MASTER OF NONE :
“İnsanlar her seferinde anında büyülü hale gelmiyorlar. Bazen sonradan büyülü olabiliyorlar. Bazen de çöplük haline geliyorlar.” Denise
“Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum. Her dalın ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, göz kırpıyordu. İncirlerden biri, bir eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir başkası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir profesör, biri şaşırtıcı editör, öbürü Avrupa, Afrika ve Güney Amerika, biri Constantin, Socrates, Atilla ve garip adları, değişik meslekleri olan daha bir yığın aşık. Bir başkasıysa Olimpiyat takım şampiyonu bir kadındı ve bu incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım bir sürü incir daha vardı. Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı istiyordum ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başladı.” Sylvia Plath, Sırça Fanus
“Azınlık, diğerlerinin yarısı kadar başarılı olmak için iki katı çalışan insanlardır.” Angela Bassett
Bir arkadaşımın öncü bilgilendirmesi, bu öncü bilgilendirmelerin şiddetinin gitgide artması, sonrasında ise ihtar ve kınamaya dönüşüp ihtarın ihbar, kınamanın ise beni önüne geçilmez bir girdaba sürüklemesi sonucunda çok çok az merak, bir’az istek, en çok da mızmız bir vaziyette oturduğum ekran karşısından bir gün içerisinde türlü duygular arasında gide gele ama en çok da duygusal açıdan tatmin olmuş ve iyi bir şeyler izlemiş olmanın verdiği memnuniyetle kalktığımda Banuhan Güvenir’e müteşekkir olduğumu buradan sizin aracılığınızla itiraf ediyorum. Her zaman bu kadar iyi bir dizi çıkmıyor insanın karşısına. Herkes dizi yapıyor da… Toplamda yirmi bölümden oluşan iki sezona başlamadan önce, ilk sezona dayandığın takdirde, ikinci sezon çok harika bölümler var demişti. Dizi bittiğinde tekrar İtalya’ya gitmek istiyordu ki haziranda o Amerika’ya giderken, ben bir başka Anadolu turnesine çıkacağım(ya evet turne kapsamında, Ramazan ayı boyunca içki içilmeyen türkü barlarda sahne alacağım Yozgat-Niğde-Konya… olur olur Tokat’ta olur). Dizinin yaratıcısı, yazarı, kimi bölümlerin yönetmeni ve de esas oyuncusu olan Aziz Ansari ve dizi hakkında anlattıklarını yarım yamalak dinlemiştim. Hani hiçbir şey hakkında hiçbir şey duymak istediğiniz zamanlar vardır ya, işte o zamansız zamanlarımdan birine denk gelmişti bu dizi. Bir kez Amerika’da doğan ilk nesil ve biraz da züppe köri insanı, restoran aşığı, lezzet aşığı, New York’lu bir Hintlinin/Hint asıllı New York’lunun hayatı, aşk hayatı, seks hayatı, eğlence hayatı, arkadaşlarıyla ne yapıp ne ettikleri, ne yiyip ne içtikleri beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Buna ek olarak New York bir Varanasi değildi ve Ganj’da yıkanmayan, Hindu olmayan, üstelik iki sezon boyunca kendi memleketi dururken Modena’daki gurme restoranlarında yanında da dev gibi beyaz arkadaşıyla yemek yiyen Hint asıllı Müslüman bir aileden gelen otuzlu yaşlarının başında, kariyer hayatında dikiş tutturamamış, yine de iyi bir dairede mızmızlanarak ömrünü geçiren bir adamın hayatı da beni ilgilendirmiyordu. Fakat gel gör ki evdeki hesap her zaman çarşıdakine uymayabilirdi. Master of None ara ara kültürel emperyalizm içeren subliminal mesajlar içermesine rağmen cidden çok tatlı bir iş ve ben aslında dizi hakkında kötü bir şeyler arayıp bulamayan Doğu’nun çok kötü ve kalbi buz tutmuş kraliçesiyim. Dizide daha az beğendiğim bölümler oldu ama hiç beğenmediğim ya da bitsin dediğim bir bölüm yoktu. Yönetmenlik koltuğuna da oturan Ansari yönetmen olarak da başarılı idi. Saygı duruşları bitmek bilmedi. İtalyan sinemasına, yönetmenlerine, De Sica’ya, Antonioni’ye, Amerikan filmlerine, dizilerine, Seinfeld’e, Woody Allen’a… Ve tüm bunlar yapaylıktan uzak gerçekleşiyordu. Ucuz bir taklit, gereksiz bir yeniden yapım olmaktan çok uzak bir atmosferde, tüm özgünlüğüyle cerayan ediyordu olaylar. Üstüne üstlük ilk sezon da öyle yabana atılır gibi değildi. İlk bölümden itibaren taze ve güncel espriler yakamı bırakmadı. Ama kabul etmek gerekirse ikinci sezondaki kimi bölümler ve dayandığı öykücükler ve konunun geçtiği mekanlar, son olarak da sahip olduğu dertler açısından eşsizdi. Bir bütün olarak baktığınızdaysa ister dramedy ister romcon deyin bu türü sevmeyen biri olan beni bile etkisi altına almayı başardı kolaylıkla. Netflix’ten üçüncü sezon onayını almış, kıymeti “şimdilik” az bilinen Master of None hakkında bir sürü gevezelik etmeye başlayacağım az sonra.
