BIG LITTLE LIES :
“Kinlerimi severim. Evcil hayvanlarım gibidirler.” Madeline Martha Mackenzie
“Tutku ve öfkenin arasında bir çizgi vardır. Bazen bu çizgiyi geçiyoruz.” Perry
“Altı yıldır sadece sümüklü burunları silip oyun buluşmaları ayarlayıp iyi bir anne olmak için gereken şeyleri yapıyordum. Bugün kendimi canlı ve iyi hissettim. Bunu söylemekten utanç duyuyorum ama bir anne olmak benim için yeterli değil. Yakınından bile geçmiyor.” Celeste
“Yaşadığımız şeyler yüzünden birbirimize bağlandık. Ondan ayrılmak fikri eti yırtmak gibi.” Celeste
“Paran var diye bu şehir senin mi sanıyorsun kendine yetki vermiş zengin sürtük?” Joseph
“Mükemmel değilsin. Kulübe hoş geldin. Hepimiz batırdık.” Jane Mükemmeldeğil
Çekim aşamasındaki fotoğraflarını basında gördüğüm ilk anda mini bir dizi olduğunu kavrayamadığım, fakat sonra sonra ülkesinde ve Amerika başta olmak üzere birçok ülkede çok satanlar listesine giren Avustralyalı yazar Liane Moriarty’nin romanından uyarlama dizinin Amerika ile eşzamanlı olarak yayınlanan ilk bölümünü izledikten sonra büyük bir merakla bekler olduğum yedi bölümün nihayet sonuna ermiş bulunmaktayım. Bu projede yer alma şansını yakalayabilmiş tanınmış ya da bu diziden sonra tanınacak olan bütün oyuncular için büyük bir şans olduğunu da düşünmekteyim. Herkes üzerine düşeni layıkıyla yerine getirebilmiş. Dizinin yaratıcısı ve uyarlama senaryosunun yazarı David E. Kelly yapımcı olarak imza attığı birçok işin ardından akıllıca bir yatırım daha yapmış oluyor nazarımda. Wild’dan sonra beraber çalışma şansını tekrar yakalayan Jean-Marc Vallee ile Reese Witherspoon ve Laura Dern’ün arasına katılan Nicole Kidman ise uzun zamandır hiç bu kadar güzel, sade ve de cüretkar bir rolle çıkmamıştı karşımıza. Çocuk oyuncular ve diğer roller de uygun, uygun olmasına da, ne yapacağız bakalım bu enerjisi yüksek çılgın kadınlarla? Liane Moriarty’nin başarıyla gözlemlediği, başka türlü yazmasının mümkün olmadığı evli ve çocuklu kadınların dışarıdan nefes kesen, içeriden yürek burkan çeşit çeşit hayatlarının California’nın insanlarının birbirini nezaketleriyle dövdükleri, kimsenin kimseyi beğenmediği Monterey-Monerey okunuyor bir havayla- kentine uyarlanmış halinde, dizi karakterlerinin hayatlarına ev sahipliği yapan okyanus manzaralı evlerse başrolde. Zenginliğin tanımı yapılmış adeta evler, arabalar, mobilyalar, kıyafetler, aksesuarlar, yardım geceleri aracılığıyla. Bir HBO güzellemesi var karşımızda. HBO neylerse güzel eyler, zaten çaresi de yok başka onca rekabetin ortasında. İnsanın gözü gönlü açılıyor bu ihtişamın arasında. Bütün Amerika insanın gözünde bu şekilde canlanıyor ister istemez ama tüm Türkiye nasılsa, tüm Amerika’da öyle kanımca. Sebastiao Salgado’nun sözleri geliyor aklıma “Dünya ikiye bölünmüş durumda. Bir yanda her şeye sahip olanlar için özgürlük, diğer yanda hiçbir şeyi olmayanlar için tam bir mahrumiyet.” Sınırsız özgürlük lafının yerine sınırsız konfor ve rahatlık tabirlerini koymak gerekiyor aslında. Zira sınırsız özgürlük yok hiçbir canlı türü için doğada ya da şehirde. Nefes almayı saymazsanız eğer. Bu kadınlar da özgür değiller aslında. Şiddet görenler dışında mutluluklarının kaynağını bildikleri halde bunu yıkmak için çabalayanlar var aralarında. Bir tanesinin tek derdi sevilmemek mesela. Bunun karşılığında servetini sunacak ona kalsa. Çeşit çeşit kadınlar var tanıyacağımız dizi boyunca. Uzun zamandır yapmadığım bir şekilde karakterleri ele alarak yazacağım yazımı, özellikle de dizideki önem sıralarına göre.
