ROCKETMAN :
“Asla doğru düzgün sevilmeyeceksin.” Elton John’un annesi
“Annen olmak hayal kırıklığı.”
“Gerçek aşkı bulmak zordur. O olmadan başa çıkmak için bir yol ararsın.” Elton John
“Benim adım Elton Hercules John. Ve bir alkoliğim. Kokain bağımlısıyım. Seks bağımlısı da. Ve sinir hastasıyım.” Elton John
GİRİŞ :
“Şairin hayatı şiirine dahil” diyen Cemal Süreya’yı anarak başlamak gerektiğini düşünüyorum aynı zamanda söz yazarı olan yani ozan ruhu da taşıyan Elton Hercules John’un hayatının başrolde olduğu Rocketman’i anlatmaya. Dillerde dolaşan ünlü şarkıların çılgın performansçısı, bir dönem zevk-i sefa alemlerinin başkahramanı, özel hayatındaki çalkantılarla dergilerin ve gazetelerin magazin sayfalarına çokça konuk olmuş, abartılı kostümleri, gündelik gösterişli kıyafetleri, içlerinde kaybolduğu kürkleri ve sayesinde kesesinin ağzını bir hayli açmak zorunda kaldığı alışveriş tutkusuyla; nihayetinde hayatındaki o büyük boşluğu yani anne baba sevgisizliğiyle büyümesinin acısını kağıtlara dökmüş fakat yine de bir türlü onay görmemiş, sırf bu yüzden tüm hırsıyla piyano başına geçip, bir Rock’n’Roll aşığı olmasına rağmen genç yaşta Royal Academy’e kabul edilebilmiş yani dehası daha yolun başındayken otoritelerce onaylanmış müzisyenin iniş çıkışlarla dolu hayatını izledik iki saat boyunca(hava atmak uğruna uzattıkça uzattığım cümlemin sonunu bulabildim nihayet, arayış her yerde). “Your Song”, “I want love”, “Sorry seems to be the hardest word” gibi parçalarının ilhamı ona hep omuzlarında taşıdığı geçmişin ağırlığı iyice yer etmişken, utanç denizinde yüzdükten ve çeşitli intihar girişimlerinden sonra gelmiş. Piyanosunun başına geçerek bestelediği şarkıların nasıl ortaya çıktığını gördüğünüzde, aslında rastgele dinlediğimiz nice “iyi” şarkının hiç de öyle kolay çıkmadığını da düşünmeden edemiyor insan. Bohemian Rhapsody ve Rocketman bu anlamda müzik dünyasına damga vurmuş bu çok önemli müzisyenlerin hayatlarının hangi evresinde ve neler neler çektikten sonra o sözleri yazıp, besteleri yaptıklarını göstermeleri açısından çok çok önemliydi. Ben Rocketman’i daha çok beğendim ve başarılı buldum pek çok anlamda. Mevzu hangi filmin neden diğerine göre daha iyi olduğunu uzun uzun anlatmak olmadığına göre, dağılmadan son çıkışa doğru ilerliyor ve binlerce feet yükseklikten aşağı atlamak yerine geveze olmak kaydıyla yerimizde sayıyoruz. Kısaca semalardayız ama bir yere kımıldandığımız da yok.
Biri homofobik diğeri olmayan iki karakterimizle yapacağımız hiç de duygusal olmayan diyaloğumuz için hazırsanız eğer, başlıyoruz hemen. H kişisi homofobik, O kişisi homofobik olmayandır. H kişisi imkanları olduğundan babası tarafından kolejde okutulmuş fakat içideki hayvanı eğitmesi mümkün olmamıştır. H’nin gerçek adı Necati, O’nunki Orhan’dır.
H – Non-noş!
O – Nonoşsa nonoş. Ne olmuş yani?
H – Anneme benzemiş.
O – Annen şarkı söyleyebiliyor muydu?
H – Mihrabım’dan başka duymadım. O da soğan doğrarken.
O – Ben çok üzüldüm Elton John’a. Freddie Mercury’e bu kadar üzülmemiştim. Ne bir çocuk, ne bir birey, ne bestekâr ne de güftekâr olarak onaylanabildi ailesince.
H – O da çok kırıttı ama. Deri pantolonlulardan aşk selamı. Neydi o haller öyle!
O – Hırpalandı diyecektin sanırım. Milyonlara konser vermek öyle kolay iş değil. Bir nevi bizim Zeki Müren’imizmiş.
H – Wimbledon’ı doldurdu.
