UZUN İNCE BİR YOL : DOKUZUNCU BÖLÜM, KAYSERİ – GERMİR
Buzzzz…gibi. Nasıl soğuk anlatamam. Kısa kollu t-shirtlerle düştüm mü ayazın ortasına! Yağmurluğuma sarılıyorum yuvam sandığım. Ertesi sabah öğrendiğime göre gece eksiye düşmüş Kayseri’de. Tevekkeli değil herkesin üzerinde paltolar vardı akşam akşam. Ferah ve işlevsel caddelerindeki her türlü ulaşım imkanına rağmen, merkezi geniş bir alana kurulu olan Kayseri soğuk, karanlık ve kasvetli şimdi. Adres sorduğum herkes Suriyeli çıkıyor. Sonunda Adıyaman’daki rehber gibi ben de Türk müsün deyiveriyorum yolda durdurduğum bir gence kulağındaki kulaklığa aldırış etmeden. Elhamdülillah diyor, sonra da ne sandın der gibi bakıyor. Fazla uzatmadan, iş çığrından çıkmadan gideceğim adresi soruyorum ona. Hava soğuk, üstüm ince, sokaklar karanlık, herkes’ler yabancı bana. Erciyes’in eteklerine kar yağmış bile. Kendi kendime soruyorum, Kayseri’yi aman aman sevmem, insanını bilmem, ama yolum illa ki düşer bu şehre. Soruyorum soruyorum neden acaba diye, yine kendim cevap veriyorum kendime. Söyleyeyim hemen size, tohumlarım Anadolu’da atılmış çünkü. Annem bana hamileyken, babamın Erzurum’a tayini çıkmış. Annemin biraz sıkışık, bir artı bir evinde, içinin derinliklerindeyken Kıbrıs’a tatile götürülmüşüm annemin içinde. Hava değişimi yaramış olsa gerek, dönüşte gökyüzünü görmek üzere, uzatmışım önce başımı, sonra gövdemi Ankara semalarına. Beklenenden daha kolay olmuş doğumum. Hayatıma bakınca doğumumun kolay olması sevindirici olmuş. Annem açısından özellikle. O yüzden de karı, kışı, soğuğu, Anadolu’yu seviyorum. Ama yaşamak için değil, böyle arada bir gezmeye gelmek için. Neşe içinde kar topu oynamak, birkaç köy görmek için. Sonra da ahh biz şehirde çok kirlendik, islendik pislendik diyerek oryantalizmin dibine vurmak için. Bu da bir seçenek tabii ki. Hayat seçeneklerle dolu. Gelecek dışında, ya geçmişi de değiştirebilseydik nasıl olurdu ki acep buralar şimdi?
Odama gelir gelmez, banyo yapıp yatmışım. İlk defa deliksiz bir uyku çektim. O kadar yorgun düşmüşüm ki, sabah uyandığımda başım dönüyordu. Ağırdan alsam iyi olacak diye düşündüm ilk defa günü yani bugünü. Dönüş biletimi almak için kendimi sokağa atabildiğimde saat on’u çeyrek geçiyordu. Bu demek oluyor ki, günün yarısı geçmek üzere. Kayseri’de daha önce hiç gitmediğim Germir’e gitmeye karar veriyorum. Aslında ben bu kararı vereli çok olmuştu da, şimdi söyleme gereği duyuyorum sadece. Germir, Elia Kazan’ın köyü ve oradan da Mimar Sinan’ınkine yani Ağırnas’a geçeceğim. Son olarak da adet olduğu üzere Eski Talas’a gideceğim. Her zamanki gibi. Benim planlarım böyleyken, nerelere gidip, neler yaşadığımsa sürpriz olacak. Aslında bu en planlı başlayıp, tuhaf bir biçimde çığrından çıkan ve beni aşan günlerimden biri oldu. Ne umdum ne buldum, nerelere gidecekken, kendimi nerelerde buldum. Önümde beni bekleyen değişik bir gün, sizi de bekleyen uzuun bir yazı olacak gibi, şimdiden söylemesi.