BİRİNCİ SEZON :
Dizinin ismini aldığı “jack of all trades master of none”ı çevirdiğimiz takdirde “her işin adamı, hiçbirinin erbabı” gibi bir karşılığı var güzel Türkçemizde. Tıpkı Aziz Ansari’nin canlandırdığı Dev karakteri gibi. Bir tarihte-ki bu tarih bundan yaklaşık beş yıl öncesi, oynadığı bir reklam filminden gelen gelirle hayatını idame ettirdiğini söyleyen ama New York’ta son derece konforlu bir hayat yaşayan 1/6 kanı siyah olan Dev’in, ben buradayım ve Hintliyim diyen dış görünüşü sayesinde beyaz ekranda sadece küçük roller alabildiğini görüyoruz. Olayı kelimeler olmayan dandik filmlerdeki küçük rollerle avunmak zorunda kalıyor çoğunlukla. İş bu noktaya geldiğinde Amerika’da önemli bir azınlığı oluşturan Hintlilerin ırkçılıktan ötürü televizyon dünyasında hak ettikleri yerlere gelemediklerini, kendilerine hep bir komedi unsuru olarak bakıldığını ya Hintli sosisçi, ya da Hintli büfeci gibi basmakalıp rollerle geçiştirildiklerini görüyoruz. Yıllar yıllar önce TRT1’de yayınlanan ve biri köyünden çıkıp gelmiş, diğeri şehirde yaşayan iki kuzenin şehirde aynı daireyi paylaşmaları ve bu sayede yaşananların aktarıldığı komedi dizisi Perfect Strangers’daki köylü kuzen Balki rolünün teklif edilmesi bile buna dayanıyor. Mimar, eldiven tasarımcısı gibi sofistike meslekleri oynayabilecekleri roller ya da Bradley Cooper’a teklif edilen roller onları bulmuyor yazık ki. Öte yandan insanlar Asyalı ya da Hintlilere ırkçılık yapılınca pek coşmuyorlar. Sadece siyahiler ve eşcinseller hakkında kötü bir şey söylediğinde yaygara koparma riski alıyorsun. Beraber olduğu evli bir kadının kocası tarafından basıldığında bile, öfkeli beyaz adam karısına her şeyi bir kenara bırakıp, beni ufak bir Hintli adamla mı aldattın diye çıkışıyor ilk önce. Bir erkeğin aldatılmasından daha mühim mesele, onu hangi ırktan ve nasıl bir adamla, kadın da olabilir aldattığı oluyor.
