GOOD TIME – SOYGUN :
“Bence önceki hayatımda bir köpektim. Ayrıca olduğumu biliyorum. O yüzden köpekler beni o kadar seviyorlar.” Connie Nikas
Büyük lafların edilmediği bir film “Good Time”. Süssüz püssüz, son derece gösterişsiz. Onun yerine nerede, ne kadar durmasını bilen şık kamera hareketleriyle fethediyor gönülleri içten içe. Müzik sözlerin yerini alıyor, söyleyeceğini söylüyor bir yandan. Filmin başlangıç sahnesinde, kamera, yüksek yüksek binaların bulunduğu şık bir manzaraya sahip semtin içindeki o yüksek binalardan birinin bilmem kaçıncı katındaki bir çeşit mülakata götürüyor seyircisini. Psikiyatrist ve hastası konumundaki Nick arasında geçen diyaloglar soru cevap şeklinde gelişiyor ve Nick zoru zoruna, bazen sessiz gözyaşları içinde akıllıca cevaplar veriyor karşısındaki doktora. Onu bu halden kurtaran kişi ise kardeşi Connie oluyor ve doktorun odasından çekip alıyor arkadaşım dediği, erkek kardeşini. Kliniğin koridorlarında ilerlerken karşılaşılan manzara uyuşturulmuş bireylerden ibaret olunca, anlıyoruz ki Connie, kardeşinin, toplumun tekleştirdiği, birbirinin aynı bireylerden birine dönüşmesini içine sindiremiyor. Film bize Connie’nin, kardeşini, sürünün dışına çıkartmak uğruna verdiği mücadelede başarılı olup olamayacağını gösteriyor nihayetinde. İlk iş olarak da sonu boka saran bir soygun düzenliyor kardeşini de bu suça ortak ederek. Bu para belki onun ve kardeşinin kurtuluşu olabilecekken Nick’in polisler tarafından yakalanması sonucunda tüm para, Nick’in kefaleti olarak bir kasaya gidiyor. Connie filmin bu noktasından itibaren, bu sefer de, Riker Adası’na gönderilmiş kardeşini kurtarmaya çalışıyor. Onun kardeşine adanmışlığı ve bu uğurda yaşadıkları, kıvrak zekası, kendinden yaşça büyük histerik ve maddi olarak annesine bağlı sevgilisine kefalet parasını tamamlayabilmek için katlanışı, büyükannesine, kanun kuvvetlerine, sisteme, sistemin bir parçası olan tüm birimlere ve temsili olan tüm bireylerine, önüne gelen herkese, hatta hatta seyirciye, kısaca tüm dünyaya meydan okuyuşunun bir destanı bir nevi bütün bu yaşananlar. Bir sürü tuhaf insanla, bir sürü tuhaf ortamda bulunmak zorunda kalıyor bu uğurda. Hastaneden kardeşim diye yanlış adamı kaçırıyor mesela. Filmin en absürd sahnesi de bu belki de. Onun uyuşturucu ve alkol eksenli garip yazgısını dinlemek zorunda kalıyor, umrunda olmazken. Her şey son derece garip olsa da, yaşanan aksiyon içinde ne Connie ne de biz bu garip halleri yadırgıyoruz. Kardeşine iyi zaman geçirtmek için, sonra da onu kurtarmak için çaresizce her yolu deneyen Connie’nin sert esen rüzgarına kapılıp gidiyoruz ve bu rolde hayatının rolünü oynamış olan Robert Pattinson’ı kariyerinin en iyi işinde izliyoruz bu vesileyle. İyi yönetmen, doğru rol ve adanmışlık son kertede, Pattinson’ı bir aktörden iyi bir aktör mertebesine çıkartıyor. Bir başka dikkatleri çeken isimse Nick rolünü oynayan ve yönetmen koltuğunu kardeşiyle paylaşan Benny Safdie. Rain Man’deki Dustin Hoffman’ı, Of Mice and Men’deki John Malkovich’i anımsatıyor ister istemez. Lars Von Trier’nin filmlerindeki tüm iyiniyetli karakterlerden bir parça taşıyor sanki. Ve Safdie Kardeşler’in çektiği ve bundan böyle çekecekleri filmler ister istemez takip edeceklerim listesine giriyor bundan böyle.
