SEVEN SECONDS : YEDİ SANİYE
“Yurt dışında ölsem kahraman olurum, kendi sokağımda mermi yesem serseri olurum.” Seth Butler
“Tek başınaysan, eli pantolonunun içindeyken basılan salağın tekisindir. Birlikte polis olursunuz. Birlikteyseniz, tüm emniyet teşkilatı yargılanıyor demektir çünkü, ve hiçbir jüri asla tüm emniyeti suçlu bulmaz.” Savunma avukatı Sam Hennessy
“Tanrı bana vaaz vermemi söyleyene dek, ne berbat bir hayat yaşadığımı bilemezsin. Bu yolda bir şeyi çok iyi anladım. Hiçbir günah diğerinden daha büyük değildir.” Peder
”İnsanın bağışlanmayı istemesi nedir iyi bilirim. Yaptığımız şeylerin affedilmesini istemeyi de iyi bilirim.” K.J. Harper
“Ölüsünü gördüğün bir çocuğun olmadığı takdirde, hiçbir şey bilmeyeceksin.” Acılı anne Latrice Butler
”İcraata dökülmeyen vizyon, sadece bir halüsinasyondur.” Thomas Edison
Yine Netflix, yine Netflix, her yer Netflix. Kaçış yok anladık ki. Pedro Almadovar da anlamış ve kabullenmiştir belki şimdi şimdi. Jüri başkanlığını yapmış olduğu 70. Cannes Film Festivali’nde desturu çekmişti çünkü Netflix’e. Fakat gel gör ki kazın ayağı öyle değilmiş. Dört bir yanımızın Netflix’le çevrilmesi çok da uzun bir zamanımızı almadı; hepi topu birkaç yıl sadece. İzlerken hayli hoşumuza giden, eli yüzü düzgün yapımların karşımıza çıktığı düşünüldüğündeyse, tatlı bir teslimiyet içine düşüveriyor insan ister istemez. Bu seneki Cannes Film Festivali jüri başkanı ise Cate Blanchett, göreceğiz bakalım Mayıs ayında zarftan çıkanları teker teker.
Seven Seconds günümüz Amerika’sında, New Jersey’de geçiyor. Siyahların ve Caucasion(Beyazlar) nüfusun kendi mahallelerinde yaşadığı, Siyahi gençlerin sokaklarda uyuşturucu sattığı, başlarının hep dertte olduğu(burunlarının boktan kurtulmadığı da diyebiliriz kibarca), uzaktan Bartholdi yapımı, hem özgürlüğün hem Amerika’nın simgesi olan Müslümanlar dışında kalan göçmenler için dikilmiş olan Özgürlük Heykeli manzaralı, kışı kış gibi geçen New Jersey Eyaleti’nde Liberty State Parkı içinde, tarihler 15 Şubat’ı gösterirken, sabahın erken saatlerinde bir yandan telefonla konuşan, diğer yandan araba sürmeye çalışan beyaz bir polis Peter Jablonski çarptığı sert bir cismin ne olduğunu anlamak üzere arabasını durdurduğu anda gördüğü manzara karşısında dona kalıyor ister istemez. Tekerleğinde bir martı figürü olan BMX marka çocuk bisikletinin selesinde ise yeller esmekte. Çarpmanın şiddetiyle savrulanın kim olduğuna bakıp bakmadığını göremesek de, Jablonski’nin derhal telefona sarılıp Jersey Polis Karakolu’ndaki ekip arkadaşlarını çağırdığına şahit oluyoruz. Üç beyaz adam iniyor aynı arabanın içinden. Şoför koltuğunda oturan aynı zamanda takımın lideri Mike DiAngelo bir Hispanik, çukura savrulmuş bedene uzaktan şöyle bir baktıktan sonra, olayı örtbas etmeye karar veriyor. Ekip arkadaşlarını da cesede yaklaştırmıyor. Olay yerinde bir çift Timberland kalmış sadece çocuktan geriye. Arabanın önündeki kanlı ızgarayı çıkartıp kendi arabalarına alıyorlar. Böylelikle de davayı kapatıyorlar kendi aralarında. Sağlık ekibi çağırmadıkları gibi, çukura inip çocuğa bakmak dahi gelmiyor hem akıllarına hem de işlerine. Peter’ın araba kullanırkenki telaşının nedenini öğreniyoruz olay yerini terk ettikten sonra. Karısı ikinci defa hamile ve ilk bebeklerini doğum esnasında kaybettiklerinden, beklenmeyen bir kanama hepsini telaşa düşürüyor. Kocasını hastanede gördüğünde içimde iyi bir his var deyişinden, kadının hislerine güvenilmeyeceğini anlıyoruz bir çırpıda. O iyi hisler sonucu kocası bir çocuk ölümüne sebebiyet vermiş az önce, daha da başına iş üstüne iş açıyor sorumluluktan kaça göçe. Saatler sonra ise geçilen bir telsiz anonsuyla, Peter, köpeklerin sayesinde bulunan 15 yaşındaki siyahi erkek çocuğun halen daha yaşadığını öğreniyor ürpererek. Aradan geçen yaklaşık yarım gün içinde eğer hastaneye götürülseydi çocuğun yaşama şansı olacağını idrak ediyor o anda. Kan gölünün ortasında, karın buzun içinde yatan çocuk onca saat dayanabilmiş ölmeden. Olay yerine gelenler Kızıldeniz benzetmesi yapıyorlar. Hakikaten de öyle. Bir çocuk bedeninden bu kadar çok kan akabileceğini hayal dahi edemiyor insan.
