ya Savur’a. Pes. Bilmem yöre insanının karakteri hakkında, dayanıklılığı, sabrı ve azmi konusunda bir fikriniz olabildi mi? Burada çok başka kanunlar işliyor. Herkes kafasına göre hareket ediyor, siz de dışarıdan gelen bir yabancı olarak kayıtsız şartsız kabul etmek durumunda kalıyorsunuz bu durumu. Ayakta kalan iki adam bir saati aşkın süren yolu dört büklüm geliyorlar sıcakta. Bir tanesinin ter burnundan damlayacak ama mendil uzatırsam yanlış anlaşılacağımı düşünerek, böyle bir girişime teşebbüs etmiyorum. Beşli koltuktan bir adam kullanılmış, sümüklü mendilini uzatıyor cömertçe. Sarışın, mavi gözlü çocuk fırlatıyor kirli mendili ve damlayan terleriyle yaşamayı yeğliyor çaresizce. Aracın içindeki nüfus git gide azalırken, yanıma oturuyor tutulmuş vaziyette. Savur’a yeni girmişken fotoğrafını çektiğim tek ev anneannesinin evi çıkıyor. O bizim diyor şaşkınlıkla, ben evi fotoğraflarken. Nazik anneannenin evinin önüne park edenlerden sıtkı sıyrılmış olsa gerek ki, evimin önüne park etmeyin, rica ediyorum diye yazmış ya da yazdırmış bir güzel. Nazik anneannenin nazik torununa da soruyorum derhal, çok aç olduğumdan, etrafta bir restoran olup olmadığını. Var diyor ve beni Savur’un galiba tek restoranının önünde indiriyor. Açlık çeke çeke giriyorum kapısından içeriye. Bomboş masalar, boşaltılmakta olan tencerelerle karşılanıyorum. Ne yemek var diyorum, güveçte patlıcan diyorlar. Yanında diyorum, güveçte patlıcan diyorlar. Aşçı ya da garson ya da hem aşçı hem garson hem lokanta sahibi, gençten bir oğlan karşı çaprazımdaki dolabın üzerine oturup bana bakıyor. İnsan, hayatında, garip anlar yaşar ve bu, o garip anlardan biri oluyor benim açımdan. Uzay gemisiyle getirilip, Savur’a bırakılmış bir varlıkmışım gibi izliyor beni. İlk önce bana böyle ağzı açık bakan birinin karşısında yemek yiyemeyecekmişim gibi gelse de, güvece yumulup unutuyorum tüm dünyayı. Karşıma geçip beni izlemesi önemsizleşiyor bir süre sonra. Güveçte etli patlıcan harikaydı bu arada.

20170927_142421-01.jpeg

20170927_154100-02-01
Savur, MARDİN

Savur, Mardin’in en enteresan ilçelerinden biri imiş gerçekten. Sokaklarında sadece “erkek” insan görebiliyorsunuz. Oyun oynayan çocuklar bile “erkek” çocuk. “Kız” çocuklar hep evde. Erkekler hep sokakta. Onlar hep evde. Hacı Abdullah Bey konağına gelin gelmiş teyze ve bir süre sonra eve gelen gelini, burada hiç çarşıya gitmediklerini, bir ihtiyaçları olduğunda evin beyini arayıp ekmek getir, et getir, süt getir diye talimat verdiklerini anlatıyor. Teyze tam dört yıldır hiç çarşıya inmemiş. Gelini ise gezmeye, çarşıya anca şehre indiklerini söylüyor. Hal böyle olunca ve dört bir yanım sırf erkekle dolunca, ne yaptınız kadınlarınıza diye soruyorum çarşıda oturan adamlara. Beni getiren minibüs şoförünü yakalıyorum oturduğu yerden. Kadın yok mu hiç diyorum; vaaarrr diyor, evdelerrr diyor. Amazonlar’ın arasına düşsem de benzer bir tepki verirdim gibime geliyor erkek yok muu, ne yaptınız erkeklerinize diye. Ama en güzeli, en doğrusu kadınla erkeğin bir arada durduğu, birbirine yabancılaşmadığı ortamlar. Bu ülkede sanayileşmenin olduğu ya da turizme açık sahil kentleri dışında bu normalliği yaşamak çok nadir bulunan bir durum benim bütün gezilerimden anladığım kadarıyla. Görmeye görmeye şaşkın şaşkın ya da ne yapacağını bilmez bir halde, şuursuzca bakıyorlar erkekler karşı cins’e. Hatta görünce gözlerine inanmayanlar bile var. Kendisinin farkında olmadığı ama vahşi bakışlar taşıyan birçok erkek görerek tamamladım bu son gezimi de sayelerinde.

