DÜNYANIN UZAK UCU : BİRİNCİ BÖLÜM, MEXICO CITY’e GİDİŞ
GİRİŞ :
İçinden kaçmak, uzaklaşmak geliyor. Bu sebeple başka bir ülkeye, yeni insanlar görmeye, bir yerin yerlisini yerinde görmek üzere düşüyorsun yollara. Bir filmin rüzgarına kapılıyorsun bazen, bazen de bir kitabın vuruculuğuna. Kimi kaderinde varmış görmek diyor, eğer gidip görebilmişsen. Bizler mi yaratıyoruz kaderlerimizi, kaderlerimiz mi bizi biz yapıyor bilemeden de sürükleniyoruz çoğu zaman sert esen rüzgarların etkisiyle. Halide Edip Adıvar’ın Hindistan’a Dair’i, mutsuz bir çiftin hikayesinin anlatıldığı Rossellini’nin Journey to Italy’si, yine bir başka mutsuz çiftin hikayesinin içinden geçtiği bir Paul Bowles uyarlaması olan Esirgeyen Gökyüzü, yazarlarının, yönetmen ve senaristlerinin yaptığı ziyaretler esnasında yaptıkları gözlemler ve esinlenmeler olmasa olmayacaklardı muhakkak. Öte yandan hiç mi neşeli, mutlu çift yok seyahate çıkan? Kitaplar, filmler neden mutlu çiftleri tatile göndermiyorlar diye soracak olursanız, hayatından sıkılmış olmasan, arayış içinde olmasan neden yollara düşesin ki? Önemli olan ne aradığını, ne istediğini bilmekte. Tek kriteri bu olmalı insanın, hayatındaki anlam arayışında ne istediğini bilirsen hayat bir parça daha kolay atlatılıyor sanki. Arayışının bir noktada sonlanacağını içten içe biliyor oluyorsun en azından. Neden buraya geldiniz diye sorduğunuz pek çok insan size o kitap, bu belgesel, şu filmden etkilenerek meraktan buradayım cevabını verecektir. Merak geçerli bir neden olmakla beraber, çok da tatminkar olduğu söylenemez. Bana soracak olursanız ben bıkkınlıktan düştüm yollara. Gidebileceğim en uzak noktaya gidiyorum, çünkü hayatımdan, kendimden, etrafımdaki vazgeçilmez gibi görünen herkesten kaçasım var. Herkesten uzaklaşasım. Bıkkınlık en tatminkar cevap bence seyahate çıkmak için geçerli bir neden olarak.
Gelelim o filme, şu filme derken, Babel filmini rehber ediniyorum kendime. Filmde anlatılan kelebek etkisinin ve hem de kendi evlilik krizlerinin ortasındaki çiftimizden Cate Blanchett’ın canlandırdığı Susan’ın turistik bir gezi esnasında vurulmasının bir evliliği nasıl kurtardığına tanıklık ettik Fas çöllerinde. Japonya’dan gelen ve Bedevi ailenin oğullarından birinin eline geçen silahtan çıkan merminin etkisiyle bir başka çölde-işe bakın burası Meksika, emanet çocuklarla kaybolan yetenekli Adriana Barraza’nın canlandırdığı Amelia’nın çilesiyle ilerledik aç susuz Meksika çöllerinde. En ağır bedeliyse Habil ve Kabil mitini canlandıran kardeşlerden Habil ödedi kuşkusuz. Bizler o öyle bu böyle derken, Mexico City doğumlu yazar ve senarist Guillermo Arriega’nın filmin yönetmeni bir başka Meksikalı ve Oscarlı yönetmen Inarritu ile beraber dehalarını konuşturuşlarına şahit olduk bir yandan, bir yandan da hayal gücünün dumanlı perdesinin ardından çıkıveren ve başrolde oynayan realizmle beraber bizlere 143 dakikalık görsel bir şölen sunan kalemlerin gücünü izledik. Kendi hikayelerimizin kahramanı olan bizlerse çıktığımız seyahatlerde Babil kulesinden arta kalan farklı lisanların günümüzdeki kurbanları olarak iletişim kurmaya çalışıyoruz birbirimizle. Hiç İspanyolca bilmediğim ve Meksikalılar da İspanyolca dışında bir dil bilmedikleri halde bir şekilde yolumu buldum bu koca şehirde. Rehberimin Babel filmi olacağı hiç aklıma gelmezdi bu anlamda. Ama oldu işte. Bir de kulağımda onun sesi Tanrı Türkçe biliyor diyen. Hiç yalnızlık çekmedim bu yüzden. Kendimi onca koşturmacanın içinde en çok dinlediğim seyahat bu oldu herhalde. Çünkü çoğu zaman içimdeki sesle konuştum, kimselerle diyalog kurmam mümkün olmadığı için. Kendim çaldım, kendim söyledim kısaca.
