CAN YOU EVER FORGIVE ME? : BENİ AFFEDEBİLİR MİSİN?
“Sırrımı harcadım.” Lee Israel
“İnsanlara ne dersen inanırlar.”
“Çoğu fani çoğunlukla yok olur. Bu şekilde ise bir çeşit hala yaşıyor sayılırsın. Sen öldüğünde mektuplarının bu şekilde yayınlanmasını istemez misin?” Anna
“Ben Dorothy Parker’dan daha iyi bir Dorothy Parker’ım.” Lee
“Mesafeni koruyabilmek için yapabileceğin her şeyi yaptın. Yalan söyledin, içki içtin, bencildin. Perişan haldeydin. Bana güvenmiyordun.” Elaine
-“Çok iyi bir insan olduğunu düşünmüyorum Lee.” Jack Hock
-“Sana katılıyorum.” Lee Israel
GİRİŞ :
Dikkatimin dağınık, başımın sıkışık, aklımınsa uyuşuk olduğu bir zamanda izlemiştim. Üzerine kafa yoracak fırsatım, filmi önemseyecek halim yoktu. Yine yok. Ama yok olması bahane olmamalıydı ve yok diyenin yok olurdu. Dedim ve filmi tekrar izledim aklımın bir yerinde kalmış olan Melissa McCarthy’nin bu senenin belki de en iyi kadın oyuncu performansına istinaden. İncelikli bir senaryo sayesinde yaratılan derin karakter analizi, bozuk ağzının, sivri dilinin ve alkolün ardına sığınarak kendini yalnızlaştıran başkarakterin başlarda sevimsiz gelebilecek tavırlarına rağmen, ilerleyen dakikalarda insanın bir o kadar da bağrına basasının geldiği Lee Israel’in dünyasına girdikçe dikenlerin nasıl olup da en çok gülün kendisine battığını görmüş oldum ince ince. Gördüklerimden pişman, Lee’nin sahtekarlıklarından rahatsız oldum mu diye soracak olursanız, asla diyeceğim. O kadar parasız, patavatsız, depresif ve pasaklıydı ki…hissettiği değersizlik hissinden kaynaklanan ağır depresyonundan ötürü bile sevmemem mümkün değildi. Külçe gibi bedenini zor taşıyordu sokaklarda. Mutsuz, bakımsız, yalnız ve sevgisiz bir karakterdi.
Diğer yandan filmi tek sırtlanan isim Melissa McCarthy miydi? Yine diyeceğim ki, asla. Richard E. Grant, canlandırdığı evsiz, sorumsuz, avare ve hötöröf Jack Hock rolünde McCarthy’le kolaylıkla başa çıkabildi. Senaryonun en büyük başarısı Lee’nin karakterinin gizli kalmış taraflarının yavaş yavaş ortaya dökülmesinde yatıyor zaten. Film aksiyondan çok, karakter odaklı ilerliyor. Lee, karanlık bir New York akşamında tek başına ilerlerken paltosunun içine sığdırdığı iri gövdesi ve sallapati yürüyüşüyle yürek burkuyor. Neredeyse sahtekarlıkları iyi ki yapmış, yoksa sıradan bir biyografi yazarı olarak kalacaktı ve varlığından kimsenin haberi olmayacaktı diyorsunuz. Elinden içki bardağı düşmeyen, gittiği davetin vestiyerinde gözüne kestirdiği bir başkasının paltosunu kendisininmiş gibi isteyen ve giyen; film boyunca da üzerinden çıkarmayan, bunda da bir sakınca görmeyen, son söyleneceği ilk söyleyen, insanlara karşı nazik olmakla mesai harcamayan, filme konu olan sahtekarlığından duyduğu pişmanlığı çok başka şeylere bağlayan, arkadaşsız da olsa hayatına giren ve girmeye çalışan tüm kadınlarla arasına buzdan duvar ören Lee’yi dünya üzerinde tek seven canlının kedisi olduğunu görüyoruz. O da yaşlı ve hasta. Zaten ölüyor kısa bir süre sonra.
BENİ AFFEDEBİLİR MİSİN?
Ya sonra? Ama önce affet. Affet beni. Yaptıklarımdan ve yapacaklarımdan ötürü. Sevgimi gösteremeyişimden ötürü. Seni de diğerleri gibi dolandırmamdan ötürü. Yanıma yaklaşmaya çalışan herkesi etrafımdaki dikenli tellerden geçirmeyişimden ötürü. Söylediklerimden ve söyleyeceklerimden ötürü. Sivri dilimden ötürü. Sözlerimden ötürü. Kırdıklarımdan ve kıracaklarımdan ötürü. Verdiğim rahatsızlıktan, sevgimi sevgisizlikle bastırmamdan ötürü, beni affet. Beni affedebilir misin? Beni bir gün affedebilir misin? Sonra ne olduğu mühim değil. Yine olsa yine kırardım. Ama önce…affet beni.