GERMİR :
Bir zamanlar Ermeni, Rum ve Türklerin bir arada yaşadıkları bir köy imiş Germir. Nüfus olarak Rumların baskın olduğu söyleniyor ve köyde hem Rum hem de Ermeni kiliseleri mevcut. Elbette ki Kültür Bakanlığı’nın katkısızlığı ve tüm bakımsızlığıyla(bir taş atacaktım, bula bula bir mercii buldum). Müslüman mezarlığını geçince yüz ya da iki yüz metre sonra köye girmiş bulunuyorsunuz. Ortalık sessiz sakin. Evler bir parça bakımsız olmakla beraber orijinalliğini korumakta. Dönemin mimarlarının ya da evi yapan ustaların zevk sahibi olduğunu anlıyorsunuz hemen. Bir küçük muhtarlık binası var, onun dışında bir fırın ya da bakkal bile göremiyorum. Bir sokak arasında oturmakta olan üç kadından konuşkan olanı, ben sana yolu gösteririm diyor. Şurayı, şurayı ve de şurayı çek diyor. Benim için uygun olabilecek popüler fotoğraf kareleri bunlar. Elmas Gelin, köye gelin gelmiş çok yıllar önce. Bekar gezme seni kaparlar diyor bana. Henüz kapan olmadı diyorum. Olsun olsun diyor ve çok da seri konuşuyor bir yandan. Öyle ki, çoğu kelimesini anlamakta güçlük çekiyorum. Erkekler çıkar karşına, seninle konuşmaya çalışırlar filan, dön sırtını bakma bile geriye diyor. Etrafta hiç erkek yok ki diyorum. Varsa da hep kadın var. Olsun olsun, aniden çıkıverir onlar sokak aralarından diyor. Peki diyorum. Ne yapacaktım Elmas Kadın’a kalsa, bir erkek gördüm mü çığlık atıp, arkama dönüp bakmadan koşarak kaçacaktım derhal. Ama dediğim gibi erkek sinek bile yok ki ortada bana her türlü kötülüğü yapma potansiyeline sahip olup, pusuda bekleyen. Olsa da vızlar vızlarr,
Gezerken gezerken nihayet erkek sinekler çıkıyorlar karşıma, hem de toplu halde. Elmas’a kalsa koşarak kaçmam gerekti ama sırtlarında okul çantaları tavuk, horoz, kedi, köpek ne var ne yoksa kovalayan sekiz on yaşındaki erkek çocuklar topluluğundan bana bir zarar gelmeyeceğini düşünüyorum ve yoluma devam ediyorum. Bak bak kendi kendimi bıktırtacak kadar çok bina fotoğrafı çekiyorum. Şarjımın azalmakta olduğunu ise fark etmiyorum. Bilinçaltında yedek şarjıma güveniyorum aslında ama dün gece yorgunluktan baygın düşerek yattığımı, dolayısıyla da her şeyi unuttuğumu ancak fark ediyorum. Ne oluyorsa oluyor, bir çardağın altına doğru giden kadınları görüyorum. İşte o zaman bu ıssız köy, ilk defaya mahsus cennet görünüyor gözüme. Bu bacılar da birer huri olmalı. Hemen onların olduğu tarafa gidiyorum. Nereden geldin, nereye gidiyorsun faslından sonra gel otur diyorlar. Bir anda etrafımda bir sürü kadın oluveriyor. Ya yakın yörelerden gelin gelmişler, ya da buranın yerlisi tüm bu kadınlar ve ben de bir yerin yerlisi olan kadınların arasında kendimi güvende hissediyorum ister istemez. Hepsi çoluk çocuğa karışmış kadınların, sıradaki meşguliyetleri ise torunları. İsimlerini soruyorum teker teker: Akkadın, Müncübe, Behiye, Nadiye, Mercan ve Ayşe. Kahve içer misin diyorlar. İçmem mi? Yanında çikolatam geliyor, bahçe üzümü, bahçe elması(maden olan değil, yenir olan) derken derken, doyuyorum ki ben. Zaten yolda da bir elma vermişlerdi, onu da yemiştim. Çok ayıp olurdu yoksa, reddetseydim yani, he mi? Gezerken ne öyle kolay yiyecek bir şey bulabiliyorsun ne de demin söylediğim gibi bir bakkal filan bulunuyor etrafta. Dolayısıyla her ikram altın değerinde oluyor. Kahve falıma bile bakılıyor el birliğiyle. Hemen beni evlendiriyorlar. Sağ olsunlar. Çocuk filan yaparsın kocadan diyorlar, yok ben kimseye bakmak istemiyorum, bir çocuk hiç istemiyorum diyorum. Garipsiyorlar. Kafamdaki envai türde garip fikri paylaşacak olsam, benden uzaklaşacaklarını bildiğimden, sesimi kesiyor, kendimi örtüyorum her zamanki gibi. Tam karşıdaki evin sahibi Yozgatlı kadının sesindeki özgüvene takılıyorum. Uzaktan da