ESCAPE AT DANNEMORA :
“Kocalar daima öğrenir. Öyle ya da böyle.” Richard Matt
“Evli olmayanlar evlilikten anlamaz. Bazen evli olanlar da evlilikten bir halt anlamaz.” Tilly Mitchell
“Terzihane amiri ile doktorculuk oynamak iyi bir fikir mi?” Richard Matt
GİRİŞ:
“Netflix var, Showtime var, HBO var; her gün reklamı yapılan onlarca dizi var. Oyuncusuna göre mi, yönetmenine göre mi, türüne göre mi seçiyorum izleyeceğim dizileri” sorusuna yanıt olarak diyeceğim ki, her sene devamını beklediğim seriler VAR, daha piyasaya çıkmadan projenin oyuncu oyuncu dolaştığı, ihalenin beklediğim isimlerde kaldığı diziler VAR, çok iyi yönetmenlerin çektiği diziler VAR ki kimisi sinemadan geçme, kimisi televizyon dünyasında hem de çok genç yaşta sağlam isim yapmış isimler bunlar, sonra erenler ve evliyalar VAR(şakaydı, onlar Hollywood’da ne arar), Coen Kardeşler gibi prodüksiyonu üstlenmiş çok sıkı adamlar VAR, ülkesine göre farklı karakterleri olan diziler VAR-Nordisk’ler mesela tüm soğukkanlılıklarıyla, gençlerin yeni tutkusu olan Kore dizileri, Dark ve Perfume gibi Alman suç dizileri, Generation War ve Babylon Berlin gibi dönem dizileri, La Casa de Papel gibi İspanholalar arz-ı endam etmekteler ekranlarda şu son yıllarda. Bunca güzellik arasında seçim yapmak güç olsa da, kaşına kaşıya geldik buraya kadar. Biraz da ıkına sıkına. Sinek ısırığı gibiydi bazen etkileri, bazen de zona. Olive Kitteridge, Patrick Melrose, Sharp Objects, Seven Seconds, Wallander ve tüm arıza karakterlerin yer aldığı dramalar arasında Olive birinci sırada yer aldı, daha da uzun bir zaman öyle kalacağa benziyor, elbette Frances McDormand farkıyla.
2011 yılıydı, Todd Haynes’in yönettiği, görüntüleri Ed Lachman, müzikleriyse Carter Burwell’a ait, Kate Winslet’ın Mildred Pierce’ı canlandırdığı aynı isimli beş bölümlük bir yeniden yapımı da aynı heyecanla beklemiştim. Sizce neye ya da kime göre beklemiş de izlemiş olabilirim bu diziyi, elbette ki ekibin tamamı önemliydi benim için. Harika bir ilk sezon yaşanmıştı True Detective’de 2014 yılında, sonra beklentilerin nispeten altında kaldığı söylenen ikinci bir sezon çıkıverdi 2015’de ve o da hiç de öyle yabana atılacak cinsten değildi. Aradan geçen yıllar getirir mi götürür mü bilmesem de, 2019 senesinin ocak ayının on üç’ünde yayınlanacak olan üçüncü sezonunun ilk bölümünü izlemeyi iple çekmekteyim(uzattım farkındayım). Nic Pizzolatto neler yazdı, diziyi nasıl kurguladı ve nasıl sonlandıracak merakla beklemekteyim. Sinema ve büyüsünün yanında bu kadar heyecanla dizi beklemek bir parça sinemaya ihanet gibi algınsa da, şu saydığım kadarıyla da olsa, bunca başarılı yazar, oyuncu, yönetmen bir araya gelse, ortaya neler çıkmaz ki? Sinemanın ani ve vurucu etkisinden kaynaklanan ve bir anda filizlenen aşklar bir yana, her hafta iple çekilen dizilerle yaşanan uzun süreli açık ilişkiler diğer yana. İkisinin de tadı başka-olsa-gerek. Her neyse gelelim neden Dannemora’yı bu kadar önemsediğime ya da üzerine yazmak için seçtiğime. Prison Break, Orange is the New Black’lerde hapishanelerde geçmekteydi, ama yazmadım çünkü izlemedim. Bu bir Green Mile da değil, Shawshank Redemption hiç değil. Bir dizi iyiyse ve bu