Bundan daha güzel bir film ismi duymadım henüz. Kitap ismi de. Bu sözün bir filme, öncesinde bir kitaba bu kadar yakışabileceğini düşünemeyeceğim gibi. Sırf bu yüzden ve her zaman olduğu üzere yine kişisel bir yazı var karşınızda. Sinema yazısı olmaktan ve bir filmi anlatmaktan öte. Neden böyle? Çünkü ben böyle. Ben hep böyle.
LEONORE CAROL “LEE” ISRAEL :
Gerçek hikayeye dayandırıldığı belirtildikten sonra olayların başlangıcı olan 1991 yılına gidiyoruz. Olayların geçtiği yer New York. Bardaktaki buzların şıngırdama sesiyle açılıyor film. Bu sesi pek çok kereler duyuyor, içinde olası viski olan bardağı tutan Lee’yi kah bar taburesinde, kah evinde pek çok kereler görüyoruz aynı şekilde. Fakat filmin ilk karelerinde saat henüz üç buçuğu gösterirken işyerinde dahi içmekte aynı pervasızlık içinde. Konumunu ve yaşını yaptığı iş için uygunsuz bulan ofis çalışanlarının fısıltılarına maruz kalan Lee küfredince, hemen arkasında durmakta olan patronu tarafından anında kovuluyor işinden. Her şey çok hızlı gelişiyor ve ilerleyen dakikalarda anlıyoruz ki hem patronu, hem de çalışma arkadaşları ondan zerre hoşlanmadıkları gibi, ebediyen aralarından ayrılacağı günü beklemekteymişler sanki. Evindeyse durumlar farklı. Lee’nin hayatına girmeyi başarabilen tek canlı kedisi Jersey. Sahici(!) kedi besleyen Lee’nin yeryüzünde sevgiyle yaklaştığı tek canlının da kedisi olduğunu görüyoruz. Yayıncısının ev partisine davetsiz olarak gitmeden önce süslenmek adına yaptığı tek şey belli belirsiz sürdüğü ruj oluyor. Partide çevresine toparlanan kadınlara hava atmak için böbürlenip duran yaşı geçkin yazar bir adamın palavralarını dinliyor. Böylesine hiç tahammülü yok ve zerre kaale almadığı adamın gösterişçiliğine de savuracağı nahoş bir çift sözü var. Adamsa nefes aldığı ve çevresinde birkaç kadın olduğu sürece böbürleneceğe benziyor. Lee’nin orada bulunma nedeni ajans sahibinden iş istemek. O kadar parasız ve çaresiz ki. Yaşlı ve hasta kedisinin seksen iki dolarlık veteriner masrafını ve de evinin kirasını ödeyemiyor. Diğer yandan korkunç derecede pasaklı. Yatağa ayakkabılarla giriyor, yastığının üzeri ve evin her yerinde sinek problemi var, aynı şeyleri pek çıkarmadan giyiyor. Tam da bu sırada Jack Hock’la yolları kesişiyor. Yine bir barda. O Jack ki, gittiği partide zil zurna sarhoş olduktan sonra tuvaletle, elbise dolabını karıştırarak yanlışlıkla binlerce dolarlık kürklerin üzerine işemiş bir adam. Kürk sahipleriyse üzerlerinde binlerce dolarlık çiş kokulu kürk, kokunun cazibesine kapılarak onlara eşlik eden sokak köpekleriyle birlikte evlerinin yolunu tutmak zorunda kalmışlar. Kafaları hep biraz uyuşuk olan ikilinin biraz da karmaşık ve sorunlu ama bitmeyen dostluğuna tanık oluyoruz filmin sonuna kadar. Tüm yaptıklarına rağmen Lee onu affediyor.
