LOVELESS – SEVGİSİZ :
“Sevgisiz yaşanmaz.”
SEVGİSİZ’liğe GİRİZGAH :
Bir sürü insan tanıdım, yaptığı işten memnuniyetsiz; yapılan işse yapanın bu memnuniyetsizliğinin sessiz bir tanığı olarak yapılıyor olmaktan buruk, keyifsiz, heyecansız ve de zevksiz. Bir sürü insan tanıdım, bir başka işe olan yatkınlığının değerlendirilemeyip, sevmediği bir iş kolunda sırf geçim için çalışmaktan muzdarip olmasından ötürü söylenip durmakta karşısındakini düşünmeksizin. Daha enteresan insanlar tanımışlığım da olmuştur; mesela, eski mahallemde, Koç Holding’in başında olsa kar marjını yüzde doksan(yüzde yüz dememişti, mütevazı bir hali vardı) arttırabileceğini düşünen bir bakkal gibi. Kendisini halen daha tanımaktayım. Aynı mahallede, aynı bakkal dükkanını işletmekte, en azından bir süpermarketler zinciri bile oluşturmamış halde, gerçi sorsan gerek yok ya da ihtiyacım yok diyecek kadar da gururludur ya… İşletmesine kattığı farklılıklar vardır elbet, yok değildir, dünden güne. Şimdilerde damacana damacana su satıyor mesela, tüp satıyor. O tüplerin bir ismi var, şişman tüp diyor onlara, şu bodur ve yassı olanlara. Kentkart dolduruyor talep oldukça. Patates cipsleri ve poşet içerisinde satılan patlamış mısırlar dükkanının hemen önündeki rafları süslerken, içkiler en kuytu köşelerde tutuluyorlar. İçleri şıngır şıngır siyah poşetler iş çıkışlarında yol alıyorlar onları taşıyan ellerin himayesinde. İnsan gazete, ekmek nereye gidiyor diye merak etmiyor da, otuz beşlik bir rakının nereye gittiğini önemsiyor azıcık da olsa. Biz gelelim hikaye kısmından, bu noktaya hangi niyetle geldiğim gerçeğine. Kısaca, bazı adamların/kadınların yönetmen olmak için yaratıldığı gerçeğine. Andrey Zvyagintsev de onlardan biri. Aktörlük yapmış bir süre ve sektöre girişi böyle olmuş Rus yönetmenin. Oyunculuk eğitimi almış ülkesinde, fakat çok doğru bir kararla geçtiği yönetmenlik koltuğundan ölene kadar kalkmasın diyor insan içten içe. Yönetmeni olduğu beş adet uzun metraj filminden dördünü izlemiş bulunmaktayım bugüne kadar. Leviathan yönetmenin filmografisindeki tek eksiğim ve bir sonraki yazımın konusu olacak kendisi, eğer bir aksilik çıkmazsa, eğer Koç Holding’den çok daha iyi bir teklif almazsam. Mesela. Kulağına gittiği takdirde eski mahallemdeki bakkal bu işe bozulsa da ihtiyacı olmadığından önemsemeyecektir sanırım bendeki pozisyon değişikliğini. Büyük hayalleri oup da gerçekleştiremeyenler böyle şeyleri önemserler gerçi ve asla unutmazlar, aksi gibi göstermeye çalışsalar dahi.
Nasıl ki Romanya sineması dendiğinde ilk akla gelen isim Cristian Mungiu, Avusturya deyince Michael Haneke, Yunan Yorgos Lanthimos, Türkiye sineması için Nuri Bilge Ceylan oluyorsa, Rus sineması deyince de bir sinema dili oluşturmayı başarabilmiş Zvyagintsev geliyor hemen akıllara günümüz sinema dünyasında. Cannes Film Festivali’nin de katkısı tartışılmaz bu arada bu yönetmenlerin bileklerinin hakkıyla elde ettikleri başarıları geniş kitlelere duyurmalarında. Bir de adı Andrey olup da, yönetmen olmayanları Rusya’dan kovuyorlarmış taşla ve sopayla. Bu da işin şakası pek sevgili kıymetli okuyucum. Sevgisiz’se şakadan anlamıyor, dolayısıyla şaka barındırmıyor. İzlenmesi güç filmlerden hiç değil. İki saati aşkın süresine rağmen ara vermeden, büyük bir merakla izliyorsunuz ve sadede geldiğinizde aslında gelmediğinizi ve başa döndüğünüzü görüyorsunuz. Bir tokat var filmde ve bu tokatı atan on iki yaşında bir velet(öz babasının deyişiyle).