iyiliği sezonlar boyunca sürdürebilmişse eğer izlenir elbette bıkmadan. Bakınız GOT(Game of Thrones)’un fantastik realitesine. George R. R. Martin’in ağarttığı sakalların boşuna olmadığının ispatı olarak, sekizinci ve son sezon için Nisan ayını beklemek zorundayız mecburen. Dannemora’ya gelecek olursak eğer 2015’de yaşanmış gerçek karakterlerden uyarlanmış bir diziydi ve Medium’dan sonra yıllardır görmediğim Patricia Arquette’in nasıl bir Tilly olacağını merak etmiştim ki süperdi; cehennemi kafasında taşımış, sonra Che’yi sırtlanmış, Traffic’in Javier’i, Sicario’nun Alejandro’su Benicio vardı bir yanda, iddiasız gibi duran ama hep iddialı projelerde yerini iyice sağlamlaştıran sakin mizaçlı ve de endamlı Paul Dano’nun neler yapabileceğini görmek istedim öte yandan. Yönetmen koltuğundaki sürpriz isim Ben Stiller beni en çok şaşırtan kişi oldu. İyi kurgulanmış bölümlerin baş mimarı olarak son derece başarılıydı. Bir de Fargo’dan beri ortalama zekaya ve yaşam standardına sahip Amerikan insanının trajik ve trajikomik hallerini izlemekten çok keyif aldığımdan mıdır nedir, hakkında çıkan yazıları da gördükten sonra dizi hakkında kendi beğenilerimi en iyi ben bildiğimden çok yüksek beklentilerle oturdum dizinin başına. Oldukça sıradan gibi görünen hayatların ne gibi tutkular barındırdığını görmüş olduk ki aslında düşününce tutku deyince başka partnerlere yönelen bir kadın var önümüzde. Kendi zaafindan çok, kafesteki adamların zaaflarından yararlanıyor, aslında onları kullanıyor. İki mahkum ve evli bir kadının gözlerinin dönmesi sonucunda gözleri tamamen kapalı vaziyette neleri göze almış olduklarını gördük ki burada kaybedecekleri en fazla olan kişi Tilly idi. Çünkü özgürdü, çünkü evliydi, çünkü bir oğlu, kocası ve çevresi vardı. Amerikalı bir dehanın nasıl ve neden deha olduğu, gen haritası filan benim çok da ilgimi çekmezken, aptallar daha çok aptallık yapabilsinler diye mıknatısla çekiliyorlar sanki aptallıklar silsilesinin içine. İşte bu ve pek çok nedenden ötürü Dannemora’yı izledim, bazen çok eğlendim, açıkçası Tilly’nin yüksek libidosu karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. Biraz alaycı bir üslupla ele alacağım dizimize geçmekte fayda olduğunu düşünmekteyim.
ESCAPE AT DANNEMORA :
El Condor Pasa ile açılmasının uygun olacağını düşündürten ama bir başka parçayla açılan dizinin ilk dakikalarında gökyüzünde uçan kuşun görüntüsünü, yeldeğirmenleri ve resmi plakalı bir aracın asfaltın üzerinde ilerleyişi takip ediyor. Karların ardından karşımıza çıkan manzarada Dannemora’da yer alan Clinton Islahevi’ni ve gittikçe yaklaştığımızda kapısında bekleyen polis ve haber alma araçlarını, bir yandan da K-9’ları ortalıkta cirit atarken görüyoruz, tarihler Haziran 2015’i gösteriyor. New York eyaletine bağlı bir genel müfettiş olan hemcinsi Catherine Scott tarafından sorguya çekilmeye başlanan sarışın, gözlüklü, tombik, Dalton kostümlü, pasif tonlamayla konuşan, şaşkaloz görünümlü kadının isminin Joyce Mitchell olduğunu, herkesin ona Tilly dediğini öğreniyoruz. Yirmi bir yıldır aynı adamla evli olan Tilly 51 yaşında imiş ve hapisten kaçmış olan iki mahkumla mercimeği fırına verip vermediği soruluyor