Lee iki popüler ve çok satanlar listesine girmeyi başarmış biyografi kitabı dışında yazarlığından çok edebiyatta sahtecilikle adını duyurmuş bir yazar. Kariyerine altmışlı yıllarda freelance çalışarak başlamış ve ilk defasında Katherine Hepburn’ün olmak üzere sırasıyla Tallulah Bankhead, Dorothy Kilgallen ve Estee Lauder biyografilerini kaleme almış. Estee Lauder’in yazdığı otobiyografiyle, kendi yazdığı biyografi aynı zamanda piyasa sürüldüğünden son kitabı doğru düzgün satmamış. Sonra da yani doksanlı yıllardan itibaren başlayan çöküş döneminde kendisine gelir olsun diye ünlülerin imzasını ve elyazılarını taklit ettiği mektuplar yazmaya başlamış. Bu işten güzel paralar kazanıldığını gördükçe de mektupların sayısı 400’ü bulmuş. Ta ki FBI tarafından yakayı ele verene dek. Filme ismini veren kitap, kendi anılarından yola çıkarak yazdığı otobiyografisi ve 2008 yılında yayınlanıyor. 2014 yılındaysa Lee kanserden ölüyor. Jack o kadar şanslı olamıyor ve federallerle Lee’nin aleyhine anlaştıktan çok kısa bir süre sonra o da yine kanserden ölüyor. Sene 1994. Fakat beraber pek çok da badireler atlatıyorlar. Örneğin böcek ilaçlamacı adam ve kapıcı, Lee’nin evine dayanılmaz kokunun varlığından girmeyi reddederken, o ben girerim diyor. Jack, yatağın altında kurumuş kalmış kedi pisliklerini topluyor. O kadar çoklar ki. Bu çok can sıkıcı gibi duran anlarda aslında Lee’nin mahremini ve sıkıntılı hatta iğrenç bir hali paylaşıyorlar beraberce. Belki de Lee’nin asla tek başına kalkışamayacağı ve herkesle de paylaşamayacağı bu özel durumda ona bu özel bağı kurmasında yardımcı oluyor(kendisinden ve kedisinden sonra evine girebilen tek canlı yaratık Jack bu arada).
Lee, bir yandan Fanny Brice’ın otobiyografisini yazmaya çalışırken diğer yandan da yayıncısının Tom Clancy kıyaslamasına maruz kalıyor. Çünkü Lee oyunu kuralına göre oynamıyor. Fanny Brice’sa kimsenin umurunda değil. Çünkü Lee ünlü değil. Kimse onu tanımıyor. Clancy gibi Larry King’e çıkmışlığı yok, nazik değil ve hijyen sorunu var. Artık 51 yaşında, seksi değil, güzel değil, bakımlı değil, üstelik de lezbiyen fakat sevgilileriyle de ünlü değil. Bu haliyle kendisine para ödenmesi zor gibi gözüküyor. O da çaresizlikten dökümanları güzelleştirmeyi uygun buluyor. Yakalanıp da yargıç karşısına çıktığı sahnede kendi özeleştirisini yapıyor inceden. Ve altı aylık ev hapsi artı üç yıllık şartlı tahliye ile kurtarıyor paçayı. Savunması da şudur ve de kısaca halinin ve hayatının özeti ve itirafı niteliğindedir: “Aylardır büyük bir anksiyete suçluluk duygusu içinde yaşıyorum. Pek çok diyemem çünkü yaptığım şeyin yanlış olduğunu düşünme nedenim yakalanacak olmamdan korkmamdı. Özellikle herhengi bir hareketimden pişmanlık duyduğum söylenemez. Demek istediğim birçok yönden hayatımın en iyi zamanlarını geçirdim. İşimden gurur duyduğum tek zamandı bu. Ama gerçekten de benim işim değildi değil mi? Eğer işim üzerinde çalışsaydım, o zaman kendimi eleştirilere açmış olacaktım. Ve bunu yapmak için fazla korkağım. Sonra da kedimi kaybettim. Beni gerçekten seven tek canlıydı sanırım. Belki de hep o olacak ve arkadaşımı kaybettim. Gerizekalı olan bana katlandı ve onunla vakit geçirmek güzeldi. Sanırım artık gerçek bir yazar olmadığımı fark ettim. Ve bu yüzden sanırım sonuç olarak buna değmediğini söyleyebilirim.”
Bana kalırsaysa değdi. Şimdiye dek tek bir filmini izlemediğim aynı zamanda aktrist olan Marielle Heller’ın başarısına tanık oldum. Filmografisine üstünkörü göz attığımda en başarılı olduğunu düşündüğüm işine tanıklık ettiğim için son derece de şanslıyım. Ayrıca gerçek hayatında da tombik olan Melissa McCarthy’nin film boyunca gizlediği bebek gibi yüzü dışında, doğru bir projede değerlendirildiğinde ne kadar başarılı işler çıkarabildiğine de tanık oldum. Ve elbette harika senaryosu ve queer sinemaya göz kırpan karakterleriyle, bu senenin bana kendisinden bir şeyler bırakarak ayrılan değerlerindendi. Umuyorum Oscar’larda aradığını bulsun.
kitap,film yada her ne adı ise okuduğum an kendimi sitenizde buldum. teşekkürler paylaşım için
BeğenBeğen