O – Wembley.
H – Ne fark eder?
O – Adam tenis kortunda konser vermiyor yiğidim.
H – Olsun olsun futbol sahası olsun.
O – … ”Küçümsemek” sadece bir roman ismi değil yani!
H – Bir erkek nasıl kırıtabilir? Aklım almıyor yav.
O – Bir kadın nasıl cilve yapabilir?
H – O gerekli.
O – Belki onun için de o gerekli ve yaşamsaldır.
H – Pipiliyiz biz. Pipi doktoruna gideriz. Kadın doğumcuya değil. O zaman doktorlar da ayrılsın.
O – Nasıl yani?
H – Onlar pipiciye de gitmesin, kadın doğumcuya da. Ara bir branş bulunsun onlara.
O – Onlar! Pes Necati!
H – Asıl sana pes kırık kovboy meraklısı.
O – Ne densiz adamsın yahu! Ne kadar vizyonsuz, ne kadar faşist…
H – Öyleyim, var mı? Yok benim vizyonum televizyonum. Sen kendine bak asıl. Onur yürüyüşlerinde işin neydi? Televizyonu bir açtım, baktım, gözlerime inanamadım. Bizim adam dediğimiz adam orada. Elinde pankart, ağzında düdük, Taksim sokaklarında. Allah’tan baktım kızların arasındasın. Yoksa o kızlarda mı öyle? Deme sakın, yoksa onlar da mı?
O – Pes Necati!
H – Pesi hesi yok. Ama her şeye rağmen filmi beğendim. Final şarkısı mesela…ne acılardan sonra çıkmış ortaya. Çocuk da başarılıydı hani, hem söyledi, hem oynadı, hem hemcinsini öptü, kolay mı? Bana para versen, derim ki ben bu rolü oynayamam. Sakallı birini öpmem imkansız derim. Kubrick mezarından çıksa, gelse yanıma, dese böyle böyle…olmaz, olamaz arkadaş derim. Nonoş değilim, ben sapına kadar Türk erkeğiyim derim.
O – Kubrick yaşasaydı dahi sana böyle bir teklifle gelir miydi, orası şüpheli.
H – Benden daha Anadolu çocuğunu nereden bulacak ki?
O – Kubrick zaten, Spielberg hep, hayatı boyunca senin gibi bir Anadolu çocuğu aramış aramış da bulamamış olabilirler. Öte yandan, bak arkadaş, ben, sendeki yüksek özgüveni kimsede görmemiş olabilirim.
H – Farkındayım. Öyle yetiştirildik biz. Anadolu’nun bağrından çıkmış fidanlarız.
O – Şimdi de Deniz Gezmiş’lere öykünmek(içinden). Öyle abi(dışından). Fidansın abi(yine dışından, pes etmiştir).
H – Baba ne yapsın? O baba ne yapsın? Elbise modellerine bakan bir oğul.
O – Sevgisini gösterebilirdi. Her şeye rağmen.
H – O annenin görevi. Fakat o da…kimse bu çocuğu sevmemiş. Ne fena bir şey sevilmemek… bunda haklısın galiba.
O – Ondan önemlisi onaylanmamak.
H – Mihrabım annem. Arada sarılıp öpüyor beni. Sakalımı sıvazlıyor. Kısalt azıcık şunları, çorbanın içine giriyor dese de, ben yine de beni sevdiğini biliyorum.
O – Çorbaya mı sokuyorsun sakallarını?
H – Bilerek sokar mıyım hiç? Geçen çok açtım, gözüm dönmüş, fazla eğilmiştim çorbaya, o ara girmiş.
O – Kubrick yaşasaydı senden bir film çıkarırdı diye düşünüyorum aslında. Değişik bir havan var abi senin. Arada sosyal medyana takılıyorum da, çorbaya ekmek doğrarken, kadehlere rakı doldururken, sakalını sıvazlarken, erkek erkeğe senin gibi ağır abilerle gittiğin pikniklerde mangal başında çekilmiş pek çok eserin, pardon fotoğrafın çarptı gözüme. Takdir ettim abi seni.
H – Nasıl bir hava o anlat hele. Bayan arkadaşlara havamı atayım ben de.
O – Böyle ne bileyim…sakal sende, boy pos sende, kas desen de sende, yürüyorsun yerler titriyor abi, erkekleri bile yakarsın valla.
H – Ne diyon lan sen?
O – Yok abi şaka yaptım. Valla seni bir erkekle aynı yatakta düşünemiyorum yoksa.
