
UZUN İNCE BİR YOL : BİRİNCİ BÖLÜM – MARDİN, SAVUR
2013 yılının ılık bir Eylül ayında çıkmıştım yola, son defasında. Öğleden sonra bindiğim otobüsten yine ertesi gün aynı saatlerde yarı uyuşuk, uykusuz, şaşkın bir vaziyette inmiştim. O defasında Urfa’da inmiştim, nasıl sıcaktı anlatamam. Şimdi uçakla Mardin’e gidiyorum. Ne mi değişti? Aradan geçen dört sene beni yaşlandırdı. Sırt çantası taşımak zor geliyor. Yirmi küsur saatlik yolu çekmek de. Bu yüzden sabah uçağıyla gidiyorum, elimin altında da benimle zıtlaşıp duran tekerlekli valizim var. Bir şeylerin ters gideceğinden haberi varmışçasına geliyor peşimden, sonunda da kırılıyor zaten. Ama bilirim ki çok kahrımı çekmiştir, beraber gittiğimiz her yerde. Benim küçük küheylanım, yanımda nerelere nerelere gelmemişti ki! Dolayısıyla bir ufak ameliyat geçirecek geri döndüğümüz zaman ve eskisi gibi olacak umarım. Sanki çekeceklerinin bilincinde, beni götürme der gibi bir hali vardı bir gün öncesinde. Benim kolay kolay iflah olmayacak bacağım da aynı gün benzer sinyaller vermişti. İlk defa düştüm. Aslında çok düşerim de… yola çıkmadan bir gün önce düştüm bu sefer, bu bir ilk ona göre. Şiş bir dizle sıcağı sıcağına döndüğüm evimde iyi olacağım telkinleriyle hazırlandım durdum, ama neticede yaralı ve mikrop kapmış bir bacak taşıdım durdum beraberimde. Güneydoğu’da doktor doktor gezdim bir yandan. Yaralı bacağım, kırık valizim, plansızlığım ve çeşit çeşit merhemlerimle, tam ben kendime acıyacakken, hayat acımayınca bir anlamı kalmıyor ahlanıp vahlanmanın ne yazık ki. Valizimin içi, oksijenli su, şişe şişe tentürdiyot ve batikon, pomad, sargı bezleri, tamponlar, bir şişe şifalı şurup, en nihayet kavanozun içinde taşıdığım dört sülükle doldu taştı git gide. O kadar çaresizdim yani. Alternatif tıp yerine alternatif sürüngen denedim en nihayet. Gaziantep, Bakırcılar Çarşısı’ndaki bir aktardan tanesi iki buçuk liradan aldğım dört sülük hayatımı kurtardı. Şurubu içmekten korktum, sülükle can buldum. Babaannem yapardı rahmetli, benim de ruhum yaşlanmış besbelli. Her neyse, herkes patlıcan kuruları, fıstıklı baklavalar, çeşit çeşit baharatlarla bavul doldururken, ben dört sülükle döndüm Gaziantep’ten. Valizimin içindeki hal böyleyken, Güneydoğu nasıldı diye soranlara şu cevabı vereceğim fazla uzatmadan; bir zamanlar, bölgede bulunduğum zamanlarda patlak vermiş olan Suriye’deki iç savaş ve bize sirayet eden mülteci sorunu, sonrasında ülkenin dört bir yanında patlayan bombalar, ablukalar ve de Sur’un çilesi bölgeyi gidilemez hale getirmiş; bizi de, bulunduğumuz yerden, yazılmış senaryoların izleyicisi etmişti. Filmin sonu ise hala belirsiz. Hiç bitmeyecek gibi duruyor. Bir taraftan durulsa, bir taraftan coşuyor. Bir film olsaydı eğer, tür olarak dram, gerilim ve korkuyu barındırıyor olurdu bünyesinde. Yer yer hepsi birbirine karışsa, iç içe geçmiş olsa da, dram yanı ağır basıyor her fırsatta. Ortadoğu mutlu sonların toprağı olmadı hiçbir zaman. Bundan sonra olması da mümkün görünmüyor. Bunun böyle olmasını halklar mı istiyor, politikacılar mı? Masaların üzerinde çok daha büyük masalar var ve onlar ne isterse o oluyor. Hakikat böyle olunca da, diren diren yollar yokuş’a çıkıyor.