Kolaylıkla vahşileşebilecek bir köpeği bile yola getirmesini bilen Connie, filmin sonunda kıstırıldığı labirentten, elleri kelepçeli halde bindirildiği polis arabasında kameraya attığı son bakışları, hali ve tavrıyla tıpkı bir köpeği anımsatıyor. Çaresiz, fedakar, hayatını heba etmiş bir köpek görüyoruz. Kafka’nın Gregor Samsa’sının böceğe dönüşmesi gibi, o da aslında önceki hayatında olduğunu dönüştüğü bir köpeğe dönüşüyor ve tüm bunlara sırf kardeşini kurtarmak için katlanıyor. Sevginin fedakarlıktan geçtiğini yolu düşenler bilir ancak. Connie bu bilinçle yürüyor, hatta koşuyor tek bildiği yolda. Yöntemleri yanlış olsa da, iyi niyetli oluşu onun tarafını tutmanıza neden oluyor. Filmin sonunda çalan parçanın sözlerinde can buluyor tekrar Connie. Iggy Pop’un seslendirdiği “The Pure and the Damned”le eşlik ediyor adeta Nick’e. Onun yerine hapse giriyor. Kardeşine gelince, hiç tasvip etmediği merkezde karşıdan karşıya geçmesini öğreniyor sütüne havale sürünün çobanının peşinde. İnsanın içi sızlıyor boş yere çabalamış Connie’yi düşündükçe.
Film boyunca sizi şaşkına çevirdiği kadar, gülümseten bir sürü de anla karşılaşıyorsunuz. Bunlar özellikle Connie’nin hiç tanımadığı bir kadının evine izinle girip yerleştikten sonra hem evi, hem eşyalarını, hem de kadının torununu keyfe keder kullanmasıyla zirve yapıyor. Evde bulduğu saç boyasıyla boyuyor saçını. Kadının on altı yaşındaki torununu baştan çıkarıyor ve onu da suça alet ediyor. O şaşkın kız gibi biz de sesimizi çıkartamıyoruz bu durum karşısında. Yanlışlıkla kaçırdığı adam ve kızla beraber kızın anahtarlarını gizlice aldığı büyükannenin arabasına bindiklerinde dünyanın en garip üçlüsünün ne şartlar altında bir araya geldiğini düşünüyor insan. Bir de hayatta her şeyin mümkün olabileceğini. Pembeler içindeki siyahi kız, yara bere içinde ne yapacağını bilmez, ağzı bozuk, kafası kıyak, yeni hapisten çıkmış bir başka genç ve umutsuzca kardeşini arayan sarı saçlı Connie gecenin bir vakti lunaparkın yolunu tutmuşken, oradaki güvenlik görevlisiyle yaşadıkları ve adamın göğüs gerdikleri de içler acısı olsa da, insan katıla katıla gülse mi, kederden ağlasa mı bilemiyor ve filmin en büyük başarısı da bu oluyor kanımca. Şaşkınlık içinde başladığınız film, öyle de bitiyor aslında. Connie belki hapiste huzur bulacak bundan böyle. Nick tehlikeyi atlattı, psikiyatrist amacına ulaştı, büyükanne de. Her şey yerli yerinde, olması gereken yerde. Öyle mi acaba? Sorulması gereken en mühim soru da bu aslında; rahat bir nefes alabilecek miyiz acaba bundan sonra?
Diziler alıp başını gitmişken, Netflix bırakılması güç bir bağımlılık yaratmışken ve ortalıkta izlenecek çok nadir kaliteli filmler varken, bir anda karşıma çıkan “Good Time” bu senenin en etkilendiğim bağımsız ruhlu filmlerinden oluyor ister istemez. Hakkında yazılan övgü dolu eleştiriler, çılgın senaryosu, ne yaptığını bilen görüntü yönetimi ve yakaladığı sinema diliyle görülmeyi, bolca görülmeyi, anlaşılmayı ve üzerine bol derin düşünülüp konuşulmayı hak ediyor. Good Time’ı atlamak, biraz Kafka’yı ıskalamak sanki.
Bir Cevap Yazın