MADELINE MARTHA MACKENZIE :
Dizinin ilk dakikaları etrafı bantlarla çevrilmiş olay yeri ve polis soruşturması ile başlıyor. Bir cinayet işlenmiş fakat maktülün kim olduğu sürpriz finale kadar gizemini koruyor. Ebeveynlerin katılmış olduğu okul bağış kampanyası esnasında işlenen cinayet çerçevesinde olay esnasında orada olmayan görgü tanıkları olan öğretmenler, okul müdürü ve diğer anne babalar sorguya çekilirken birikmiş öfkenin ve zengin velilere duyulan tepkinin boyutlarını görüyoruz okul çalışanlarının ifadesinde. Ortada iki taraf ve aynı zamanda lider ruhlu iki güçlü kadın karakterin rekabeti var olaylara damgasını vuran. İşte bu taraflardan ilki, ufak tefek bir kadın olan Madeline’i tanımlayan hiç kapanmayan çenesinin boyutu ve yoğunluğu oluyor. İkinci kocası ve biri ilk eşinden olmak suretiyle aynı evi paylaştıkları kızlarıyla dahil olduğumuz hayatlarında yolunda gitmeyen şeyin kaynağının, potansiyelini hiçbir zaman tam manasıyla değerlendiremediği tek yönlü ev kadınlığından kaynaklandığını anlıyoruz yavaş yavaş. Ama bir kez hariç hiçbir zaman altta kaldığına da şahit olmuyoruz diğerlerinin karşısında. Jane’le tesadüfi karşılaşmalarının ardından bindiği arabasında, bir ev kadını olarak başka bir ev kadınıyla tanıştığıma sevindim diyor. Kariyerli kadınlarla zıttız derken tarafını belirlemiş oluyor, daha doğrusu bir taraf yaratmış oluyor kendi kendine.
Hiçbir şey üzerine çok şey söyleyebilme potansiyeline sahip, aktif konuşmacı, gerektiğinde edepsiz, halk tiyatrosunda gönüllü patron, büyüyünce büyük bir markayı yönetmek isteyen herkesin sorununu çözelim geninden gelme ilkokula başlayacak olan bir küçük kıza ve bekaretini ulvi bir amaç yani seks kölelerini protesto etmek uğruna internet üzerinden satışa çıkarmış on altı yaşında bir başka kız çocuğuna sahip, eski eşinin yeni eşini ara ara kıskanmaktan kendini alamayan, herkesin avukatı, “sadece bir köy yeter”in ateşli aleyhtarı, güce karşı takıntılı, ağzını bozmaktan çekinmeyen ve yine ağzına gelen her fırsatta enteresan küfür dağarcığını sergilemekten kaçınmayan, uysal ve evden çalışan bir kocaya sahip, facebook kullanan, Renata ve takımına karşılık Madeline ve takımının baş aktristi olan ve bu rolde çok çok iyi bir oyun vermiş Reese Witherspoon var karşımızda.