olsa, nereliyim, neyim, benim hakkımda ilk malümatı alan da o olmuştu zaten. İçeride sarması olduğundan bize katılmıyor ama istersen evi gez diyor bana. Mimarlık öğrencilerinden alışığım ben diyor. Ellerinde metre, mezura girip çıkıp her yeri ölçüyorlar diyor. Ben mimarlık öğrencisi değilim, gerek yok diyorum. Bezirhane varmış burada diyorum masadakilere dönerek. Şimdiye dek hiç gitmedik diyorlar. Yukarı Germir’de imiş. Birinin kocası geliyor o sırada. Bizi Bezirhane’ye götür diyorlar. Hiç gitmediniz mi diyor, hayır deyince haydi o zaman ben arabayı getireyim diyor. Gelen araba Doblo, ama nasıl sığacağımızı bilemiyoruz. Çünkü herkes niyetli gelmeye. Atlıyoruz arabaya sığdığımız kadarımızla. Benim şerefime(ben neleri oluyorsam artık) Yukarı Germir’e doğru yola çıkıyoruz. Beş dakikalık mesafedeki Bezirhane’yi fethetmek üzere kapısının önünde duruyoruz. Büyük bir ciddiyetle geziyoruz içini. Bezir neydi, nereden gelir, içerideki düzenek nasıl işler, buraları kimler bekler diye birbirimize sorup, yine birbirimizden alıyoruz cevapları. Çok çok değişik insanlarla tanıştım seyahatlerim boyunca ama hiç unutamadıklarım arasında Kayserinin köylerindeki kadınları hiç unutmam, unutamam. Hepsi şahsına münhasır, ama iyi niyetli kadınlardı. Bir daha yolum düşerse eğer, tatlımı alıp da geleceğim ziyaretlerine. Kışın bir sobanın karşısında ağırlasınlar beni. Nasılsa ağırlarlar. Köy insanı misafir sever ezelden beri. Ya ben mi? Ben her zaman ağırlanan olmanın dayanılmaz hafifliği ile ve için düşüyorum yollara.
YUKARI GERMİR :
İşli güçlü insanlar. He ya, köy yerinde iş güç mü biter? Doğalgazlı evlerinde prenses gibi yaşama şansları yok bu kadınların, ellerini sıcak sudan soğuk suya sokturmayacak kocaları da. Hayat müşterek çünkü. Kışın soba kurmak gerek, ev işi hep gerek. Başka da çeşit çeşit yemek yapmak gerek, sağ ise beylen ve de çocuklarlan uğraşmak gerek, onları okullara gönderip akşam yemeğinde neyi neyle uyduracaklarının, hatta hatta yarının menüsünü şimdiden düşünmek gerek. Adam yemek seçiyorsa vay hallerine! Soba tütüyorsa, banyoda rutubet varsa ekstra ekstra vay hallerine! Köyde sabah erken başlar, akşam erken gelir. Karanlık çökmeye görsün, herkes yuvasına yerleşir. Bey işten gelir, çocuğun dersleri bitmiştir. Önce yemek yenir. Sonra meyve faslı gelir. En son çekirdek çitlenir, o ara çay demlenir. Günün yorgunluğunu ezmek gerekir. İşte bu meşgul insanlar beni buraya nasıl rüzgar gibi getirdilerse, öyle de dönüyorlar şimdi alelacele. Ne olduğumu anlayamadan arabalarının arkasından bakakalıyorum. Bip sesleri geliyor çantamdan. Telefonumun şarjı bitmek üzere. Ipad beni idare etmeyebilir. Yine sağım solum ıssız. Kalıyorum ortada. Son fotoğraflarımı çekiyorum her şeye rağmen. Sonra da iyice köyün yukarı kısımlarına doğru tırmanıyorum azar azar. Bir kapının önünde bir kadının ağlamakta olduğunu, diğerlerininse onu avuttuğuna şahit oluyorum. Avutanlardan bir tanesi sapsarı kısa saçlara sahip. Uzun boylu, iri yapılı. İsminin Elif olduğunu sonradan öğrendiğim kadına soruyorum şarjı olup olmadığını. Burası benim evim değil diyor. Evsahibi gel içeri bakalım diyor. Kömür taşındığından ayakkabılarını çıkarmana gerek yok, nasılsa temizlik yapacağım arkadan diyor. Fakat şarj aletini oğlu götürmüş olduğundan bir şey yapamıyoruz. Şarjım yüzde iki’ye düşüyor. Dışarı çıkıyoruz beraber. Yok burada diyorum. Elif benimle eve gel diyor. Takılıyorum peşine. Bir kamyon yolu kapatmış. Köy yolları dar olduğundan geçemeyeceğiz eğer kamyon hareket etmezse. Mecbur kımıldıyor ve biraz daha ilerliyoruz. Fakat Elif’in evinde de şarj aleti yok. Bir başka kadın benim evde var diyor, gidip getiriyor. O da hızlı şarj değil. Otur diyorlar, oturuyorum. Ne yapabilirim ki başka?
