TULLY :
“Kendimi başıboş bir çöp kutusu gibi hissediyorum. Seksenlerde çöp dolu bir tekne haftalar boyunca Doğu Kıyısı’nda dolaşmıştı. Boşaltacak bir yer bulamadılar. Onlar da tekneyi Brooklyn’e çekip tüm çöpleri yaktılar.” Marlo
“Bir yabancının her gece evimde bebeğimle ilişki kurmasını istemiyorum. Sonunda bakıcının aileyi öldürmeye çalıştığı, annenin kurtulup hayat boyunca bastonla yürüdüğü bir film gibi.” Marlo
“Eğer gerçekleşmeyen bir hayalim olsaydı dünyaya sinirlenmek olurdu. Onun yerine sadece kendime sinirliyim.” Marlo
“Bütünü düzeltmeden parçaları düzeltemezsin.” Tully
“Beni öldürmediğin için teşekkürler.” Tully
Charlize Theron’un “Monster”dan sonra fiziksel anlamda ciddi değişime uğradığı ikinci film “Tully”. İkisi cepte pardon evde, sonuncusuysa karnının içinde yer alan üç çocuğunu binbir cefayla taşımış hala da taşımaya devam eden, yıpranmış bir kadın olan Marlo’nun hikayesini izliyoruz. Son çocuğunu kırkında doğuran, doğum kilolarını üzerinden atamadığı gibi, hem kilolarıyla hem hayatla hem de kendisiyle barışamayan hayat yorgunu genç kadının çaresizlikten sığındığı ve filme adını veren Tully’si var bir de sürpriz olarak. Her eve lazım Tully kimdir sorusunun cevabı üzerine kurulu filmin ters köşe finalindense sürpriz kalması için bahsetmiyoruz burada kimselere. Filmin yönetmeni Jason Reitman, senaristi olarak da Diablo Cody’i referans olarak vermek yetecektir sinemaseverlere. İkilinin üçüncü ortaklığı bu. İlk defa Juno’da bereber çalışan ikili harika bir iş çıkarmışlardı. Yine öyle. Biz dönelim filmimize. Mayıs’ta ABD’de vizyona giren filmin vasat puanına aldırış etmeyin siz siz olun. Yabancı basında hakkında çıkmış tek bir kötü eleştiri bulmak mümkün değil. Çünkü film iyi bir film. İyiniyetli ve de ustaca kotarılmış(bayılırım klişelere) herşeyden önce. Derdini tatlı tatlı anlatıyor, gizeminiyse dolambaçlı yollara sapmadan korumasını biliyor. Tıpkı ismi gibi: “Tully”: Az ve öz.
Marlo davul gibi karnıyla iniyor evinin merdivenlerden filmin ilk sahnesinde. Nerdeyse merdivenin genişliğinde bir bedene sahip. Zaten ilk tanışmamız kendisiyle değil, bedeniyle ve t-shirtlerden taşan yusyuvarlak karnıyla oluyor. Marlo, oğlu Jonah’nın kollarını fırçalıyor çocuk yatmadan önce. İlk çocukları olan Sarah’nın teşhisi konmuş astımı varken, Jonah’nın otizmi anımsatan hal ve hareketlerine isim koyamayan üç doktor gezmişler zamanında. İlginç ya da tuhaf, sıradışı veya garip sıfatlarıyla tanımlanıyor Jonah. Şinitzel takıntısı var mesela. Rutininin dışına çıkıldığında krize giriyor. Onu tanımlayan en kuvvetli sahne arabayla bir başka güzergahı takip ederek vardıkları boş otoparkta durmayı reddeden Jonah’nın arabanın arka koltuğunu tekmelemek suretiyle kendi istediğini elde edene dek bağırması oluyor. Park yerlerine kavuşan aile bireyleriyse sinir içinde ve dolu gözlerle nihayet sakinleşebildiklerinde, mutlu musun diye soruyor Marlo oğluna. Evet ya da hayır ama içi rahatlamış oluyor çocuğun en azından. Tüm bu hengamenin ortasında suyu gelen Marlo’yu kocası hastaneye götürürken her şey son derece sakin ve heyecansız gerçekleşiyor. Çünkü erkek çocuk tahminlerinin aksine Mia dünyaya geliyor üçüncü çocuk olarak ve karı kocadan ne birinin ne de ötekinin verecek pek fazla bir şeyi yokken ve tekne kazıntısı hiç istenmezken bile dertsiz bir şekilde geliveriyor dünyaya. Doktor bebeği dünyaya getirdikten hemen sonra bir kız diyor ki, zaten bir kız var ve zaten bir oğul da var olduğundan değişik de bir durum olmadığından, kocası alnından öpüyor karısının başardın gibisinden bu bir görevmişçesine. Marlo ıkınmaktan fenalık geçirdiğinden terli alnı ve kızaran yanaklarıyla yatmakta olduğu yerde kendine gelmeye çalışırken, o çok bildiği bezli külot ve süt sağma makineleriyle yapacağı mesaileri düşünüyor belki de içten içe. Çok doğum yapmış olmanın, bir kadından fiziksel olarak neler götürdüğünü görüyoruz onun cisminde.
