LADY MACBETH :
“Cehenneme ya da kızgın denizlere gitsen de, çarmıhta gerilsen de, hapse de mezara da girsen, göklere de çıksan peşinden geleceğim. Hislerimden şüpheye düşmektense, nefes almayı kesmeni yeğlerim.” Lady Macbeth
“O bir hastalık.” Sebastian
“Babam seni satın aldı bir ineğin otlanamayacağı kadar küçük bir toprak parçasının yanından.” Alexander
William Oldroyd, çekmiş olduğu üç kısanın ardından, Rus yazar Nikolai Leskov’un Mtsenskli Lady Macbeth adlı kısa hikayesinden uyarlanan ilk uzun metraj çalışmasıyla, çiçeği burnunda bir yönetmen olarak çok zor bir işin altından rahatlıkla kalkmış gibi görünüyor. Yaklaşık doksan dakikalık filmiyle seyircisinin canını sıkmadan ve hem kolaya hem de ucuza kaçmadan, az diyalogla, sanki çok olabilecekken teatrale kaçmamayı da başararak, İngiliz kırsalının durağan coğrafyasının içinde esen sert rüzgarlarına kattığı seyircisini de peşinden sürüklemişe benziyor, aldığı ödüller ve basında hakkında çıkan övgü dolu eleştiriler göz önüne alındığında. Acımasız Ladymizin başından geçenler yahut güzel başının altından çıkanlara bu kez Mtsensk değil 19. yüzyıl İngilteresinin kırsalında bulunan ve gotik dönem Durham Kontluğuna ait Lambton Kalesi ev sahipliği yapmış. Kostüm ve set tasarımları oldukça başarılı filmin ilk sahnesi, duvağını örten yüzündeki şaşkın ifadeyle, evlendirildiği adamın yüzüne bakan Katherine’in evlilik yeminiyle leydiliğe resmi olarak ilk adımı atmakta olduğu sahneyle açılıyor. İlk gecesine hazırlanırken, daha kalın cildi sayesinde, ev buz gibi olmasına rağmen hiç üşümediğini öğreniyoruz. Soğukkanlılığı buradan geliyor belki de. Hazırcevap, gönlü ferah, az kindar, çok acımasız, gittikçe vicdansız leydimizin ateşini söndürmeye gönüllü olmayan ve kendisinden misliyle yaşlı kocası, çok uzun zaman boyunca bırakıyor karısını buz gibi evde tek başına, nasıl olsa kalın cildi soğuk geçirmiyor diye düşünerek ya da zerre kadar düşünüp umursamadığı zevcesini ne hali varsa görsün diyerek. Evde bulunduğu süreler boyunca gelinini hizaya getirmek vazifesi kayınbabaya düşüyor. Gitmeden bir eş olarak görevlerini daha ihtimamlı bir şekilde yerine getirmesini tembihlediği gelinini, bir kedi ve birkaç hizmetçiyle bırakıyor. Viktoryen döneminin ağır ve kasvetli mobilyaları arasında nefes almaya çalışıyor genç kadın, çoğu kez sıkıntıdan patlıyor, bol bol da uyuyor. Ta ki hizmetçisi Anna sayesinde tanıştığı yeni sağdıç Sebastian ile karşılaşana dek. İki genç ve ateşli bedenin arasına girecek bir engel de bulunmadığından, dizginsiz bir aşk yaşıyorlar bir süreliğine. Tüm bunların şahidi ise biraz saf siyahi hizmetçi Anna oluyor. Öncesinde beraber olduğu Sebastian’ı hanımına kaptırıyor. Bu arada gelinini yoklamaya gelen kayınbaba ona karşı gelen gelinini tokatlıyor, bir eş olarak görevlerini yerine getirmediğini, kocasına meşru bir varis veremediğini ve nihayet evi çekip çeviremediğini söylüyor yüzüne karşı. Bu yaşananların şahidi Anna oluyor. Lady Katherine’in Lady Macbeth’liğe geçiş süreci böylelikle başlıyor: Tek bir tokatla. Oğlunu da kendisini de sevmediği kayınpederini mantarla zehirleyerek başlıyor icraatlarına. Bu anlara da yine tek başına şahit olan Anna vicdan azabından gözyaşı dökse de, kimselere ses edemiyor yazık ki. Bu duruma bir son vermeye ne cesareti ne de aklı yetiyor. Biliyor ki hanımının şeytani zekasıyla uğraşamayacak. Zaten Katherine yaşananlardan ötürü Anna’yı suçluyor. Artık yemeklerini onun pişirmesini istemiyor. Hiçbir şey yapamayan Anna da, hırsından mutfakta hamur yumrukluyor.