Tüm bu olaylar cereyan ederken, henüz daha maktül seviyesine erememiş ama beyin ölümü olası gerçekleşmiş Brenton Butler’ın öğretmen olan annesi okulundaki beyaz iki kardeşi güvenle evine bıraktıktan sonra, aralarında piyano çalan eşinin de olduğu kiliseye gidiyor koşa koşa. Coşkulu ilahilere eşlik ediyor elinde tefiyle. Sonra da yeni taşındıkları evlerine dönüyor karı koca. Tam yerleşemedikleriyse henüz açılmamış kolilerden belli olan ailenin biricik oğulları Brenton’ın evde olmadığını fark etmeleri ve telesekretere bırakılan mesajı duymaları aynı zamana denk geliyor. Polisin yönlendirmesiyle gittikleri devlet hastenesinde solunum cihazına bağlanmış, beyninde oluşan ödem sebebiyle ameliyata alınmış oğullarının koma halindeki kesilip biçilmiş bedeniyle karşılaşıyorlar. Yaşasa bile kendi başına yaşama yetisini kaybedebilirmiş doktorunun söylediğine göre.
K.J. Harper New Jersey eyalet savcı yardımcılığı pozisyonunda kariyerine devam ederken, yarı zamanlı olarak da bildiği tüm barlarda hiç durmadan içmekte buluyor teselliyi. Özel hayatı tek gecelik ilişkilerden ibaret olsa da, bir zamanlar halen evli ve halen amiri konumundaki savcı ile ilişki yaşamış. Sonradan anlaşılacağı üzere üstlendiği bir vakada yaşamış oldukları yüzünden hep bu kaçışları ve kendini alkole teslim edişleri. Zamanında içeri tıktığı bir çete üyesi kefaletini ödeyemeyince evine gidemiyor. Kendisi de suçlunun evini kontrol ettirmeyi ihmal ettikten bir hafta sonra ortaya çıkıyor acı gerçekler. Erkek ve kız kardeşleri bu bir hafta boyunca evde tek başlarına kalıyorlar. Küçük olan ve bebek olan açlıktan ölüyor. Olay yeri fotoğraflarında kapıdaki tırnak izlerini görüyor K.J. Kızın kapı koluna ulaşmaya çalışırken çıkardığı izler ve kardeşini kurtarmak için ağzıyla açmaya çalıştığı konserveler üzerindeki ısırıkları da. Suçluluk duygusu K.J.’in peşini bırakmıyor o günden beri. Şimdiyse kör kütük sarhoşken üstlendiği davayı anlamaya çalışırken ayılıyor adeta. Olayı örtbas etmeye çalışan polislerin bulduğu sanığın inandırıcı olmaktan uzak hikayesine kanmayan K.J. yaşlı keşin yargılanacağı kamu davasına gitmeyerek davanın düşmesini sağlıyor. Olaya bakan Rinaldi ile şüphelilerin peşine düşüyorlar. Kaza cinayete evriliyor bu dakikadan sonra. Kullandığı bisikletin semtlerinde fırtına estiren Beş Kral Çetesi mensuplarına ait olduğu bilindiğinden, Brenton çete üyesi olmakla suçlanıyor. Çevresinde kopan onca fırtınadan habersiz hastane odasında yatan Brenton’sa, kimseye daha fazla yük olmadan usulca ayrılıyor aralarından. Annesi gözyaşları içinde uğurluyor onu. Geçti artık derken, hayatın büyüklüğünü görmüş olan oğlunun bir nevi kurtuluşuna seviniyor onun adına. Brenton ani ölümüyle, çevresindeki herkesin hayatını değiştiriyor ve bir dönüşüm yaşıyorlar kendi içlerinde. Oğlu bir çukurda can çekişirken, kilisede ilahiler söyleyerek Tanrı’ya dua eden annesi oluyor kendini en çok sorgulayan. Ağlarsa anam ağlar sözlerini doğruluyor adeta. Nitekim kocası eve pederi getiriyor. Pederin onu teselli etmek üzere sarf ettiği kelimeler daha çok asabını bozuyor. Olayı bir gün gelip atlatacaklarını söylediklerinde, kabullenmiyor bir türlü. Tanrısı bir annenin değil, bir katilin dualarını kabul etmiş çünkü. Mezbahada işçi olarak çalışan babaysa çok çalışarak aldıkları evlerinde keyif süremeden daha, yaşadığı şokla sarsılıyor. Karı kocanın harcı