20170927_142553-01
SAVUUURRRR, MARDİN

Sokak aralarında fotoğraf çekmek için dolaşıp dururken, evinin önündeki kesilmiş odunları modern sanat adı altında fotoğraflamaya çalıştığım aynı evden yükselen olgun bir erkek sesi ne yapacaksın o odunları çekip çekip de diyor alaylı bir şekilde. Birileri gülüyor bana. Bu iyiye işaret diyorum. Başımı kaldırdığımda sesin sahibinin dev cüssesi ve misafirperverliğiyle karşılanıyorum. Biz onları kışın yakacağız zaten ki diyor. İçimden siz yakmadan son bir kez fotoğraflayayım istedim desem de, hak veriyorum kendisine. Beni ılgıt ılgıt değil de küfür küfür esen bahçesine çağırıyor. Fakat zaten geç kaldığımdan ne çay ne de kahve içecek fırsatım yok diyorum. Bana gidip görmem gereken yerleri tarif ediyor. Söylediği yerlere ben zaten gittim, çok ıssızdı ürktüm diyorum. Burada bir şey olmaz diyor. Doğrudur. Uzaktan kale gibi görünen konaklarına onun sayesinde gidiyorum. İstersen bizim hanım da gelsin seninle diyor ama hanım pek istekli görünmüyor benimle dağ taş dolanmaya. Zaten ben de yanımda insan “erkek” ya da insan “kadın”la gezemiyorum. Alerjim nüksediyor insan’a karşı, duyarlılığım, bazen de duyarsızlığım artıyor birlikte geçirdiğimiz süre uzadıkça. Hal böyle olunca, yollar bana yoldaş, sırdaş. Nasıl ki Hacı Abdullah Bey Konağı’na gelin gelmiş teyzenin meskeni o konak olmuşsa,  benim meskenim de yollar bundan sonra.

20170927_143018-01.jpeg
Hacı Abdullah Bey Konağı
20170927_150028-01
Hacı Abdullah Bey Konağı
20170927_150405-01
Hacı Abdullah Bey Konağı

BİR ŞEYLERİN PEŞİNDE, DOKUZUNCU VE SON BÖLÜM : BURSA “SÜMBÜLLER VE SÜRGÜNLER KENTİ” – 5

20170414_125056-01

BİR ŞEYLERİN PEŞİNDE, DOKUZUNCU VE SON BÖLÜM : BURSA “SÜMBÜLLER VE SÜRGÜNLER KENTİ” – 5

GİRİŞ :

Anlat anlat bitiremediğim bir şehir var zihnimde ve kalemimde son defaya mahsus olmak üzere. Bursa için “Sümbüller ve Sürgünler Kenti” diyordu bir yerde. Çok hoşuma gitmişti doğrusu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın seçtiği beş şehirden bir tanesiydi öte yandan. Aynı zamanda melankolisini en güzel yansıttığı bölümdü Bursa, İstanbul’dan hemen sonra. Bir dönem Osmanlı İmparatorluğu’na hem ev sahipliği hem de başkentlik yapmış, tarihiyle, kültürüyle günümüze kadar taşınabilmiş, çok önemli ve bir o kadar da değerli bir şehrimiz “Bursa”. Gelişmiş bir sanayisi var ve bu sayede bol bol yatırım yapılmış çehresine ama bunu yaparken insanı ve insani değerleri atlamamak da gerekiyor medeniyet çerçevesinde. Zamanla büyük bir göçe ev sahipliği yapmış şehirde, çarşı esnafı haricinde insan insana yabancı düşmüş. Bir de görüş ayrılıkları girince işin içine, fark edilir bir ayrışma görülse de, her şey beyhude iki buçuk milyon nüfuslu şehrin içinde. Yine de güzel kalmış, güzide kalmış, özgünlüğünü bozmamış kendince.  Başta Koza Han olmak üzere, birbirine açılan çarşılarıyla her çeşit turisti çekiyor merkezine. Kayak turizmine yönelik, baharda piknik yapmaya elverişli Uludağ’ın gölgesinde, Ulu Camii’si, Kızık köyleri, Rumlardan kalma balıkçı kasabaları, Mudanya’sı, Gemlik’i, benim göremediğim İznik ve İnegöl’ü ile çok farklı tarihsel süreçlere yataklık eden, mutlaka görülmesi gereken ve saydığım tüm bu özelliklerle hiçbir sınıflandırmaya tabi tutulamayan bir şehri geç de olsa tanımaktan memnuniyet duyuyorum içten içe. İyi ki gelmişim dediklerim arasında en üst sırada Bursa, gözle görülen ve görülmeyen bütün güzellikleriyle.