Dizinin ilk bölümü Aziz’in karakterine, arkadaşlarıyla olan ilişkisine kısaca hayatına giriş niteliğinde. Dev’in kadim dostları olan dev gibi bir bedenin içinde çocuk kalbi taşıyan, aynı zamanda çok da çapkın olan Arnold, siyahi ve Lübnanlı Denise-o da çapkın ve Asyalı Brian’la oturup evlilik, çocuk yapıp yapmamak ve cinsel hayatları hakkında konuşuyorlar açık açık. Bölümün adı olan Plan B doğum kontrol hapına verilen isim, Plan A ise çocuk yapmak. Arnold oldukça anekdotal bir yorum yapıyor çocuk meselesi söz konusu olduğunda. Şöyle; “Bebekler çok sıkıcı oğlum. Hiçbir mantığı yok. Eski günlerde o veletlerden yapardın, onlar da çiftliğinle filan ilgilenirlerdi ama o kırsal yaşam tarzı geride kaldı. Hiçbir işe yaramıyorlar artık.” Nitekim “Aileler” adını taşıyan ikinci bölümde bu sefer de babaların hayatları boyunca yaptıkları tüm fedakarlıklara rağmen, oğulların vurdumduymazlığına ve bencilliğine şahit oluyoruz. Yüksek yaşam standardına sahip oğullar, bir sürü alternatif dururken aileleriyle çok da haşır neşir olmak niyetinde değiller. İşin içine jenerasyon farkı ve ebeveynlerin geçmişte yaşadıkları sıkıntılarını paylaşmakta ketum davranmalarından ötürü karşılıklı paylaşımları iyiden iyiye azalıyor. Başında belirttiğim gibi Dev ailenin Amerika’da doğan ilk kuşak çocuğu. Çocukları ve gelecekleri için büyük fedakarlıklar yapan ailelerin rahata kavuşmuş olan neslinin sahip olduğu eğlence lüksünü sonuna kadar kullanan çocuklar hepsi. Tayvan’dan gelmiş olan Brian babasının geldiği noktayı, bir zamanlar yıkanmak için nehre giren çocuğun, şimdi kendisiyle konuşan bir araba kullanmasıyla özetliyor kısaca.
Dizinin ilk sezonu Dev’in Rachel’dan ayrılması daha doğrusu Rachel’ın kendini ve bir hayalini gerçekleştirmek üzere, zaten monotonlaşmış ve bir noktadan sonra tıkanmış ilişkisini bir kenara bırakarak Tokyo’ya gitmesi ve Dev’in de ani bir kararla valizini toplayıp İtalya’ya giden bir uçakta bilinmeze doğru yol almasıyla bitiyor. Beatrice ve Şarlman ayrılıyorlar yazık ki. Tüm bunlar esnasında ailesi ve de özellikle babası hep destek oluyor ona. Fakat bu, kariyerinin berbat gittiği gerçeğini değiştirmiyor. Oynadığı bir filmdeki ufacık bir rol bile montajda kesiliyor. Ne yapacağını bilmez bir haldeyken, bir yol ayrımında ani bir kararla kendini uçakta buluyor Dev. Diğer yandan kararsız Plath gibi açlıktan ölse de, buruşup kararan incirleri izlemekten başka bir şey yapamıyor. Bir parça depresif bitiyor kısaca ilk sezonun onuncu ve son bölümü.
İKİNCİ SEZON :
Allooora ile başlıyor ikinci sezon. Tamamı siyah beyaz olarak çekilmiş olan “Hırsız” bölümüyle Vittoria de Sica’nın Bisiklet Hırsızları’na ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ne sayısız gönderme ve bir çeşit saygı duruşunda bulunuyor Ansari, çok da şık bir şekilde; üstelik hiç de yüzüne gözüne bulaştırmadan. Espresso, pasta, lazanya, formaggio, çavvv, bella, kapito, gelato ve pizza’lı bir bölümle Modena’nın tarihi dokusunu kaybetmemiş meydanlarında, siyah beyaz sokaklarında dolaşıyor, bisiklete biniyor, hırsız kovalıyor küçük ve tombik elemanıyla birlikte. Rachel uzaklarda ve yalnızlığını bir kez daha hissediyor burada. Herkes ya biriyle çıkıyor, ya evli ya da nine. İkinci bölümde Arnold geliyor İtalya’ya. Beraber İtalyan olmayı düşünüyorlar. New York’taki telaş burada yok. Gün filmlerin siyah beyaz çekildiği zamanlardaki gibi ya da bir kartpostal üzerindeki rengarenk doğanın duruşu gibi telaşsız ve tasasız geçiyor çoğu zaman. Yemekler güzel, şaraplar güzel, baharatlar güzel, manzara güzel… Luciano Pavarotti’nin doğduğu yer Modena. Enzo Ferrari şirketini burada kurmuş. Ferrari ve Maserati marka arabalar burada üretiliyor ve dünyaya pazarlanıyor hala. İkinci bölümde Dev ve dev Arnold’un gittikleri Osteria Francescana Restoranı’nda yemek yiyorlar beraber. Yerken kendilerinden geçseler de, Dev’in içindeki boşluk geçmek bilmiyor. Rachel’la mesajları iyice yüzeyselleşiyor, derinliksiz bir ilişki uzak ülkelerden ancak bu kadar yürütülebiliyor. Bitiyor yavaş yavaş, kendiliğinden, onlar bir son koymadan. Pizza ve makarna dersi aldığı yaşlı ninenin torunu olan nişanlı Francesca böylelikle giriyor hayatına yavaş yavaş. Bu defa aşık oluyor Dev. Bir İtalyan kıza.