GİDİŞ :
Önüme çıkan herkese söyledim. Gitmek istemiyorum. Herkese de teklif ettim. Biletim biletindir, yolum da yolun, kısaca “sen git”! Biri ben Almanya’ya gidiyorum dedi, diğeri güldü geçti. Seyahat kısmı bana kaldı kısaca. Kaderimle uzlaşmazsam, bana oynayacağı oyunları biliyorum. Benden daha acımasız olduğunu biliyorum çünkü. Sabaha doğru beş gibi kalkacak olan uçak için iki buçuk gibi havaalanında olmam gerekiyor, ağırdan alıyorum, çantamın fermuarı bozuluyor, her şey ters gidiyor. İşaretler beni delirtiyor. Alelacele çağırdığım taksinin şoförüne de sen git diyorum. Olur mu öyle şey, ne güzel git gez gel diyor. Tamam da istemiyorum. Canım istemiyor, kimselere anlatamıyorum. İsteksizlik korkunç bir şey imiş. Tek istediğim yok olmakken. Bunlar hep ama hep bıkkınlıktan.
Air France’la Paris üzerinden aktarmalı olarak uçacağım. Charles de Gaulle’de saatlerce sürecek bir bekleyişin ardından, yine uzuun saatler boyunca Meksika’ya gidiş sürecek. İlk kısım fena geçmiyor. Fakat havalimanında geçmeyen saatler yaşıyorum. Saçma sapan şeyler yiyip içiyorum. Mağazaların dergi ve kitap reyonlarını geziyorum. National Geographie’de konu yine mültecilik. Venezuela’dan çıkmış daha iyi bir hayat için Güney’e yani Brezilya’ya doğru yola koyulmuş binlerce mülteci arasından bir aile ile yapılan röportajda yemek için yola çıktıklarını anlatıyor evin reisi. Fakat Brezilya’da da durum pek parlak değil. Hikayeler hangi kıta, hangi ülke, hangi komşular arasında olursa olsun o kadar benzer ki. Brezilya elbette ki bu davetsiz misafirlerden dolayı mutsuz ve isteksiz; biz müsait değiliz dese de, 2017’den beri 58000 Venezuela’lı akın akın gelerek yerleşmişler bile. Hamakta yatıyorlar, bir aile bir nefeslik bir çadırı paylaşıyor, gün boyu kahve satan bir kadın bir öğünlük yemeğini çıkartabiliyor ancak. Mecburi ya da değil, ben veya o, o diyar bu kıta hiç durmadan hareket halindeyiz. Umut daha iyi bir yaşam için. Amerika sınırına yürüyen Meksikalılar, Brezilya yolundaki Venezuelalılar, Türkiye’den Avrupa’ya her şeyi göze alarak deniz yoluyla geçmeye çalışan Suriyeliler, Afganlılar, İranlı ya da Kürt mülteciler. Hepsi benzer kaderleri yaşıyorlar. Herkes daha iyi bir hayatın peşinde, herkes ekmeğinin derdinde. Bunların arasında en güç olanını söyleyeyim, bir aile babasıysan ve yanında namusundan, boğazından sorumlu olduğun bir karın ve çocukların varsa ve onların yanında, onlara rağmen kötü muamele görüyorsan, işte o an insanlığın bittiği ana şahit olmuşsun demektir. Yıllar yıllar evvel Kars Sarıkamış’tan bindiğim otobüsteki Afgan adama karısının ve iki çocuğunun önünde anasının gözü bir muavin tarafından yapılan aşağılamayı hiç unutmadım. Karısının kolunu uzun süre tuttuğunda gıkını çıkartamamıştı zavallı adam. Dünya böyle aşağılık, böyle namussuz adamlarla dolu işte. Bir başka aşağılık adam da beni buluyor seyahatimde. Yanımda oturan Cezayirli olduğunu söyleyen ve hiç durmadan bana bakan, ne yiyip ne içtiğimi kontrol eden bir yağ tulumu. Ayakkabılarını çıkartıyor, okuduğum kitaba göz gezdirip hangi dilde olduğunu soruyor. Meksika’ya kadar beraber uçmak zorundayız ve kaçabileceğim bir başka boş koltuk yok. Hostese kolçağın içindeki televizyon ekranını çıkartamadığımı söylediğimde, üzerine vazifeymiş gibi göğsümü ezerek ekranı çıkartıyor. Sadece sarışın ve yaşça benden büyük hostesin yüzünü hatırlıyorum ana dair. Ben yaparım diye adama doğru müdahale ediyor can havliyle. İki kadın bakışıyoruz. Rezil olduğumu