Öte yandan eski kocasının acısını tam manasıyla atlattığı da söylenemez. Bir amaç ve hayat çizgisi olarak gördüğü oyuna sıkı sıkıya sarılıyor. Aynı oyunun rejisini yapan yakışıklı Joseph’la bir yıl önce yaşadığı ateşli kaçamaklarından da vicdan azabı duyuyor. Aşk denen illet her daim insanlığın başını ağrıtıyor, Madeline’inkini ağrıttığı gibi. Bir bela, bir çeşit veba, bir hastalık bu! Kızı annesinin yeni evliliğinde tam olarak konumlanamadığından, üvey annesi Bonnie’yi seçiyor kendisine dert ortağı olarak. Hal böyle olunca da Madeline kurmuş olduğu annelik odaklı eksenin büyük kızının üvey annesiyle takılmasından ötürü dağıldığını, ve eski kocasının kazandığını düşünüyor. Bu ve benzeri düşünceler onu yiyip bitiriyor. Kendi kendine konuşuyor yolda bir hırs bir hırs yürürken. Bu haldeki bir kadını şeytanlaştırmaktan çok uzak bu anlar. Renata’nın aksine sempati besliyorsunuz ona ve evcil hayvanları gibi beslediği kinlerine. Neden her şeyi bir kavgaya dönüştürmek zorundasın diyor ona eski eşi. Madeline’inse en nihayet süngüsü düşüyor Joseph’ın hakaretleriyle tetiklenen pişmanlığı iyice artıp özgüvenini yitirdiği yardım gecesinde alkolü fazla kaçırınca. Renata’ya sarf ettiği sözler karşısında korku içindeki Celeste bile şaşkınlığa düşüyor. Jane biraz sarhoş diyor onun için. Günah çıkartıyor Madeline. Hayatta böyle bir şeye dönüşmek istemezdi belki o da ama şartlar ve olaylar insanları başkalaştırabiliyor kimi zaman.
CELESTE :
Oyunculuk ek olarak şöyle de bir şey olsa gerek: Televizyonda, en çok izlenen saatlerde, seni izleyen insanların gözleri önünde çırılçıplak kalabilmeyi göze alabilmek; hem de birden çok kez. İlkel toplumlarda normal karşılanabilecek bu durum milyonların önünde, hele de kıçını servis tabağı gibi gösteren geniş ekranlarda izleyiciyle buluştuğunda, bu sanatın bir parçası ve bedenim benim tuvalim, üstelik bu benim ekmek param gibi düşüncelere önyargıyla yaklaşan milyonlarca gözün karşısında durmak çok da kolay değil. Oyunculuk için bir tanım ve saygınlık akla getirebilecek kadar önemli bir rolü üstleniyor Nicole Kidman burada, Celeste rolüyle. Kocası tarafından fiziksel ve dolayısıyla duygusal şiddete maruz kalmış bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Toplum karşısındaki konumunu çok önemseyen kocası Perry ise, ikizlerinin görmemesi için elinden gelen tüm gayreti gösteriyor bu şiddet dolu anlarda. Sevgi dolu, saygılı, ilgili bir kocayı oynuyor ilk önce de olayların en yakın tanığı olan bakıcının önünde. Dışarıdan rüya çift ya da kusursuz ikili imajı çizerlerken, içeride sadist bir kocayla yaşama gayretine düşmüş, kırılgan bir kadın var aslında. Kendisinden bir hayli genç, yakışıklı ve bakımlı kocası tarihlerini bilmediğimiz bir zamandan itibaren her fırsatta canını yakıyor Celeste’in. Bütün o morluklar, çürükler fondötenlerle kapatılıyor özenle. Uzun kollu ya da boğazlı kazaklar giyiyor dışarıya çıkarken. En yakınları bile anlamıyor onun gizli yarasını. Kızgınlıkla başlayan biraz karışık seks olarak tanımlıyor Perry psikoloğa yaşadıklarını. Dizinin ikinci bölümde karı koca arasında yaşanan sahnede edilgen taraf olan Celeste’in yaşadıklarına maruz kalan bir kadının yapacağı şey en yakın karakola gidip bir manyakla yaşıyorum ve şikayetçiyim demek olacakken bir noktadan sonra alışkanlıktan belki de, olayı normalize ettiğine tanık oluyoruz. Tutku ve öfkenin arasındaki çizgiyi geçtiğini düşünen Perry sapkınlıkta zirve yapıyor aslında. Karısının güzelliğindeki kusursuzluk ve bir gün onu kaybetme korkusuyla yanıp tutuşuyor. Kendisine duyduğu sevgiden şüphe duyuyor. Onunla yetinmeyip, ona sığınmayacağından korkuyor. Karısının her şeyiyle sadece onun olmasını istiyor. Onun tek kocası, ikizlerinin yegane babası, evinin biricik süs objesi, üzerinde her tür manyaklığı deneyebileceği, hıncını alabileceği, yeri geldiğinde fırlatıp atabileceği, duvarlara çarpacağı, nefessiz bırakacağı etten kemikten olan oyuncağı. Ve en önemlisi kavga edip, delice ve öfkeyle seviştikten sonra karısına bu kirli sırlarını kendilerine saklamaktan başka çare bırakmaması. Bir de ağlıyor sonrasında pişmanlıktan bebekler gibi. Ve Perry gibi sosyopatlar(aslında manyak, hatta hasta-manyak daha doğru olacak, sosyopat kibar bir kelime ve konuşmalarımızda ona buna atfen kullandığımız manyak sıfatının en çok yakıştığı kimse de Perry bence) coğrafya, ülke, dil, din ayırdetmeksizin her yerde varlar.