Üçüncü bölümde “din” meselesini işliyor Ansari ve evet “din” bir mesele hem de çok karmaşık bir mesele, üstelik çok basit yaşanması ve yaşatılması gerekirken. Dev, bacon hayranı çocukluğundan beri(o ne güzel şeydir öyle çıtır çıtır, lezzetli). Dindar amcası ve yengesiyle yemeğe çıkmadan önce kırk bin kez ikaz ediliyor rahat davranmaması hususunda. Dev’in Müslümanlıkla, camilerle işi yok. Ama annesi “öyle de” dedi diye Ramadan’da oruç tuttuğunu söylüyor. Aksi takdirde annesi herkes içinde çimdikliyor onu. Dev ve onun gibi genç nesil İslamiyete ayak uydurmakta güçlük çekiyorlar, onlar için dinin kültürel bir değeri yok kısaca. Ama eninde sonunda otuz yaşındaki Dev annesi tarafından çimdiklenmekten kurtulamıyor yine herkesin önünde. Gerçek hayattaki annesi ve babası oynuyorlar dizide Dev’in ebeveynleri rolünde. Annesi aklına estiği gibi konuşuyor, düşündüğünü söylüyor. Neyse o burada da. Rol yapmıyor, yapmacıklığı yok. Başkalarının ne düşündüğü onun için önemli. Teklif geldiğinde dizide oynamayı reddetmiş, hiç istememiş. Babası ise dizide olduğu gibi gerçek hayatında da doktor. Oyunculuğu sevdiği her halinden belli. Ben senin yerine oynardım diyor oğluna her fırsatta. Oynuyor da. Dev’in doğal komikliği aileden kısaca.
Dizinin altıncı, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu bölümleri ayrı ayrı çok özel ve çok güzeldi. Hele ikinci sezon, onuncu bölümde Mina’nın seslendirdiği Un anno d’amore var ki… Francesca, Dev’in kulağına sözlerini tercüme eder bir yandan da dans ederlerken; ricorderai diye, hatırlayacaksın diye… Dev aşıktır bu seferinde.
New York’un farklı bölgelerinde farklı hayatlar yaşayan göçmenlerin hayatlarının bir sinema salonunda kesiştiği altıncı bölüm, Denise’in Lübnanlı olduğunu gençliğinde Dev’e itiraf ettiği, Dev’in de Lübnan, Ürdün fark etmez sen Denise kal diyerek onu olduğu gibi kabul ettiği ve her sene aynı masanın etrafında, aynı ellerin birleştiği Şükran Günü sofrasında, içerisinde bir de Angela Bassett barındıran sekizinci bölüm, Sergio Endrigo’nun “Canzone Per Te”si eşliğinde New York manzarası arkada, Antonioni’ye ve L’avventura, La Notte ve L’eclisse’i anımsatan anları kapsayan sonbaharda New York manzaralı, kırmızı yaprakların altında, serinin de en uzun bölümü olan dokuzuncu bölümünün ardından çok iyi bir final ile nihayetlenen “Master of None” dudak büzmekten utandıran iyi bir dizi olmuş. Aziz Ansari ve Alan Yang benzerleri arasından yakaladıkları sinemasal tatlarla çok farklı ve olgun bir iş ortaya çıkarmayı başarmışlar şu genç yaşlarında.
Bir Cevap Yazın