Günün ikinci kahvesini de içiyorum. Lokumlar, çikolatalar eşliğinde. Aşağı Germir, Yukarı Germir fark etmez oluyor, kaçan keyfim yerine geliyor. İki katlı bir evin alt katında, avluda oturuyoruz şimdi. Bir kadın leğenlerin içindeki domatesleri doğruyor. Şişe domatesi yapacaklarmış. Yüz kilo domates, doğra doğra bitmez. Elif, dışarıda kazanda kaynatacaklarını söylüyor. Kızına gönderecekmiş bir kısmını. Bu arada çok konuşmayan, hep kederli bir kadın var domatesleri doğramakta olan. Sonradan öğreniyorum boşanıp geldiğini, abisinin evine yerleştiğini. Mahzunluğu oradan, hiçbir konu hakkında fikir beyan etmiyor. Sanki bundan sonra başına gelebilecek felaketleri önlemek istiyor gibi. Dulluk zor, köy yerinde daha zor sanki. Daha leğen leğen domates var önünde kabuğundan soyulup doğranacak olan. Salça yaptınız mı diyorum, evet diyorlar. Neyse bari. Yoksa bir yüz kilo da o, doğrayan yandı yani!
Haydi seni gezdirelim diyorlar. Yakınlardaki fırına gidiyoruz. Ocak başındaki kadınlar ekmek uzatıyorlar hemen bir tane, misafirim diye. Kısmet bu ya, pişmişine denk geliyorum. Sıcacık mübarek. Ekmek ekmek değil de pamuk sanki. Koparıp yemeye başlıyorum bile. Şehirde böyle ekmek yemedim ben daha hiç. Eve uğruyoruz tekrar. Şarjım hala daha az. Bana bir tepsinin içinde peynir ve çemen getirip, önümdeki sehpaya koyuyorlar. Hiç demiyorum ki ayıp. Tazecik ekmekle, çemen hele, nefis oluyor. Bi güzel yiyorum ki… Sonra da Elif’e dönüyorum ve “iki saate yakın bir zamandır beraberiz, bir şarj istedim sizi borçlu çıkardım, gitmek bilmedim. Tamam Tanrı misafiri de, sanki ben bu köyden, bu topraktan, yandaki evdenmişim gibi hissetmeye başladım” diyorum. Kadınlar susuyor, Elif bana dönerek “Evet, sanki seni tanıyormuş gibiyim. Hiç yabancılık çekmedim, geldin oturdun sanki hep buradaymışsın gibi geldi bana da” diyor. “Bu bana hep olur, gider bir yere otururum, bir süre sonra benim varlığımın tuhaflığını unuturlar, herkes kendi günlük yaşantısına döner, bir zaman sonra benim varlığımı ve bunun anlamsızlığını fark ederek aynı sen gibi tepki verirler” diyorum ve izin istiyorum tuvalete gitmek için. Arkamdan ne konuştular bilmiyorum ama şaşkın göründüler gözümeindiğimde. Ben de lafımı esirgemedim ve onlara “tuvaletimi ettiğim yere-küçük, büyük fark etmez- muhakkak geri gelirim” dedim. Gel dediler geri, bekleyeceklermiş. Sağ olsunlar, taksi çağırmak için dönecektim fakat benim planlarım öyle farklı gelişti ki “şimdilik” bir daha ne Yukarı ne de Aşağı Germir”e uğrayabildim. Ama Elif’e söylediğim gibi çişimi bıraktığım yere ben istesem de istemesem de nasılsa geri geleceğim. Bir gün-gece olmaz-ansızın gelebilirim.
Bir Cevap Yazın