Kayınpederinin cenazesini aradan çıkarıp, tam da Sebastian’ı evin beyi yapıp bey gibi de giydirmişken gelmez gelmez kocası geliyor bu sefer de ani bir baskınla. O da tıpkı eceline susamış babası gibi. Katherine çoktan bir ölüm makinesine dönüşmüş olduğundan onun kendisini aşağılamaktan çekinmeyen nefret ettiği başını sopayla vura vura eziyor bir güzel. Kocasının atını da bizzat Katherine vuruyor geride iz kalmasın diye. Acemice yapıyor atışı ama Sebastian bir de atı vurursa iyiden iyiye kahrından öleceğinden, tüm soğukkanlılığıyla bu işin de üstesinden tek başına geliyor. Vicdan azabı duyma sırası Sebastian’a geçiyor şimdi. Ne zaman gözlerini yumsa, gözünün önüne geliyor yaşananlar. Halbuki o bir şey yapmıyor. Kocasını da, kocasının babasını da, kocasının atını da öldüren Katherine. Üstelik tüm bunlar hiç yaşanmamış gibi davranan da Katherine ve her zamanki gibi mazereti de hazır; bundan böyle kimsenin önünde diz çökmelerine gerek olmayacak. Unutmadığı takdirde bu hissin bitmeyeceğini, vicdan azabının dinmeyeceğini söylüyor ona. Bunu ikimiz için yaptım derken Sebastian da, dışarıdan bir göz olarak ben de inanmak istiyor ama başaramıyoruz Katherine’in sözlerine.
Ne Katherine’in leydiliğinin ne de Sebastian’ın beyliğinin önünde bir engel kalmadı derken son kerte kocasının bir başka kadından olma çocuğu çıka geliyor aniden. Annesi ölen, babasıysa aniden ortadan kaybolan babasının küçük mirasçısı Teddy, meşru evraklar da beraberlerinde, anneannesiyle çıkageliyor aniden. Sebastian bir kez daha tıpış tıpış evden gönderiliyor. İlişkileri ortaya çıktığı takdirde, cinayetler de anlaşılacak ve darağacına gönderilecekler yoksa el ele. Katherine’inse saklamaya çalıştığı hamileliği iyice belirginleşiyor. Bir de başında küçük efendisi ve onun çok bilmiş anneannesi var. Katherine’in kaldığı geniş odayı, evin beyi olan torunu için istiyor. Süregiden hamileliğe ve evin içindeki karmaşanın halen daha tek tanığı, suskun ve garip(gariban anlamında) Anna oluyor her zamanki gibi. Çocuk alınganlık edip evden kaçtığında, şelalenin kenarında yarı donmuş vaziyetteki bedenini Sebastian bulup getiriyor. Fakat anneanneye yaranamıyor yine de ve kovuluyor odadan. Onun gözünde ne yapmaları gerektiğini söyleyen bir hizmetçi çünkü. Sınıf farkı herşeye rağmen gücünü gösteriyor. Bu çok büyük iyiliğin karşılığında kibrine yenik düşen kadın torununun kötü sonunu kendi diliyle hazırlamış oluyor böylelikle. Katherine ona söylenen hiçbir kötü sözü, yapılan hiçbir ters davranışı unutmuyor. Bir süreliğine sineye çeker gibi yapıyor, sonradan bir fırsat yaratıp korkunç bir şekilde intikamını alıyor. Kötüsü o kadar kötü ve iyi halleri o kadar belirsiz ki, çevresini yakıp yıkıyor. Çünkü hissetmiyor, çünkü duygusuz ve bu hal onun kötülük etme kapasitesini sınırsızlaştırıyor. İnsanın tüylerini ürperten bir kadın bu ama koşulları dahilinde hayatını sürdürüyor.