20170414_123559-01

BURSA KENT MÜZESİ :

Bursa’nın Bursa olma hikayesini başarılı ve nizami bir şekilde anlatıyor Bursa Kent Müzesi. Altı padişah, yirmi şehzadenin mezarlarını ağırlıyor bu şehir dile kolay; amma bunca ağırlığın altında ezilmeden yaşamaya çalışmanın ne demek olduğunu anlamaktan muzdarip gün boyu ekmek parası peşinde koşuşturup duran nüfusun pek çoğuna, tarihsel bir mirasın üzerinde olduklarını fark edebilecekleri çokça kaynak sunan müzenin önemini de anlatmak gerekiyor. Müzenin konumu itibariyle bir parça geride kalmış olabileceğini düşünüyorsunuz, şehrin kalabalığının ortasında eziliyor sanki. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Bey’in, oğlu Orhan Gazi’ye “Beni şol gümüş kubbenin altına koyasın!” diyen vasiyeti ile başlıyor buradaki zaman yolculuğumuz bir nevi. Bir şehrin şehir sayılabilmesi için gereken resmi kurumların yanında pazaryeri, kent çeşmesi, tiyatrosu, idman sahalı okuluyla, hamamından oluşan kent çekirdeğinin varlığının temel şart olarak kabul edilmesinin yanı sıra, Bursa çevresinin surlarla çevrilerek şehir statüsüne yükselişi olarak M.Ö. 228-122 yıllarında varlığını sürdürmüş Bitini/ Bitinya kralı Birinci Prusyas/Prusias var şehrin tarihi mirasının günümüze gelmesinde en önemli etken olarak. Müzenin üst katında bir grup müzikişinasın ev ev gezerek eğlenceler düzenlediğine, saz başlayınca sözü kestiklerine şahit oluyoruz. “Hadi sizlerle Bursa’da gezek” sözcüğü de bu gezgin müzisyenlerin arasından doğmuş meğerse. Zeki Müren’de burada doğmuş. Yıldırım Gürses de. İlhan İrem, Erkan Can, Müzeyyen Senar… Çağdaş kadın yazarlarımız Nezihe Meriç, Pınar Kür… Muazzez İlmiye Çığ… “Amca Bey” tiplemesinin yaratıcısı karikatürist Cemal Nadir… Daha da pek çok politikacı, tarihçi, oyuncu, şarkıcı, sporcu… Müzenin alt katında ise Bursa’ya özgü ürünlerin bulunduğu zengin bir el sanatları çarşısı bulunmakta mutlaka görülmesi gereken.

20170414_125811-01

20170414_125803-02

TOFAŞ BURSA ANADOLU ARABALARI MÜZESİ :