H – Bana bak, alırım ayağımın altına şimdi. Nonoş nonoş konuşma benimle.
O – Yok abi sana her türlüsü yakışır demek istedim ben sadece.
H – Katil etme adamı
O – Neden abi, Foucault şeymiş, George, Elton, Freddie, bizden şey, şey ve şey bunlar hep şeymiş. James Brown şey, Judith Butler şey, Jeanette Winterson, Virginia Woolf, Oscar Wilde, Allah rahmet eylesin Küçük İskender, hep şey abi. Başarılı şeyler bir de. Her yerde şey var. Hepsi gerisinde şey şey eserler bıraktılar. Yalnız yerli olunca biz şey’e şey diyebiliyoruz ancak.
H – Ne olmuş yani? Ben de baba mirasım dükkanımızı bırakacağım. Onca insana ekmek, istihdam…
O – Aynı şey abi.
H – Az mı?
O – Çok bile abi.
H – Kesinlikle.
O – Sen, senin dükkanda kaç kişiyi istihdam ediyordun abi?
H – Dört.
O – Dört eve ekmek mi, dilden dile dolaşacak şarkılar yazıp kitlelerin önünde söylemek ya da dünya insanlık tarihine yön verecek izmlerin, anekdotların sahibi olmak mı daha mühim? Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan abi?
H – Ben bu kısırdöngünün cevabını biliyorum. Kendimden bir örnekle açıklayayım en güzeli. Elbette yumurta tavuktan çıkacak. Tavuk benim çünkü burada, beslediklerim de benim yumurtalarım. Tabii ki onlar benden çıkacaklar. Ben bir yumurtadan çıkalı uzun zaman olduğundan ötürü, öyle değil mi ama?
O – Öyle abi tavuksun sen.
H – Ben tavuk değilim. Misal verdim. Ben horozum. Bir daha da içinde öpüşen, sevişen erkeklerin olduğu filmleri hemcinsimle izlemem. Bunu da ekleyelim.
O – Haklısın abi(dışından). Ya nerden düştüm ben sana bir bilsem(içinden).
REGGIE DWIGHT VS. ELTON JOHN :
Bir çizgi roman, bazen süper kahramanı andıran kostümleriyle sahne almasıyla ünlü şarkıcının Mozart olabilecekken nasıl Elton John olduğunu, öncesinde çocukluk ve ilk gençlik yıllarından itibaren başlayarak anlatan filmin başlangıç sahnesi kendisinin de dahil olduğu bir grup terapisi esnasında, neden rehabilitasyona geldiğini anlattığı sahneyle açılıyor. Üzerindeyse yine bir sahne kostümü var en gösterişlisinden. Sayıları pek çok olan bağımlılıklarını sıralıyor art arda. Daha iyi biri olmak istiyor aslında. Bunun için de çocukluğuna inmek suretiyle başlıyor terapisti. Doktor bir nevi yönetmen ve senarist görevini üstleniyor. Seyirciler de terapi esnasında orada bulunan diğer hasta ve bağımlılar. Oturmuş Elton’ın hayatını izliyor ve dinliyoruz zevkle.
Müzik tutkunu, jazz plaklarından koleksiyon yapan babası, küçük çocuğun plaklarını ellemesinden rahatsız oladursun, Reggie Dwight hayalinde orkestra yönetiyor, piyano çalıyor. Ondaki cevher küçücük yaşında oturduğu piyanonun başında notaları doğru ve rahatlıkla bastığında anlaşılıyor sevgi dolu anneannesi ve sevgisiz annesi tarafından. Rahatlıkla Royal Academy of Music’e kabul ediliyor dehasıyla. Yetenek hemen anlaşılıyor. Fakat Elvis ve Rock’n’Roll tutkusu onu klasik bir piyanistten çok daha uzaklara taşıyor. Reggie, blues çalan siyahi grupların arkasında piyano çaladursun, değişime ismiyle başlıyor. Ufak ufak da olsa ilk besteleri ortaya çıkmaya başlıyor bu zamanlarda. ”Candle in the wind”in melodileri dolaşıyor önce zihninde, sonra parmaklarında. Cinsel kimliği ise hala net değil, eşcinsel olup olmadığı sorulduğunda net bir cevap veremiyor, çünkü herhangi bir girişimde bulunacak cesareti yok henüz. Hayatını değiştiren ve onu dönüştüren, aynı zamanda ölümsüz bir ortaklık, kardeşlik ve de arkadaşlık edinmesini sağlayacak olan an ona altın tepsiyle olmasa da kağıttan bir dosyanın içinde sunuluyor. Ve dosyanın içinden Bernie Taupin’in sözlerini yazdığı henüz bestelenmemiş sözler çıkıyor. “Your Song” bu dostluktan doğuyor. “Don’t let the sun go down on me”de. “Goodbye yellow brick road”da. Daha da pek çokları. Filmin kalbinde yer alan bu kadim ortaklığa dönüyoruz film boyunca defalarca. Evrenin görünmez kuralları bu iki yetenekli adamı sihirli bir şekilde bir araya getiriyor ve bu özel dostluktan neler neler doğuyor, halen daha dinliyoruz beraber.