SEVGİSİZ – LOVELESS :
Soğuk bir Rusya manzarası ile açılıyor film. Donmuş ya da donmaya yüz tutmuş bir göl ve çevresi bir çok açıyla seriliyor önümüze. Bizler bu durgunlukla yönetmenin ne demeye çalıştığını anlamaya çalışaduralım, bu pastoral manzaranın ardından bomboş bir okul bahçesini bir anda dolduran gençlerin, sessizliği yırta yırta okuldan çıkışlarına tanık oluyoruz şimdi de bir süre boyunca. Kamera gençlerin arasında yer alan soluk ve hüzünlü bir yüzü olan on ikilik sarışın Alyosha’yı takip ediyor. Evleri satışa çıkarılmış ve az sonra bebek bekleyen bir çift emlakçıyla beraber evlerine bakmaya gelecek. Evin satılma nedeni ise Alyosha’nın anne babasının boşanma arifesinde oluşları. Hem annesi hem de babası sadece kendilerini ve yeni hayatlarını ve hayatlarındaki kişiyi düşünmekten başka bir şey yapmıyorlar görünüşe göre. Öfkeli, sert mizaçlı annesi küçük oğluna karşı, filmin ilerleyen dakikalarında erkek arkadaşına da itiraf edeceği üzere son derece sevgisiz davranıyor. Herkes içinde yaptığı gibi, bire bir ilişkilerinde de sürekli horluyor onu. Kocasıyla ayrılır ayrılmazki tek derdi ve çocuk için en büyük planı, ondan yatılı okula göndermek suretiyle kurtulmak. Babanın korkusu ise Çocuk Esirgeme, Sosyal Hizmetler, çocuk psikiyatristleri ve tüm kamu denetçilerinin başlarına dert açacak olma ihtimalleri. Satış departmanındaki işini kaybetmekten ve Ortodoks şeriatı başlatmış olan sakallı patronundan da deli gibi korkan adamın, oğlunu sonsuza dek kaybetme korkusu aklının ucundan geçmemiş o zamana kadar. Kendisi üzerinden dönen acımasız konuşmaları duyan Alyosha ise ağladığı duyulmasın diye ağzını kapatıyor sımsıkı. Sonra da ben ne olacağım diye giriyor yatağına korku ve umutsuzluk içinde. Çocuk acı çekiyor ve kimse bunu görmüyor, kimse onu istemiyor. Kimse Alyosha’yı sevmiyor.
O oluyor, sabah halsiz bir şekilde kahvaltısını edip, uçarcasına indiği apartmanlarının merdivenlerinden dışarı çıktıktan sonra görünmez olacağını ve anne babasına unutulmaz bir ders vereceğinin kimse farkında değil henüz. Nitekim bir gece ve iki gün boyunca ortalıkta görünmeyen çocuğun yokluğundan haberdar olan ilk isim okuldaki öğretmeni ve okul müdürü oluyor. Annesi çocuğun evde olup olmadığına bakmamış bile. Kadın, paralı ve sağlıklı kırk yedilik sevgilisi için aynı zamanda çalıştığı güzellik salonunda hazırlanmakla meşgul, adamsa hamile bıraktığı yeni sevgilisiyle olmaktan o kadar mesut ve bahtiyar ki, müdür arayıp sormasa bir oğlumuz var ama nerede demeyecekler.