Son bir gayretle hiç ilgim olmayan arabaların diyarına gidiyorum. Geçmişten günümüze yenilenerek gelmiş, motorlu motorsuz ama tekerlekli arabaların müzesindeyim. Şık kafeteryasında oturup bir limonata içebiliyorum ancak. Elektrikler olmadığından kahve bile yapamıyorlar. Zaten hepi topu iki masayız ve diğer masada oturanlar belediye çalışanları. Rahat rahat yüksek sesle konuşuyorlar. Beni hiç umursamıyorlar. Bende mecburen onları dinliyorum. Kadın seçim öncesi olmasına rağmen su ve yol problemlerine çare bulunamadığından dert yanıyor karşısındaki erkeğe. Bir şeyler yiyecek ama hiçbir şey pişirilemediğinden çorba söylüyor sadece. Dün Cumhurbaşkanı buradaydı diyor. Adam nasıldı diye soruyor merakla. Yakışıklı değildi, o bize hoş geldiniz dedi, te-ek te-ek elimizi sıktı diyor. Kişi her kim olursa olsun, titriyle, geldiği nokta ve o noktaya gelmeden evvel yaptıklarıyla değerlendirilip zamanla bir efsaneye dönüştürüldüğünden, o kişinin karşınıza ilah gibi çıkmasını, hiç kusurunun olmamasını, cazip bir auraya, bir de hokka burna ve oldukça etkileyici yüz hatlarına mesela delip geçen bakışlara sahip olduğunu filan hayal ediyorsunuz ister istemez. Aksiyle karşılaşmaksa yıkım oluyor. Halbuki kimseler gündüz gündüz delici bakışlarıyla kalabalığı te-ek te-ek süzmez bu bir. Kendi tarafından bakacak olursan da neden delinmek isteyesin, bu da iki! Sonuçta o bir yabancı. Sen de ona yabancısın. Karşındaki Yunan mitlerindeki kadar ilahi bir güzelliğe sahip diyelim, senin değil ki, sahip olamayacaksın da. Dünya dönüyor, günler, yıllar geçiyor, yerçekimi her cinsi vuruyor eni sonu. Yaşlanmaktan korkan ve her daim genç görünmek isteyenler için estetik operasyonlar var diyeceksiniz çare olarak. Onlar da gergin birer maymun surata dönüştürüyor yaptıranları. Belki benim de sonum bu. Gergin bir maymun surat olmak. Kimse bilemez. Gelecek hakkında en ufak bir fikrim yok, hele kendiminkini başkalarınınkinden bağımsız hayal edemediğim düşünülürse hiç yorumum yok. Konuyu daha fazla dağıtmadan, müzeyi soranlarınız varsa da, limonatam bitmişti ve dinlenecek her şeyi dinledim telekulak gibi. Ama elektrikler halen daha kesik olduğundan ve benim de gelmesini bekleyecek kadar vaktim olmadığından havada asılı bir araba, birkaç kağnı, Murat 124 ve 131 olmak üzere gıcır ama puslu arabalar seçebildim müzenin içinde sadece.

20170413_185008-01

20170412_190004-01

20170413_181556-01

BURSA SOKAKLARI :

Cuma günü itibariyle bir bayram havası hakim Bursa sokaklarında. Seçim coşkusuna ek olarak, insanlar güzel havayı görünce kendilerini sokağa atmışlar. Önlerindeki üç günlük tatil de cabası. Saatler ilerledikçe yollar daha da kalabalıklaşıyor. Araçlar bir yandan, insanlar diğer yandan. Alışverişler yapılıyor, eksikler tamamlanıyor, ellerdee poşetler bit mağazadan ötekine, Allah ne verdiyse. Yemekler, çaylar, partilerin ikramları da bitmiyor. Ekler dağıtanlar var evet için ya da hayır için. Çok tuhaf nerdeyse helvaya, lokmaya girecek gibiler. Dana demiyorum bakın. Tavuklu pilav dağıtan varsa da ben ona rastlayamadım henüz ama lokantalar da kazansın, değil mi! Siyaset değil de uğruna yapılanlar çok enteresan. Koltuklar tatlı, hayatlar buna bağlı.

Benim Bursa ile ilgili hislerime gelecek olursak, çocukken gelmiştim Bursa’ya ve çook yıllar geçti üzerinden. Çekirge semtine gelmiş, akrabalarda kalmıştık. Yeşildi Bursa aklımda kaldığı kadarıyla. Yeşildi Çekirge de bir o kadar. Sonra çok hoş olmayan şeyler duymuştum hakkında, sonra Kars’ta olmak, Anadolu’da olmak, Kars’ta defalarca olmak, Anadolu’da da; daha cazip gelmişti bana. Her yer bana Bursa’dan iyi gelmekteydi aslında. Bu seyahati planladığımda da Bursa’yı bir durak olarak görmemiştim hiçbir zaman. Daha kuzeye, çok daha yukarıya gidecektim. Karadeniz’in hırçın sularını görecektim, Mudanya’dan ya da Trilye’den Marmara Denizi’ne bakarken ondan mahçuptum sanırım. Pişman mıyım, asla olmadım. Tüy gibi hafif geldim Bursa’ya, bir o kadar da zor dönüyorum şimdi. Bırakmıyor adeta bu şehir beni. Nasıl ki kimi insanlarla uyum sağlar, kolay kaynaşırsınız, o sizi siz onu bırakamazsınız, Bursa için de aynı şeyler yaşandı. Kolaylıkla kaynaştık, ilk görüşte sevdik birbirimizi, binbir güçlükle ayrılıyoruz şimdi de. Kısmetse bir daha gelmeyi isterim istemesine de, gerçeklerle istekler her zaman uyuşmayabiliyor hayatta. Belki bir daha hiç gelemeyebilirim ama öyle ya da böyle iyi ki gelmişim Bursa’ya. Rehberim Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”i hiç yalnız bırakmadı beni Bursa şehrine ayrılan bölümüyle.

20170413_180710-01

20170414_100816-01