Katherine son kozunu oynuyor efendisiz bir yaşam uğruna. Çocuğu, Sebastian’ın da yardımıyla birlikte boğuyorlar. Teddy’i morarmış vaziyette bulan da yine Anna oluyor. Bu arada ilk defaya mahsus Katherine gözyaşlarına hakim olamıyor. Bu seferki kurbanının masum bir çocuk olmasından kaynaklı bu kısa bir süreliğine akıttığı gözyaşları. Sebastian’ın susmayan vicdanı onu efendisini gömdükleri ormanlık alana götürüyor. Cinayetleri itiraf ettiğindeyse kimse evin hanımının böyle bir şeye tenezzül edebileceğini düşünmüyor. Anneanne hemen Katherine’in tarafını tutuyor. Katherine Anna’yı hedef gösteriyor. Zehirli mantarları onun topladığını, Sebastian’la ilişkileri olduğunu ve bunun açığa çıkmasından korktuğundan tüm bu cinayetleri işlemiş olduğunu söylüyor. Suçlamalar karşısında gıkını çıkaramıyor genç kadın. Biliyor ki baş edemeyecek. Orada olmamayı diliyor sanki. Gözlerini kapatıyor. Suçlamaları onaylarcasına başını eğiyor yalnızca. Zengin ve yoksul taraf, proleterlerle, ayrıcalıklı sınıf saflarını belirliyorlar. Kimse melek yüzlü güzel kadının hele ki kendi çocuğum gibi sevdim dediği çocuğu elleriyle boğduğunu düşünmek istemiyor, yakıştıramıyorlar da. Güçsüz olan haksız duruma düşüyor. Cinayetler Anna ve Sebastian’ın üzerine yıkılıyor. Ellerinden kelepçelenmiş, kuzu kuzu, ortak kaderlerine doğru ilerliyorlar bir at arabasının arkasında boylu boyunca uzanmış vaziyette. Asılacaklar muhtemelen. Sebastian gökyüzüne doğru bakıyor. Bu görüp göreceği son gökyüzü olacak belki de. Belki de her ne pahasına olursa olsun, hiç susmayan vicdanı susacak diye seviniyor belki de. Anna ise sırtı Sebastian’a dönük, yine suskun ve kabullenmiş bir şekilde arabada uzanmış, gökyüzünü görmeye mecali olmadan yaşadıklarını sindirmeye çalışıyor her zamanki gibi.
Öte yandan Katherine hayaletler görmeden, onlarla konuşmadan, akli dengesini yitirmeden yahut çoktan yitirmiş olsa bile yitirdiğini belli etmeden sakince oturduğu koltuğun üzerinde, eli de artık iyice belirginleşen karnı üzerinde tek başına kala kalıyor koskoca evin içinde. Bundan böyle ona akıl verecek, efendilik taslayacak kimsesi yok. Kocasını, kocasının babasını, kocasının çocuğunu, ayrıca karnındaki çocuğun babasını ve tüm bu süreçlere şahit Anna’yı kah toprağa kah darağacına göndermiş olmanın verdiği rahatlıkla günlerini anca can sıkıntısıyla geçirecek gibi görünüyor bundan böyle. Belki bir gün bir Raskolnikov vicdanı devreye girecek ama ortada bir Dostoyevski olmadığına göre bu son derece zor gerçekleşebilecek bir hadise.
Oyunculuklardan bir parça bahsetmek gerekiyor. Katherine rolünde Florence Pugh kadar, Sebastian rolündeki Cosmo Jarvis ve saftirik Anna rolündeki Naomi Ackie de başarılı oyunculuklar sergiliyorlar. Benimse Leydisini görür görmez tatlı talı bakan Teddy kaldı en çok aklımda, dönemin tablolarının canlandırıldığı kareler ve de vücut kimyaları uymuş oyuncuların canlandırdığı tutku dolu sahneler de var. Jarvis’e her baktığımda, Sebastian Heathcliff’e dönüştü gözlerimin önünde. Florence Pugh ise Dalgaları Aşmak’taki Emily Watson’ın canlandırdığı Bess’i çağrıştırdı; özellikle de düğün sahnesinde, huyları benzemese de.
Bir Cevap Yazın