UÇUŞ BOYUNCA :
Rötarsız kalkan uçakta, isminin Ayşe olduğunu sonradan öğrendiğim, Mardin’in Ömerli İlçesinin, Çimenlik köyünden, annesi pencere tarafında oturmuş sessizce bulutları izlerken, ben de diğer yanda kızının ağzından aile hikayelerini dinlerken buluyorum kendimi. Güçlü kuvvetli bir kadın Ayşe. Kırklı yaşları aşındırmaya başlayalı biraz zaman geçmiş, konuşkan bir tabiatı, kendinden ve tarihinden bahsetmekten mutluluk duyan bir hali var. Kalp gözü açık, algıları açık. İki çocuğu ve kocasıyla birlikte İstanbul’da yaşıyor. Ona kalsa köyünde yaşayacak temelli ama şartlar el vermiyor. Kocasının işi, çocukların okulları, bekarlıkları var önünde. Hem Kürt, hem Arap, hem de Süryani kanı taşıyor. Zor değil mi, diyecek olursanız, çeşit olmuş, değişik olmuş onunkisi de. Bana sen nerelisin diyor, ben tek bir yerli değilim diyorum yani karışığım. O oradan, bu buradan, onun osu oradan, busu buradan… Benim yerlerim dağınık, Ayşe’ninse işler kan kısmında karışıyor. Ben tam olarak nereliyim, hiç bilmiyorum. Üzerindeki yarım kollu t-shirt’ü gösterirken, Kürdün gözü aldadır diyor. Kırmızı en sevdiği renk. Ben de severim acı kırmızıyı. Sadece yaş aldıkça, iyice karalara bürünmek geçiyor içimden. Yaşlandıkça bir ferahlık geleceğine, kararıyorum galiba ben gittikçe. Mevsim itibariyle pekmezli cevizli sucuk yapma zamanı geldi çattı, bağbozumu var şimdi diyor. Ahh…diyorum, Süryani şarapları ne harikadır. Gülüşüyoruz. İçim bir an ferahlıyor sanki. İki saatlik yol konuşa konuşa sona eriyor. Beni havaalanından köylerinin muhtarının minibüsüyle şehre bıraktırıyor. Köye gel diyor ama ben henüz gidip gidemeyeceğimi bilmiyorum. Dizim çok ağrıyor, ne yapacağımı çok bilmiyorum aslında. Bu dizle programımı yavaşlatmam gerek ama vakit kısıtlı olunca durup düşünüyorum ister istemez. Ne yapak, ne yapak?
Mardin havaalanına indiğimde kendimi Akabe’deymiş gibi hissetmiştim. Galiba son defasında Ortadoğu’da Ürdün’de bulunmuştum. Ovanın orta yerine, hatta bir çöle inmiş gibi hissetmem ondandı. Bayıcı bir hava ise dışarıda beni bekliyordu. Yeni Mardin’se yine yeni inşaatların merkezi olma yolunda ilerliyordu daha büyük adımlarla. Alçak alçak ovalara, yüksek yüksek evler kurmuşlar, kuş gibi kuş gibi de içine girmiş oturmuşlar. Ben gidiyorum dedim kendi kendime; asıl, gerçek, değişmez, özünü koruyan Eski Mardin’e. Telkarinin, tatlı şarapların, tarihin dokusunun korunduğu, kadim dinlerin başkenti, Mezopotamya’nın kalbine, ben gidiyorum gerçek Mardin’e.