kendisine. Tilly inkar etse de, bizler 7 Ocak 2015’de yani Charlie Hebdo’nun öldürüldüğü haberini alan ve o esnada arabaya binmiş, işyerlerine gitmekte olan Tilly ve Lyle Mitchell çiftiyle Clinton Hapishanesine geldiğimizde herkesin kardan ve soğuktan bıkkınlık geçirdiğini görüyoruz önce. Kanada, Montreal’e 65 kilometre uzaklıktaki bölgenin soğuk olması ise çok normalken, hiç durmadan kar küremenin, bunun için karanlıklarda uyanmanın, kalın kalın paltoların içine sığınmanın, aksi halde eksi yirmi yedi derecelik soğuğa katlanmanın mümkün olamayacağının yarattığı bıkkınlığı da hesaba katmak gerekiyor. Aklınıza gelebilecek her yere sadece arabayla ulaşımın mümkün olduğu tipik Amerikan manzarası var karşımızda ve Tilly hapishanenin terzihanesinde amir olarak çalışmakta, üstelik o tarihlerde Paul Dano’nun canlandırdığı David Sweat ile mercimeği bir hayli fırına vermiş olduğunu da görüyoruz bize anlatılanlar çerçevesinde. Tüm bunlara şahit, hummalı bir şekilde kendini dikiş nakışa vermiş kaslı dövmeli kollarıyla dikiş makineleriyle haşır neşir olan ve uzun zamandır kadınsız kalmış mahkumlar ilişkinin kokusunu çoktan almışlar bile. Hal böyle olunca da gizliden bu olaya şahit yüzlerdeki imalar, kaş gözler yapmalar, bıyık altından gülmeler, manidar sessizlikler arasında gidip geliyorlar kendi aralarında. Bu yaşananların bir başka yakın takipçisiyse Meksika kökenli Richard Matt oluyor. Kıdemden, yaştan ya da başka nedenlerden ötürü Latin kökenli ahalinin ve de gardiyan Gene Palmer’ın saygısını kazanmış olan ve resim kabiliyeti olan Richard’ın resim yapmasına yardımcı olduğu kişi de David oluyor. Hapishane ortamında kolayca malzeme buluyorlar sayesinde. David terzihaneden uzaklaştırıldığında, Richard’ın Tilly’nin aktivite partneri olarak onun yerini alması çok uzun zamanını almıyor. Tilly’i kolaylıkla tavlıyor deyim yerindeyse. Kısaca aktör değişse de, makine odası bir şekilde canlı kalıyor sayelerinde.
Peki Allah’ın bildiğini kuldan saklamak mümkün değilken, nasıl oluyor da Tilly’nin kocasının kulağına gelmiyor bütün bu yaşananlar? Elbette ki geliyor, adamın yüzüne söylüyor çalışma arkadaşları, fakat Lyle’ın kendisine ve karısına duyduğu sonsuz güven sayesinde sonuna kadar reddediyor Tilly’nin böylesi bir ilişki içerisinde olabileceği gerçeğini. Altıncı bölümde sırasıyla David ve Richard’ın ne sebepten hapse düştüklerini izledikten sonra, 1993 yılında, o zamanlar daha da gamsız olan Tilly’nin ilk kocasından ve benzer şekilde yeknesak giden hayatından sıtkı sıyrılmışken bu sefer de Lyle’la ilk kocasını aldattığını öğreniyoruz. Yani Tilly bizim bildiğimiz kadarıyla canı sıkıldığında, bunalıma girdiğinde, en mühimi de iyi huylu da olsalar kocalarından sıkıldığı anda bir fırsatını bulup onları aldatıyor kolaylıkla. Kendisi ne genç ve taze iken, üstelik vasatın bir hayli altı ve tombul toraman bakımsız bir kadınken bile öyle cüretkarca hareket ediyor ki, edimlerinin bir süre sonra onun yaşam şekli olduğunu düşünür halde buluyorsunuz kendinizi. Hapishanede onca adamın arasında açık saçık giyinebiliyor ki en nihayet amirinden uyarı alıyor. Cinsel açıdan kural tanımaz ve menopozla birlikte bile akıllanmıyor. İşler