Mesleğini, kariyerini, ailesini ve yaşadığı şehri uğruna bıraktığı kocası ona bunları yaşatırken, mesleğini icra etmek için yakaladığı ilk fırsat bir kaçamak kadar tatlı geliyor Celeste’e. Ne olursa olsun iyi bir anne olmak yetmiyor ona. Celeste başarılı bir avukatmış geride bıraktığı hayatında. Şimdiyse suistimale uğrayan ve bunu örtbas ve normalize etmek zorunda kalan çaresiz ve yalnız bir kadın. Bir yanıyla da çok güçlü, mağrur ve gururlu bir kadın. Psikoloğun karşısında sürekli savunma yapıyor. Kurban olduğunu kabul etmiyor. Şiddetin normal olduğunu kabul etmesi de bundan. Çünkü özsaygısı diğer insanların onu nasıl gördüğüyle şekilleniyor ve farkına varamasak da bu, insanlar için çok tehlikeli bir durum aslında. Bir ebevyn sorununa, zamanla da savaşa dönüşmüş zorbalık olayında zorbanın Ziggy değil de, Celeste’in ikizlerinden biri olan Max çıkınca şiddetin çocuğun DNA’sında olabileceği gerçeğiyle yüzleşiyor Celeste. Perry’i göz önüne aldığında, büyüdüğünde geçip geçmeyeceğini de bilemiyor tam olarak.
Son söz olarak Hours’tan ve Virginia Woolf’un ağırlığından sonra kocası tarafından şiddete maruz kalan Celeste rolünde Nicole Kidman kariyerinin son on yılında karşısına çıkmış fırsatın hakkını veriyor her şekilde.
JANE -orta isimsiz- CHAPMAN :
Oğlunun okula başladığı ilk gün tanıştığı Madeline sayesinde yeni tanıştığı lüks muhitte çevre edinebilen, Renata’nın onu dadı sanıp kendi Fransız dadısıyla tanıştırdığı, kendi halinde muhasebeci ve bekar bir anne olan Jane’in sakladığı büyük sırrını ilk paylaştığı isim yine Madeline oluyor. Zamanında yaşadığı bir gecelik ilişkisi tecavüze dönüşüyor ve bu birliktelikten Ziggy dünyaya geliyor. Monterey’e taşınma nedeni ise ailesinden uzaklaşarak hem yaşadığı travmayı atlatmak hem de tek başına ayakta kalabildiğini hem kendisine hem ailesine kanıtlamak. Bir de geçmişi unutmak. Fakat daha okulun ilk gününde oğlu Ziggy, Renata’nın kızına zorbalık yapmakla suçlandığından eski defterler açılıyor teker teker. Meselenin herhangi bir kızın boğazını sıkmak olmadığını, yanlış kızın boğazını sıkmak olduğunu görüyoruz ve kısa sürede kutuplarının belli olduğu ufak çapta bir savaş başlıyor taraflar ve taraftarları arasında. Belli bir hayatın hayali, oğlu için iyi bir okul ve gelecek için buraya gelen Jane bu anlamsız yarış gibi savaşın içinde buluyor kendini ve de oğlunu. Öte yandan ona tüm bunları yaşatan adamın bir yerlerde var olduğu, nefes aldığı fikriyle kendini ve oğlunu güvence altına alabilmek için evde silah bulunduruyor ve sık sık atış talimi yapıyor. Koşuyor hiç durmadan. Kadınlığını gizleyecek kıyafetler seçiyor. Özensiz giyiniyor da diyebiliriz. Madeline ve Celeste’in kusursuz giyimleri, kusursuz saçları ve kusursuz makyajları karşısında uzaydan yanlışlıkla Monterey’e düşmüş bir başka dünyalı gibi görüyor kendisini. Fakat başta vefalı Madeline ve onun uzun ve bilmiş kol ve kanatları sayesinde adapte olması çok zamanını almıyor yeni girdiği ortama. Öte yandan kabusu olan adamı asla unutmuyor, asla affetmiyor. Okulda verilen soy ağacı ödevinde baba kısmına ne diyeceğini bir türlü bilemiyor Jane. Çocuksa genlerine rağmen iyi kalpli bir çocuk ve yetimliğine rağmen olaylara iyimser yaklaşabiliyor.