Kocası iş odaklı yaşadığından, çocukların okuluyla, okuldaki rehberlikçiyle ve daha pek çok dertle uğraşmak zorunda kalan Marlo bir başına bunca yükü kaldırmakta zorlanıyor çoğu zaman. Bereket her defasında kıyamet çıkmışçasına kavga dövüş, bağır çağır evden ayrılan, sürüklenerek okula götürülen çocuklar için de, Marlo için de bu durum normalleşiveriyor kısa bir süre sonra. Ve yine çok kısa bir süre sonra gerçekleşecek olan doğumdan önce, yetenek gösterisinde pilates becerilerini sergileyen bir kızları olan ve burjuva olduğunu kabul eden varlıklı erkek kardeşi ve onun eşi tarafından davet edildikleri akşam yemeğinde bebek hediyesi olarak ücretini karşıladıkları bir gece dadısı fikrini duyar duymaz şiddetle reddeden Marlo, baş edemediği onca yük karşısında kendisine verilen numarayı aramak zorunda kalıyor. Tully ise tüm sevimliliği, çıkarsızlığı ve dümdüz karnıyla kısa bir sürede harikalar yaratıveriyor Marlo’nun hayatında. Bir mucize gerçekleşiyor adeta evin içinde. Doğum öncesinde ve sonrasında gördüğü mavi sularda ona doğru yüzen denizkızının olduğu rüya ve bu rüyanın gizemi filmin sonunda açıklandığında ancak ne izlediğini anlıyor olmanız filmin en büyük kozu ve başarısıdır bence.
Marlo’nun çocuklara yemek olarak dondurulmuş pizza yapabildiği bir akşam yemeği esnasında kendinden geçerek üzerinden t-shirt’ünü çıkardığı sahnede kızı Sarah vücuduna ne oldu diye soruyordu annesine. Karın yağları, emzirmekten şekil değiştirmiş göğüsleriyle yorgunluktan biçare Marlo’nun fiziksel olarak ne hale geldiğini hem de Charlize Theron gibi bir kadın üzerinden görmek anneliğin hiç de o bir takım bloglarda anlatılan peri masallarındaki gibi olmadığını, kendine ayıracak vakti ve imkanı dolayısıyla parası yok ise eğer kiloların nasıl da üzerine yapışıp kaldığını, sanılanın aksine babanın çocuklarının üzerine titrediğini ama sadece titrediğini bunu da iş dönüşü geldiği evde gün ve gece boyunca karnı doyurulup, altı temizlenip tüm huzursuzlukları giderilen bebeğin arabasına doğru agu gugu yaptığı sahne ile özetliyordu film. İngiliz edebiyatı diploması olan, fakat protein üreten bir firmada insan kaynaklarında çalıştığı için hayıflanan Marlo, yirmilerinin sonundaki Tully ile yaptığı konuşmalarda en çok o yaşlardaki halini anıyordu özlemle. Yakınlarda kahve içerken karşılaştığı eski kız arkadaşı Violet ve ona olan aşkını anımsıyor Tully yanındayken. Gittikleri bir barda çılgınlar gibi kafasını sallıyor. Deşarj olmaya o kadar ihtiyacı varken bile yakasına yapışan anneliğiyle başa çıkmaya çalışıyor. Tuvalette dolup şişen ve acı veren göğsünden gelen sütü sağmaya çalışıyor Tully’nin yardımıyla. Burada bir mucize gerçekleştiriyoruz diye bağırıyor Tully tuvaletin kapısında ısrarla bekleyen bar müdavimlerine. Doğum, emzirmek, annelik bir mucizeyken, insanlık ve halleri ve psikozları gerçek birer kabus oluyorlar insan hayatındaki. Giden gençliğine, kaybolan formuna, almak zorunda olduğu hayatların sorumluluklarına ağlıyor en çok Marlo, ama en çok da giden gençliğine. Anneliği toz pembe gösteren bir sürü annenin internet kanalıyla ulaştığı okurlarına anneliklerini insanın gözlerine soka soka yaşatan anayım ben ana kıvamındaki tespit, tercih ve tavsiyelerini en çok da reklamım oluyor diye onaylayan kerli ferli doktorlara tavsiye edilmeli bu film. Doğalı bu çünkü. Gerçekler bunlar. Kocaların çapı bu. Kapasitesi belli. İnsanların geliri belli. Çalışma şartları da. Yoga, pilates sınıflarında nefes egzersizi yaparak doğum yapanların sayısı da belli. O toz pembe hayatlar bitecek bir gün, bir gün birisi yanlışlıkla gözlüğünüze basacak ama şimdi ama sonra ama basacak. Çünkü dünya öyle değil, böyle bir yer. Bu yüzden Tully bizim standart annelerimize hitap eder. Birde filmde işlenen lohusalık çeşitli yönlerden başarıyla ele alınmış. Mesela doğum ertesi kadının yaşadığı boşluk, cinsel anlamda kendini çekici bulmayışı, kocasıyla iki sevgiliden öte aynı yatağı paylaşmak zorunda kalan iki kardeşe dönüşmelerinin kayıtsızlığı ve bu boşluğu doldurmak için Amerikan televizyonlarının en saçma programlarından Tokmakçılar pardon Şaplakçılar pardon Jigololar’ı ilgiyle izleyişi var ki evlere şenlik. Marlo ya da Tully bu ve bir sürü nedenden ötürü muhakkak izlenmeli. Karşınızda iyi bir “kadın” filmi var çünkü.
Bir Cevap Yazın