ciddiye binip David ve Richard kaçış planlarını gerçekleştireceklerini, dolayısıyla hep beraber Meksika sınırına gideceklerini öğrendiğinde ancak bunu yapamayacağını anlıyor. İyi bir kocası, iki köpeği ve yerleşik bir düzeni varken, iki kanun kaçağıyla kaçamayacağına kanaat getiriyor. Neyse ki. Bir hayal olarak gördüğü şeyin gerçekleşmesine ramak kala geliyor kendine. Bu şekilde bir kaçışın mümkün olmayacağını düşündüğünden olsa gerek, temin ettiği malzemeler sayesinde özgürlüğüne kavuşacak olan iki adamın yanında kendine bir yer olmadığını anlıyor ve son dakikada deyim yerindeyse satıyor iki göz ağısını birden. Çünkü can güvenliği ile ilgili endişeler duyuyor ilk defa. Bu mahkumlar içerdeyken denetim altındalar, oysa ki hayatın içine karışmış, özgür ama denetimsizken, üstelik de birer kaçakken onlarla nasıl baş edeceği sorunu var ilk başta. Kafesin içindekine her şeyi yapabilecekken ve sana bağımlı iken, kuş/lar kafesten kaçtığında ne yapacak/lar işte onu bilmiyor/uz.
Altıncı bölüm itibariyle David ve Richard’ın hikayesi bir anda çıkıyor karşımıza. Dannemora’da yaşananlara anbean tanıklık etmekten mahkumların neden ve nasıl içeriye düşmüş olabileceklerini düşünmüyoruz. Çünkü bizler de ister istemez Tilly’ninkine benzer bir rüzgara kapılmışız gidiyoruz. Tilly’nin rüzgarına en çok da. Hapishane odasında Jack London okuyabilen, kaçarken onu hız olarak yavaşlatan Richard’ı geride bırakmayı hiç düşünmemiş olan David zamanında bir parçası olduğu polis cinayetinin tanığı imiş daha çok, arabayla üzerinden geçmiş olsa da, adamcağızı defalarca silahla vuran bir başkası oluyor ve anlıyoruz ki David’in kabilesi korkunç. Cinayetin işlendiği tarihse 4 Temmuz 2002. Richard’a gelince bir zamanlarki patronunu öldürdüğü yetmiyormuş gibi, bir de parçalayarak nehre atmış. Testereyle güç bela parçalıyor yaşlı adamı. Bu cinayetin işlendiği tarihse 3 Aralık 1997. David cinayeti üstlenmiyor olsa da, bastırmaya çalıştığı vahşi tarafı ilk fırsatta açığa çıkıyor özgür kaldıklarında. Çok daha gözükara ve öldürmek için ateş açabilecek durumda. Her ne olursa olsun cinayete karışmış ya da bulaşmış bir hele birden çok mahkumla bırak kaçmayı, ilişki yaşamak bile çok büyük cesaret istiyor. Bu yaşananları yaşanmadı diyerek Ben Stiller’a ateş püsküren gerçek Tilly’e, bir noktaya kadar hak vermemek elde değil. Olay çok taze ve zaten zamanında çok fazla kıyamet koparmış olayın geride kalan kahramanları olarak kocası, oğlu ve sanki hepsi kocaman birer aptalmış gibi gösterilen Dannemora halkının düştüğü durumu gayet güzel anlayabiliyorum ve bu iddialı projede yer alan isimler için bu durumun ne kadar riskli olduğunu düşünmeden edemiyorum ve de soruyorum: Kim ister? Hayatının mahrem anlarının ortalama izleyicinin beğenisine sunulmasını kim ister? Üstelik de Tilly altıncı bölümde ve devamında, tıpkı ilk bölümde olduğu gibi, yeryüzüne kocalarını aldatmak üzere indirilmiş bir dişi şeytan olarak karikatürize edilmişse. Ve dizinin izleyicisi olan pek çok insan, en çok da yöre halkı onu tanısınlar tanımasınlar bu dizide yer alan Tilly her nasılsa öyle anımsayacaklar.
Son olarak;
“Aptal o.o.p. yalnızsa ben ne yapayım?” David Sweat
Bir Cevap Yazın