imiş meğerse Brenton. Aralarındaki görüş farklılıkları arttığında ve baba toplumdan beslenirken, anne kalabalığa ve insanlara katlanamaz hale gelince arabasında yaşamaya başlıyor gözü yaşlı anne. Çünkü yeni aldıkları evlerinden daha fazla zaman geçirmişler o aracın içinde. Oğlunu orada buluyor bu yüzden. Suçluların kimlikleri belirlendikten sonra da, oğluna vuran aracın şoförü olan Peter’ı öldürmek için planlar yapmaya başlıyor hararetle. Aklını kaçırmış gibi davranıyor ilk başlarda acısından.
Olay mahallinde buldukları her detayı inceleme fırsatı bulan K.J. ve Joe”Fish” Rinaldi kayıp Timberland botları satan, bunun karşılığında da eroin alan Nadine’e ulaşıyorlar nihayet. Brenton’la benzer yaşlarda olan ve yanlış zamanda yanlış yerde olan zengin bir ailenin eroin bağımlısı kızları Nadine ikinci bir arabanın varlığından ve içindeki üç adamdan bahsediyor onlara. Nadine polis karakolunda gördüğü polislerin olay yerindeki adamlar olduğunu söylediğinde davanın da boyutu değişiyor bundan böyle. Siyah adama karşı güçlü beyaz adam var, üstelik uyuşturucu ve çetelerle mücadelede şehrin yıldız görev gücünü oluşturan birer kamu yetkilisi polis hepsi de. Jersey emniyeti ve savcılık bürosunun yakın ilişki içinde olmasının vakayı olumsuz şekilde etkileyip etkilemediğini görüyoruz aşama aşama. Bu arada özellikle K.J. var gücüyle savaşıyor karşısına çıkan herkesle, en büyük destekçisi ise karısının emniyetin yarısıyla yattığı dedikoduları bir dedikodu olmaktan çıkmış, artık düşmanları tarafından acımasızca yüzüne vurulurken bile Brenton’ın kanını yerde bırakmamak gayretindeki Fish oluyor sadece. Bir sürü badireler atlatıyorlar beraber. İkisinin ortak özellikleri ise adalete susamış olmaları. Fakat tutuklamaların ardından gelen mahkeme için gün alırlarken bile, beklentilerle gerçekler çarpışıyorlar ortalık yerde. Savcılığın kefaletsiz tutukluluk önerdiği sanıklar, çok az bir kefaletle serbest bırakılıyorlar ilk mahkeme gününe kadar. Tıpkı savcılık ve savunma gibi, kıyasıya bir mücadele başlıyor kimin kimin önüne geçtiğini bilmediği. Hakimse Caucasion yani Beyaz, belirtmekte fayda var.
Dizinin yaratıcısı ve kimi bölümlerinin de yazarı olan Kanada doğumlu Amerikalı Veena Sud, The Killing adlı efsane diziyi Amerikan televizyonlarına uyarlayan isimdi hatırlarsanız, ya da meraklı olanlarınız vardıysa eğer… Dizinin senaryosunda hiç durmadan aklımı kurcalayan bir açık vardı olay yeri ile ilgili, izlemeyenler olabileceği için anlatmıyorum, anlatamıyorum burada. Fakat dizinin sonundaki bu çelişki hala daha aklımı kurcalıyor. Bu küçük ama önemli detayın dışında karakterlere bakacak olduğumuzda hayal kırıklığı yaşatan tek bir isim yok. Oyunculuklar son derece başarılıydı. Her şey sonunda yerli yerine oturdu. Gönlünüze göre bir son olmayabilir, masumlar arka kapıyı kullanmak zorunda kalabilir ve terazinin kefeleri dengesiz, adaletin gözü bağlı ya da kör, hatta size arkası dönük de olabilir ama hayat işte biraz da böyledir. Fakat şu çok aşikar ki herkes bir bedel ödeyecek ama en çok bedel ödeyen görünüşte aksi olsa da, kaybeden değil, bedel ödeten taraf olacaktır. Ve vicdana gelecektir eninde sonunda, onunla baş etmeye çalışarak geçirecektir ömrünü bundan sonra. Bunu bilmezsek eğer, buna inanmazsak eğer ne Jersey’de, ne İstanbul’da başımızı yastığa koyup rahat bir uyku çekmek mümkün olmayabilir kanımca.