düşünüyorum. Bir de şahidim var artık. Bu adamı normal şartlarda öldürebilirim. Yüzüne yumruk atabilirim, birkaç dişini indirebilirim, dişlerini yutturtabilirim, onu boğabilirim ama sesssiz kalıyorum. Artık hiç konuşmuyorum, dönmüyorum da ondan tarafa doğru. Fakat hiç durmadan beni izliyor. Ekranda sorun yaşadığımda müdahale ediyor. Ekranı kapatıyorum, okuduğum kitabı kapatıyorum, kendimi kapatıyorum. Hiç durmadan of çekiyorum. O kadar sıkılıyorum ki, damarlarım yırtılacak sanıyorum. Kımıldayamıyorum. Bir anda yerimden fırlıyorum, hostes endişeyle bana bakıyor şimdi cıngar çıkacak diye. Arkaya geçiyor ve bir viski söylüyorum. Sek. Gelip aynı koltuğa oturuyor ve viskimi içiyorum. Cezayirli şaşkınlıkla beni izliyor. Sonra yine aniden yerimden fırlıyor ve bir viski daha alıyorum. Onu da Cezayirli’nin yanında içiyorum. Sonra sakinleşiyorum. Biraz. Sarsıldığımı hissediyorum. İki el kollarımdan tutuyor. Az evvelki hostes. Uyan, az kaldı diyor İngilizce. Benim için İngilizce konuşuyor. Sızmışım ve gelmişiz. Ağlamak istiyorum. Ama bir bebek gibi ağlamak için çok yaşlıyım. Yanımda iğrenç bir adamla seyahat ettiğimi hatırlıyorum ve mecburen ayılıyorum. Koltuk değiştirmeyi bile akıl edemediğime yanıyorum. Aşağıya inebilirdim. Uçak iki katlı çünkü. Pilot kabinine bile gidebilirdim. Kahretsin. Dilim tutulmuş, aklım durmuş, irademi kaybetmişim. Sağduyumu en çok. Ama adamı dövmedim. Bu da bir şey, Daha önce yaptığım oldu çünkü.
SONUÇ :
Uçak sakince konuyor. Kemerlerimizi çözdüğümüzde ilk iş hostesi arıyor gözlerim. Artık gülebiliyorum. Duyguları gözlerinden okunan kadınla sessizce selamlaşıp, yanımdaki domuzun yanından uçarcasına ayrılıyorum. Bagajları beklerken görüyorum onu, bana bakıyor umutsuzca. Gözlerinde umutsuzluk olan bir pislikmiş yalnızca. Gözüme o kadar zavallı görünüyor ki. Ben seni normal şartlarda, kendi ülkemde olsam durmaz yumruklardım. İçimden yükselen tek his öfke ve şiddete şiddetle karşılık vermek. Şimdi anlıyorum. Bana ısrarla neden nereli olduğumu sorduğunu. Fransız olsaydım beni taciz edemezdi. Haddini bilmek zorunda hissederdi. Beni az gördü. Yalnız gördü. Diş geçirebileceğini düşündü kendince.
Meksika akşamları soğuk bu arada ama ben sıcak hissediyorum. Hem viskiden, hem de bir pislik yüzünden. Sıla’yı gayet iyi anlayabiliyorum. Yediremezsin. Bazen. Her şeyi göze alırsın. Hepimiz bir şekilde, bir yerlerde tacize uğruyoruz. Bundan kaçmak için çarşafa girmemize gerek yok. Hayattan kaçamazsın. Ama susmayacağız da.
Meksika’ya bu duygularla indikten sonra kapalı ve yağdı yağacak havanın etkisiyle iyice kapanıyorum. İnsanlar gözüme kötü görünüyorlar. Eve dönmek istiyorum ama o kadar uzağım ki. Hava o kadar karanlık ki. Odaya gidip duş alıp uyumaya çalışıyorum. Başaramıyorum çünkü jet lag olmuşum. Bir de Cezayirli fobim var artık.
Hiç mi güzel bir şey yaşamadın, mülteci krizi, üçüncü dünya ülkesinden bir vatandaşın tacizi, bunlar biraz ağır olmadı mı diye soracak olursanız, evet yaşadım. Bir tanesi ben Paris havaalanında uçağımı beklerken yan masama gelen bir vejetaryen erkeğin tabağındaki yemeklere olan minnetini gösterişindeki zerafete tanıklık etmemdi. Ellerini birleştirerek şükretti nazikçe. İkincisi havaalanında gezdiğim sergiydi. Üçüncüsüyse bizde henüz hiçbir kitabı yayınlanmamış Amelie Nothomb’ın son kitabının arka kapağında yazan sözün harikalığıyla çarpılmam oldu: “ La personne qui aime est toujours la plus forte.” Google translate s’il vous plait!
Bir Cevap Yazın