İLK DURAK : SAVUUURRRR
Kadim valizim otel odasında, kadim düşünceler başımda, kadim sözcüğünün büyüsüne kapılmış vaziyette takıntılı takıntılı düşüyorum yollara. Savur’a gidebilmek için semt garajına gidiyorum. Biletimi alıyorum, bekliyorum ki minibüs gelsin. Gençten bir oğlan kendi çapında beni sorguya alıyor. Nereliyim, nereden geldim, neden geldim(deli miyim, dudu muyum, ajan mıyım, Lawrence’ın uzaktan hısım akrabası mıyım, neyim), memur muyum, öğretmen mi, doktor mu hemşire mi? Bense tek bir şeyi merak ediyorum, Savur’da bir restoran bulabilecek miyim acaba karnımı doyuracak! Kahvaltı etmedim, öğle yemeği de yemedim, bir süre daha da yiyemeyecek gibiyim. Neyse ki restoran varmış. O sırada dolmuş geldi haydi toparlanın diyorlar. İçtimaya çağrılmışızcasına ilerliyoruz büyük bir ciddiyetle beyaz araca doğru. Gidiyoruz gitmesine de, çoktan dolmuş minibüsün içinde bana bir küçük pembe tabureyi gösteriyorlar oturayım diye. Derhal cırlıyorum ben de. Cırlamam saygıyla karşılanıyor ve derhal eşi ve kızının yanından kalkan bir başka genç adam koltuğunu teslim ediyor bana nezaketle karışık mecburiyetten ötürü. Emanete sahip çıkıyorum ben de. Tüm yolcuların benim cırlamamdan hemen sonra bir başka ortak sorunları daha var önlerinde. O da insani şartlarda yirmi beş kişilik insan kapasitesine sahip minibüsle tek seferde 35 yolcu taşıma gayretleri. Mini mini tabureler, ayakta beyler ve de yine sığmayan yolcular. Şoför bıçkınlıktan ve bitirimlikten ölecek ölürse. O da şunu yapmakta buluyor çareyi: önü beşliyor. Tam beş adam ön tarafa sığıyorlar. Bir tanesi kucağına mı oturacağım diyor. Hayır diyor, şoför koltuğunu paylaşacaklarmış. Paylaşıyorlar da. O halde bizi sağ salim getiriyor ya Savur’a. Pes. Bilmem yöre insanının karakteri hakkında, dayanıklılığı, sabrı ve azmi konusunda bir fikriniz olabildi mi? Burada çok başka kanunlar işliyor. Herkes kafasına göre hareket ediyor, siz de dışarıdan gelen bir yabancı olarak kayıtsız şartsız kabul etmek durumunda kalıyorsunuz bu durumu. Ayakta kalan iki adam bir saati aşkın süren yolu dört büklüm geliyorlar sıcakta. Bir tanesinin ter burnundan damlayacak ama mendil uzatırsam yanlış anlaşılacağımı düşünerek, böyle bir girişime teşebbüs etmiyorum. Beşli koltuktan bir adam kullanılmış, sümüklü mendilini uzatıyor cömertçe. Sarışın, mavi gözlü çocuk fırlatıyor kirli mendili ve damlayan terleriyle yaşamayı yeğliyor çaresizce. Aracın içindeki nüfus git gide azalırken, yanıma oturuyor tutulmuş vaziyette. Savur’a yeni girmişken fotoğrafını çektiğim tek ev anneannesinin evi çıkıyor. O bizim diyor şaşkınlıkla, ben evi fotoğraflarken. Nazik anneannenin evinin önüne park edenlerden sıtkı sıyrılmış olsa gerek ki, evimin önüne park etmeyin, rica ediyorum diye yazmış ya da yazdırmış bir güzel. Nazik anneannenin nazik torununa da soruyorum derhal, çok aç olduğumdan, etrafta bir restoran olup olmadığını. Var diyor ve beni Savur’un galiba tek restoranının önünde indiriyor. Açlık çeke çeke giriyorum kapısından içeriye. Bomboş masalar, boşaltılmakta olan tencerelerle karşılanıyorum. Ne yemek var diyorum, güveçte patlıcan diyorlar. Yanında diyorum, güveçte patlıcan diyorlar. Aşçı ya da garson ya da hem aşçı hem garson hem lokanta sahibi, gençten bir oğlan karşı çaprazımdaki dolabın üzerine oturup bana bakıyor. İnsan, hayatında, garip anlar yaşar ve bu, o garip anlardan biri oluyor benim açımdan. Uzay gemisiyle getirilip, Savur’a bırakılmış bir varlıkmışım gibi izliyor beni. İlk önce bana böyle ağzı açık bakan birinin karşısında yemek yiyemeyecekmişim gibi gelse de, güvece yumulup unutuyorum tüm dünyayı. Karşıma geçip beni izlemesi önemsizleşiyor bir süre sonra. Güveçte etli patlıcan harikaydı bu arada.