Dizinin yedinci bölümünde polis ve göstericiler arasında çıkan gerginlikten doğan yarı iç savaşı andıran anlarda, siyahlar bayrak yakıp, polis arabalarını sallarken ve ileride ateşe verecekken, polis göz yaşartıcı bomba ve cop kullanıyordu göstericileri pataklar iken. Tam bu esnada yeğeninin katilini öldürmek için gelen Seth, Fish’in telkinleri karşısında ne hissettiğini anlatıyordu o ve ırkının her gün maruz kaldığı önyargı karşısında. Kendi sokaklarında mahkum olmanın nasıl bir şey olduğunu karşı tarafın anlamasını istiyordu en çok da. Bir zamanlar aksini düşündüğü halde, ne bu sokağın ne de bu ülkenin ona ait olmadığını düşünüyordu artık. Paralı asker olarak gittiği yurtdışından döndüğünde Gazi iş yerleştirme adresinde sıranın kendisine gelmeyeceğini düşündüğünden düşüyordu yollara ve uyuşturucu satışı işine. Şimdiyse yeğenini öldüren polisin alacağı en fazla beş yıllık bir ceza var sadece polis himayesi sayesinde. Sonuç mu? 30 gün sonra şartlı tahliye Peter’ın temiz sicili sayesinde. Hep beyazlar mı suçlu peki? Ya da buradaki gibi hep mi Latinler suça yatkın ve kötü? Emniyette hiç mi siyah yok? Nefret suçu işleyen beyaz var da, hiç mi siyah yok, Asyalı da mı yok? Suçlu olup da şöyle elini kolunu sallaya sallaya gezen suçlu siyah hiç mi yok şu koskoca Amerika’da? Vardır, var elbette. Ama o bu dizinin mevzusu değil işte. Canım.
Bu diziyi neden bu kadar beğendiğime ve üzerine kafa yorduğuma gelince, harmanladığı pek çok konudan ve suç mevzusunu taraflar açısından ele aldığından ötürü diyeceğim en kestirme cevap olarak. Çünkü içlerinde sağlam bir kötülük taşıyan adam yoktu aslında. Kimse işlerin bu noktaya geleceğini tahmin etmiyordu en başında. En kötüleri olan DiAngelo’dan çok daha kötülerini gördük biz ekranlarda. Kadeuce’a tecavüz eden ve aynı sokağın çocukları olan ırkından daha kötü değildi sonuçta, olamazdı da. Suça, suçluya bu kadar meraklıydın madem, neden gidip avukat olmadın sorusuna da var bir cevabım. İki nokta üst üste daha o kadar kafayı yemedim nokta. Suçun doğasıyla uğraşmakla, hukukçu olmak çok farklı şeyler. Suç ve Ceza ile başlamak gerek, sonra da vicdanla uğraşan tüm yazarların, filozofların eserlerini okumak gerek. Böylelikle her an için ve bir anda ortaya çıkabilecek suçlu potansiyelimi(zi) bastırmak, susturmak, en azından ehlileştirmek gerek.
Bir de daha ilk bölümünün ilk dakikalarından itibaren deşifre edilmeye gerek duyulmayan çünkü zaten aşikar olan suçlunun kimliğine rağmen bu dizi nasıl on bölüm gider deseniz de, on bölüm akıp gidiyor bir şekilde. Gerçekten çok iyi planlanmış bölümler var önünüzde.
Oyunculuklara gelince anne rolünde Regina King, savcı yardımcısı rolüyle Children Of Men’den hatırladığım köfte dudaklı(alaycı olmasan diyorum. Ben de ırkçı olmadığım sürece sorun yok diyorum) Clare-Hope Ashitey, Nadine rolünde Nadia Alexander ve Fish rolüyle yedinci bölümde özellikle ağzında sakız iki kadının arasında kalmış şaşkın erkeği oynayan Michael Mosley öne çıkan isimlerdi benim gözümde. İzleyiniz, izlettiriniz. Bence.
Bir Cevap Yazın