Kadının sevgisizliğindeki temel sorun anne faktörü. Hayatta tek sevdiği insan olan annesinden o da bir karşılık görememiş zamanında. Annesi ona nasıl davrandıysa, o da aynı şekilde davranmış Alyosha’ya bir anne ve insan olarak. Kadın, kızını hiç sevmemiş ve sevgi göstermemiş. Hiç nazik bir şey söylememiş. Sadece baskı yapmış, emir vermiş ve ders çalış demiş. Her aradığında rezalet çıkarmış. Nitekim Alyosha belki büyükannesine gitmiştir diye kadının evine gittiklerinde demediğini bırakmıyor ona. Kocasının ona Stalin benzetmesi yapıyor oluşuna ise tepki gösteriyor annesini canavarlaştır diye. Halbuki kadın tam bir canavar. Gerçek sevgisiz o. Tam bir paranoyak. Nefretten başka bir söz yok ağzından çıkan. Tek cümlede hem küfrediyor, hem de dua ediyor. Üstelik o da dindar ve koyu bir Ortodoks. Sırf annesinden kurtulmak için, hiç aşık olmadan, hiç sevmeden, sadece hamile kaldığı için yaptığı evliliğin de sonu hüsranla bitiyor ve bu hüsranın meyvesi olan zavallı Alyosha’ya her baktığında asla affedilemeyecek hatalar yaptığını düşünmesine neden oluyor çocuk. Hem kendisini hem kocasını bu yüzden suçlayıp dururken, aslında faturayı çocuğa kesmiş oluyor. Pısırık baba, hem dominant hem de sevgisiz bir anne, onlardan da kaçık bir anneanne kapanında zavallı Alyosha nefes almaya çalışadursun, film bize herkesin anne baba olamayacağını gösteriyor bir yandan. Bir sıfat ve alt kimlik olarak annelik babalık, kısaca ebeveyn olmak ikisi için de çok ağır gelmiş ve taşıyamaz oldukları bir paltoya dönüşmüş zamanla.
Polisle yapılan ilk görüşmede, birçok vakada ergenin bir hafta bilemedin on gün içerisinde eve geri döndüğünü, çünkü aile ne kadar felaket olursa olsun, sokakların yuva olmadığını anladıklarını ve bu düşünceyle geri döndüklerini söylüyor polis memuru. Ve onlara işleri hızlandırması için arama kurtarma ekibine başvurmalarını salık veriyor. Rusya’da bulunan bu ekip devletten bağımsız olarak çalışan gönüllü işçilerden oluşmakta ve bürokrasi olmaksızın yirmi dört saat adanmışlıkla çalışabiliyorlar. Bu ekip sayesinde yol alabiliyorlar ancak. Alyosha yeni bir kimlik kazanıyor bundan böyle: o bir “kaçak” artık. Fakat ilanlar, aramalar fayda etmiyor. Çocuk yer yarılmış da içine girmiş sanki. Ondan geriye son görüldüğünde giydiği ceketten başka da bir şey çıkmıyor. Çocuk kendi kendini yok ediyor adeta ve korkunç bir ceza vermiş oluyor hepsine. Telafisi mümkün olmayan bir gedik açılıyor içlerinde. Yokluğu, kaybı ve bilinmezliği oluyor ondan geriye kalan.
Filmin en etkileyici iki sahnesinden biri ilk başlarda Alyosha’nın gizlendiği kapının ardında ağzından çıkacak hıçkırıkları önlemek ve sesini duyurmamak için ağzına bastıra bastıra ağlayışı ve öyle de yatağa girişi iken, ikinci sahnede olası çocuklarını teşhis etmek için anne babasının gittikleri morgda yaşananlar oluyor. İçi dışına çıkmış, boylu boyunca uzanmış çocuğu teşhis etmeye çalışan çiftten babanın kireç gibi beyaz utanç içindeki yüzüne karşılık, annenin tepkisi ve yaşanan itiş kakış kadının adamdan alamadığı hınç ve adamın çaresizce her tokadı kabullenişi. Şimdi ağlama sırası onlara geçiyor işte ayrı ayrı. Çok üzdükleri çocuk intikam alıyor ikisinden de. Kimsenin kanı yerde kalmaz derler ya… Çocuk onları bir ömür cezalandırmış oluyor. Kendisinden geriye kalanla da bitiyor film. Filmin son dakikalarında, yaşadıkları trajedi sonrası neye dönüştüklerini görüyoruz bu iki insanın. Kalpleri kurumuş, iyice katılaşmış ayrı ayrı hayatlar yaşayan iki insan daha tahammülsüz, daha sevgisiz olmuşlar. Adamın yeni karısıyla yaşadığı evdeki buzdolabının üzerindeki mutluluk pozları ve selfie çekerkenki sahte mutluluk anları birer yalandan ibaret. Filmde üstü kapalı olarak eleştirilen Rusya’daki yozlaşmışlığın yanında teknoloji ve sosyal medya bağımlılığı da her fırsatta önümüze seriliyor. Teşhirciler ve röntgenciler bir kenara ayrılıyor ve hayatlar devam ediyor bir şekilde kaldığı yerden. Hayatlar… tahammülsüz ve de sevgisiz…
Bir Cevap Yazın