Savur, Mardin’in en enteresan ilçelerinden biri imiş gerçekten. Sokaklarında sadece “erkek” insan görebiliyorsunuz. Oyun oynayan çocuklar bile “erkek” çocuk. “Kız” çocuklar hep evde. Erkekler hep sokakta. Onlar hep evde. Hacı Abdullah Bey konağına gelin gelmiş teyze ve bir süre sonra eve gelen gelini, burada hiç çarşıya gitmediklerini, bir ihtiyaçları olduğunda evin beyini arayıp ekmek getir, et getir, süt getir diye talimat verdiklerini anlatıyor. Teyze tam dört yıldır hiç çarşıya inmemiş. Gelini ise gezmeye, çarşıya anca şehre indiklerini söylüyor. Hal böyle olunca ve dört bir yanım sırf erkekle dolunca, ne yaptınız kadınlarınıza diye soruyorum çarşıda oturan adamlara. Beni getiren minibüs şoförünü yakalıyorum oturduğu yerden. Kadın yok mu hiç diyorum; vaaarrr diyor, evdelerrr diyor. Amazonlar’ın arasına düşsem de benzer bir tepki verirdim gibime geliyor erkek yok muu, ne yaptınız erkeklerinize diye. Ama en güzeli, en doğrusu kadınla erkeğin bir arada durduğu, birbirine yabancılaşmadığı ortamlar. Bu ülkede sanayileşmenin olduğu ya da turizme açık sahil kentleri dışında bu normalliği yaşamak çok nadir bulunan bir durum benim bütün gezilerimden anladığım kadarıyla. Görmeye görmeye şaşkın şaşkın ya da ne yapacağını bilmez bir halde, şuursuzca bakıyorlar erkekler karşı cins’e. Hatta görünce gözlerine inanmayanlar bile var. Kendisinin farkında olmadığı ama vahşi bakışlar taşıyan birçok erkek görerek tamamladım bu son gezimi de sayelerinde.

Sokak aralarında fotoğraf çekmek için dolaşıp dururken, evinin önündeki kesilmiş odunları modern sanat adı altında fotoğraflamaya çalıştığım aynı evden yükselen olgun bir erkek sesi ne yapacaksın o odunları çekip çekip de diyor alaylı bir şekilde. Birileri gülüyor bana. Bu iyiye işaret diyorum. Başımı kaldırdığımda sesin sahibinin dev cüssesi ve misafirperverliğiyle karşılanıyorum. Biz onları kışın yakacağız zaten ki diyor. İçimden siz yakmadan son bir kez fotoğraflayayım istedim desem de, hak veriyorum kendisine. Beni ılgıt ılgıt değil de küfür küfür esen bahçesine çağırıyor. Fakat zaten geç kaldığımdan ne çay ne de kahve içecek fırsatım yok diyorum. Bana gidip görmem gereken yerleri tarif ediyor. Söylediği yerlere ben zaten gittim, çok ıssızdı ürktüm diyorum. Burada bir şey olmaz diyor. Doğrudur. Uzaktan kale gibi görünen konaklarına onun sayesinde gidiyorum. İstersen bizim hanım da gelsin seninle diyor ama hanım pek istekli görünmüyor benimle dağ taş dolanmaya. Zaten ben de yanımda insan “erkek” ya da insan “kadın”la gezemiyorum. Alerjim nüksediyor insan’a karşı, duyarlılığım, bazen de duyarsızlığım artıyor birlikte geçirdiğimiz süre uzadıkça. Hal böyle olunca, yollar bana yoldaş, sırdaş. Nasıl ki Hacı Abdullah Bey Konağı’na gelin gelmiş teyzenin meskeni o konak olmuşsa, benim meskenim de yollar bundan sonra.


