ISLE OF DOGS : KÖPEK ADASI
“Hayatın döngüsü her zaman hassas bir dengededir. Biz kimiz ve nasıl biri olmak istiyoruz?”
“Sen liderimiz değilsin, hepimiz lideriz.”
“Beyinler yıkandı, işler tıkırına sokuldu, topluma korku salındı.”
“Midemi bulandırıyorsunuz. Siz köpeklerden daha yürekli kediler gördüm. Yaralarınızı yalamayı kesin. Aç mısın? Bir şey öldürüp ye. Hasta mısın? Güzelce dinlen. Üşüdün mü? Yerde bir çukur kazıp içine gir ve üstünü ört. Ama burada kimse pes etmeyecek, sakın unutmayın bunu.” Chief
“Ehlileştirilmiş hayvanlardan hoşlanmam.” Nutmeg
GİRİŞ :
Çok kolay yenilir yutulur bir animasyon değil “Köpek Adası”. İlk izlediğimde kafam karıştı, beğendim ama neyi tam olarak beğendiğimi anlayamadım. Stop Motion çekilmişti, vizyona gireli, vizyondan çıkalı, Berlin’den ödülle döneli çok olmuştu ve ben yine geç kalmıştım. Seçim ertesinde izlemiş olduğumdan, en çok filmin sonlarına doğru Kobayashi Hanedanı %98,6, Bilim Partisi(Merhum) %1,3 deyişiyle silkinip kendime geldiğimi hatırlıyorum. Sonuç: daha dikkatli bir ikinci izleyiş. Vali Kobayashi bir şeyleri çağrıştırdı ama neyi, stray bir dog olan ve stray dog’ların lideri Chief’in duruşu ve tutumu da sanki. O da tanıdıktı ama kimlerdendi bilemedim. Filmde soluksuz izlenen sahneler vardı; mesela Alfa-Dog’larla yerli köpekler arasındaki dövüşlü dumanlı ve kulaklı kavga sahnesi, mesela Profesör Watanabe’yi zehirlemek üzere hazırlanan sushi’nin yapılış sahnesi, hastanede Atari ve Spots arasında geçen duygusal konuşma, Nutmeg’in arkasından erkeklerin yaptığı kibar ve ölçülü dedikodu, Saint-Exupery’nin Küçük Prens’ini andıran Küçük Pilot Atari’nin uçağı düştükten sonra Alfa-Dog’ların karşısında ilk gözünü açtığı ve hemen akabinde Japon Japon bağırdığı sahne, vs… Çok fazla animasyon sevmeyen beni bile içine alabildi film, çünkü anlattığı olaylar dünyanın sorunları, bir taraftan da onları kapsayıcı ve de evrensel, ayrıca da yönetmenin filmografisi benim de çok beğendiğim ve hem farklı hem de özgün bulduğum sinema tarihinin iki önemli filmini kapsamakta: “Tenenbaum Ailesi” ve “Büyük Budapeşte Oteli”. Hangisi ağır basar diye soracak olursanız, kıl payıyla Tenenbaum Ailesi hiç de azımsanmayacak Büyük Budapeşte Oteli’ni geçer benim kişisel sinema sevgime göre. İlkinde gotik sayılabilinecek bir Amerikan ailesinin hayatına dahil olurken(ısrarla tipik değil), ikincisinde Orta Avrupa’nın en enteresan şehri ve Macaristan’ın başkenti Budapeşte’ye uzanıyordu yönetmen. Her ikisi de nostaljik ve özgün filmlerdi. Wes Anderson’ın son filmindeki mevzuysa Japonya’da geçmekte. Anlatılan sürgünün bir benzeriyse İstanbul tarihinde yaşanmıştı yüz yıl önce. Sene 1910’da Sivriada/Hayırsız Adası’na gönderilen seksen binden fazla köpek, açlıktan birbirlerini parçalamış, susuzluktan buldukları ilk tatlı su kuyusuna atlamış(bu sefer de kuyudan çıkmayı başaramadıklarından havlaya havlaya ölmüşler), katliamın büyüklüğü İstanbul’un Anadolu yakası sahil şeridi sakinlerinin burunlarının direğini kıran kan kokusunun iki sene müddetince geçmeyişinden daha net anlaşılmış, açlıktan çılgınca havlayan köpeklerin sesi günlerce halkın kulaklarında çınlamıştır(köpeklere bile manyakça davranan ecdadın çocuklarıyız biz, ne istediniz yavrucaklardan? Not: Parfüm ve kimya sanayisi için denek olarak kullanılmak üzere Fransızlar tarafından istenmiş garipler).
KÖPEK ADASI :
Japon geleneksel tiyatrosu kabuki’den bir sahne ile açılıyor film. Anlatıcı itaat döneminden on yüzyıl öncesinde köpeklerin diledikleri kadar özgür olduklarından bahsederek başlıyor anlatımına. Fakat egemenliğini genişletmek isteyen, kendine düşman yaratarak savaş açmak için neden arayan ve kedisever olan Kobayashi Hanedanlığı tüm gücüyle bu dört bacaklı hayvanların üzerine saldırıyor. Bir çocuk cengaver çıkıyor köpek türünün dramını daha fazla yüreği kaldırmayan ve dönüyor sırtını insanlığa, hem de Kobayashi’lerin liderinin kellesini uçurmak suretiyle. Kanlı köpek savaşlarının sonunda bozguna uğrayan kırma köpekler evcilleştiriliyor, baş eğdiriliyor ve hor görülüyor olsalar da, hayatta kalıp çoğalabiliyorlar da neyse ki.