Vahyin indiği yaştan çok daha erken bir yaşta şöhreti yakalayan Elton John önemli dergilere kapak oluyor. Milyon dolarlık servet de cabası. Bernie’den hoşlansa da, genç adam daha yolun başındalarken onu nazikçe reddediyor ve aralarındaki dostluğu bozmadan bugünlere kadar gelebiliyorlar. Zaten Bernie heteroseksüel ve Elton ona olan zaafını hiç olmayan kardeşim diyerek ifade ediyor açıkça. Hayatındaki boşluğu doldurmaya çalıştığı anlardaysa Emmy ödüllü aktör Richard Madden’ın canlandırdığı ve aynı zamanda menajerliğini yapacak olan John Reid çıkıyor karşısına. Reid onun sayesinde servetine servet katadursun, Elton John sözde beraber çıktıkları yolda yine bir başına kalıyor. Reid onun şöhretinden faydalandığı gibi, kendisine berbat davranıyor. Onu yanından uzaklaştırmalısın diyen Bernie’ye bir yanıyla hak verse de, kolay bağımlı olabildiğinden bırakamıyor onu bir türlü. Kendini avutmak için sarıldığı kokain ve alkol bağımlılığıysa onu iyice diplere çekiyor. İşin ilginç yanı ne kadar dibe vurmuş olursa olsun, ne kadar mutsuz olursa olsun, konser esnasında piyanosunun başına geçer geçmez müthiş bir hırsla basıyor notalara. Olması gereken yerde olmasının verdiği bilinçsiz bir direniş var onda. Karşımızda bir deha var; fakat dehasıyla başa çıkabildiği kadar, özel hayatını kontrol edip düzenleyecek otokontrole sahip değil.
Filmin enteresan yanı, daha doğrusu Elton John’un enteresanlığı, çok utangaç bir çocukken, sahnede saçtığı star hızı. Piyanosunun başına geçtiğinde, içinden çıkan hayvanla baş edemiyor adeta. İyi ki de böyle. Hırsla, öfkeyle, hiddetle, intikam alırcasına basıyor tuşlara. Kitleleri etkileme, milyonları eteklerinde buluşturma becerisi inanılmaz. Bu seksenlerde de, günümüzde de aynı şiddette. İnsanlar onu seviyor, Kraliyet onu seviyor, Lady Di onu sevmişti. Onu bu dünyada hiç sevmemiş anne babasına karşılık, insanın kendisini milyonlarca insana sevdirtebilmesi gerçekten çok büyük bir başarı. Bazı insanların kutsaliyeti var ve bunun için peygamber olmaya gerek yok. Ya da belki de onlar müziğin peygamberleridir. Filmin aynı zamanda prodüktörlerinden olan Elton John ve eşi David Furnish’in filmi bir güzellemeye dönüştürdüğü gerçeği ise göz ardı edilir gibi olmamakla beraber, film her şeye rağmen iyi bir müzikal biyografi olarak adından söz ettirmiş ve de ettirtecektir de. Bu başarının en büyük mimarının da Taron Egerton olduğunu düşünüyorum. Olabilecek en tatlı ifadeye, yeteneğe ve müzikaliyete sahip olan Egerton’ın ismini daha çok duyacağımızı tahmin ediyorum. Bu çocuk çok yetenekli diyorum. ”I’m still standing”i söylediği final sahnesi unutulmazdı. Yaşanmış olumsuzlukların geçtiğinin bir kanıtı olarak, hayatın bundan sonraki sayfaları için dik durmaya çalışan Elton John için bir güzellemeydi adeta. ‘My Way” kıvamında söylenmiş şarkı orijinal halinden çok daha iyiydi bu arada.
Size nasıl ulaşabilirim meriç hanım, blogum ile ilgili bilgi almak istiyorum.
BeğenBeğen