Jane silahı elimde tutmanın bile duygusal travmayı yenmek için psikolojik destek sağladığını ve onu kendi yoğun ve ağır gelen duygularından kurtardığını düşünüyor. Böylelikle kendini güçlü hissediyor. Kimi zaman kendini Ziggy’nin babasının iyi bir adam olduğuna inandırmaya çalışıyor. Bunun altında oğlunun ruhsal durumuyla ilgili endişeleri yatıyor. Bir yandan da toplumun çocuğunu kurban etmesine karşı koymaya çalışıyor var gücüyle. Bekar bir anne olmak öyle kolay bir şey değil anlaşıldığı üzere, Amerika’da…Türkiye’de… Nereye gidersen git, bu böyle.
RENATA KLEIN :
En güzel okyanus manzaralı, en şahane iç dekorasyonlu ev denemeyecek kadar büyük bir malikaneye sahip, aynı zamanda CEO, finansal açıdan başarılı, buldog lakaplı, hırçın, evli ve bir kız annesi ama sevilmeyen Renata Klein rolünde ipincecik Laura Dern arz-ı endam ediyor. Madeline’in grubuna karşılık bir başına durabiliyor. Narin ve nazik kızının okulda uğradığı zorbalık karşısında tüm kesici organlarıyla etinden et koparmaya çalışıyor karşı tarafın. Saydığım kesici organlar arasında tırnak ve dil başrolde. Fakat mevzu dönüp dolaşıp kızına geldiğinde süngüsü düşüyor kolaylıkla. Madeline’le bile Madeline’e rağmen uzlaşmaya çalışıyor, vaatlerde bulunuyor ona kızının yaşgünü partisinde boynu bükülmesin diye. Reddedildiğindeyse telefonunu havuza fırlatıp atıyor. En büyük eserleri, kanları, zaafları, bir parçaları olan çocukları için anne babaların yapabilecekleri şeyler karşısında insan şaşkına dönüyor. Mevzu çocukları olunca birer atmacaya dönüşen annelerin koruma güdüleri inanılmaz. Renata ısırmaya hazır bir köpeğe dönüşüyor gözümüzün önünde. Kızı uğruna kocasını harcıyor gerektiğinde. Kısaca o da kolay lokma değil. Wild’da Reese Witherspoon’la bir anne kızı canlandıran ikili burada ezeli birer rakip olarak çıkıyorlar karşımıza. Vallee’nin yönettiği Wild’da bir roman uyarlamasıydı ve yine bir kadın yazarın aklından çıkan müthiş bir içsel yolculuğu anlatıyordu. Favorilerimdendir tüm iddiasızlığıyla. Aslında çok da iddialıdır kendi çapında.
BONNIE :
Madeline’in eski eşinin karısı ve bir kız çocuğu annesi, özgür ruhlu, bohem ve sevgi dolu, sportif, aynı zamanda esnek bir vücuda ve seksi bir duruşa sahip, erkeklerin bayıldığı bir melez olan Bonnie, dizinin sonunda kadın dayanışmasının kraliçesi oluveriyor tek bir hamlesiyle. İzleyin ve görün diyeceğim ama yaşanan kavga esnasında Perry’nin çektiği çile anlatılmaz yaşanır cinsten ve bir mikrop daha kalkıyor yeryüzünden. Feminist okumalara açık olduğunu tahmin ettiğim kitabından sonra, öyle de bir sonla bitiveren diziye bu beş kadının zaferi damgasını vuruyor aslında. Annelik, çocuklar gibi ortak noktalara sahip rekabet içindeki kadınlar arasındaki düşmanlık yerini kadın dayanışmasına bırakıyor son anda.
Bir Cevap Yazın