Geliyoruz günümüzden 20 yıl sonra baş gösteren köpek nezlesinin, köpek türüyle sınırlı kalmayıp insan sağlığını tehdit etmekte olduğu bahanesiyle Vali Kobayashi’nin resmi kararı sonucunda tüm köpeklerin Çöp Adası olarak bilinen, köpeklerden sonraysa Sürgün Adası ilan edilen adaya gönderilmelerine. Asıl hikaye bundan sonra başlıyor. Şehirden resmi olarak gönderilen ilk köpek Spots oluyor. Aynı zamanda Vali’nin manevi oğlunun da köpeğinin akıbetini öğrenmek, onu bulmak umuduyla Atari kaçırdığı uçakla Köpek Adası’na düşerek ancak inmeyi başarıyor. Hem de filmin baş kahramanları Alfa-Dog çetesinin bulunduğu yerin yakınına. Bir zaman sonra kaynaşıp hep beraber Spots’u aramaya başlıyorlar. Film boyunca Atari başta olmak üzere Japon karakterler altyazısız Japonca konuşuyorlar. Sadece köpekler İngilizce konuşuyorlar. Bu ise yönetmenin ve filmin aynı zamanda senaryo yazarı olan Wes Anderson’ın bilinçli tercihi olmakla beraber, merak ettiğim tek bir sahnede Atari ve Spots arasında geçen ve Atari’nin göz yaşartan sözleriydi. Spots seni anlıyorum derken hislerin ağır basışından bir şekilde frekanslarla anlayabilmekteydi belki de Atari’yi. Kim bilir? Öte yandan dil sorun muydu ya da filmin asıl bahsetmek istediği iletişim sorunu muydu? Kesinlikle hayır. Bir çocuk ve bir köpek anlaşamayacaktı, öyle mi?
Sürgün edilen köpekler arasında baş gösteren salgın bir yana, gittikçe mutsuz ve güçsüz birer öfkeli yaşam parçacıklarına dönüşen köpeklerin halet-i ruhiyeleri diğer yana. Sınırlı yiyecekler için edilen köpek savaşları da cabası. Bu arada Ada’daki bilinç sahibi tüm köpekler insansı özellikleriyle kalıyorlar aklımızda. Başta Chief olmak üzere Alfa-Dog’ların hepsi öncesinde bir şeymişler. İyi beslenmiş, iyi bakılmış, deyim yerindeyse meslek sahibi olmuş evcil ve sahipli köpeklermiş. Gönderildikleri Ada’nın şartlarında kendilerine bir gelecek göremediklerinden eskiyi yad ediyorlar. Sahibimi istiyorum diyor bir tanesi. Oysa ki köpekler sefil bir adada ölmekte iken, beyinleri yıkanmış sahipleri eli kolu bağlanmış hiçbir şey yapmadan bekliyorlar Megasaki(Nagasaki değil) kentinde. Neyse ki bu kadar olumsuz bitmiyor film ve neticelendirilmiyor konu. Kimse kimseyi bombalamıyor en azından. Valiliğin evlatlığı olan Atari, Kobayashi’yi bizzat vicdana getiriyor. Çocuğa, köpeğe haksızlık ettim, onurum yok benim diyor Vali, diyebiliyor. Çöp Adası Kararnamesini iptal ediyor hemen akabinde. Bu duruma en çok bozulan kişiyse kraldan çok kralcı, Frankenstein kılıklı baş yardakçı ve baş kahya oluyor(en tehlikeli tür). Başladığı gibi de bitiyor film başrolünde köpeklerin rol aldığı bir kabuki sahnesiyle.
Sonuç olarak yönetmen Japon kültürüne saygı duymakta mı, duymakta; bir öykünme içersinde mi, işte onu sanmıyorum. Başına atom bombası atılan bir ülkeye ve onun insanlarına öykünmek değil de, tarihi anmak diyelim burada bir vesileyle, sanat aracılığıyla, en evrensel duruşla, kısaca(yaklaşık doksan dakika boyunca). Seslendirmeler ve Alexandre Desplat’ın Japon esintileri ve tıkırtıları taşıyan soundtrack’iyse bambaşkaydı. Bu köpekler havladılar mı peki hiç konuşmaktan başka diye soracak olursanız, bir kez uluduklarına şahit oluyorsunuz ama havladıklarını hatırlamadığım gibi, aklımda kalmamış bile öyle bile olsa ve bu hepsini birer karakter olarak gördüğümden de kaynaklanmış olabilir. Bu noktada Wes Anderson’ın hakkını teslim etmek gerek en çok. Hayvanların başrolde olduğu başka hiçbir animasyonda, buradaki gibi köpeklerin birer köpek olduğunu unutup böylesi enteresan bir kişilik kazandırmayla karşılaşmamıştım.
Bir Cevap Yazın