HERKES BİLİYOR : EVERYBODY KNOWS : TODO LO SABEN
“Şaraba karakterini veren zamandır.” Paco
“Hiçbir şey demediğimizde, aslında her şeyin iyi olduğu yok.” Bea
“O topraklar onu işleyenin.” Bea
“Benden intikam almak istiyorsan, kızıma zarar verme. O senin kızın.” Laura
“Yani biliyorlar. Herkes biliyor.” Alejandro
“Gurur mu kaldı? Ne gururu?” Alejandro
GİRİŞ :
İki arkadaş, pardon iki kardeş, çok pardon iki çok uzaktan, o da değil sandıkları kadar çok yakın olmayan iki erkek akraba konuşmaktadırlar. Mevzu az önce izledikleri filmdir. Bir tanesi ayılmış bayılmıştır, diğer tanesi filmden pek de hoşlanmışa benzememektedir. Yakından bakalım dilerseniz neler konuştuklarına :
A: Filme bayıldım.
B: Sen zaten her filme bayılırsın.
A: Hiç değil. Bir sürü filme başlıyor ve bitirmeden kapatıyorum. Çünkü dayanamıyorum. O yüzden de üzerine yazı yazacak film bulamıyorum. Bir filme sırf kötü demek için bir şey yazılır mı, onu da bilmiyorum. Ne yazacaksın ki zaten düşünsene…çok kötüydü, olağanüstü kötüydü filan mı diyeceksin hiç durmadan!
B: İnsanlar kötüyü de bilsinler canım. Herkes her zaman iyi film mi çekermiş?
A: Yooo…çeker tabii. Bak Asghar Farhadi’ye. Ne kadar iyi bir film çekmiş gene. Yapım ekibine bakıyorsun, herhalde kurgucusuydu galiba jenerikte ismi geçen sayılı İranlı’dan biri olarak. Diğerleri ya İspanyol ya da İspanyolca konuşulan ülkelerden hep. Farhadi dil sorununu aşmış olsa gerek ki sete dolayısıyla sahnelere olan hakimiyeti, oyuncu yönetimindeki başarısından da anlaşılıyordu. Demek ki İspanyolca’yı öğrenmiş bu zaman zarfında. Senaryoyu hangi dilde yazmış bilmesem de, İranlı bir sinemacı olarak tamamı İspanyol olan, İspanyolca konuşan insanlarla, onların kültürlerini yansıtan evrensel hikayeli bir senaryo yazmak çok kolay değil, hele çekmek hiç değil. Bu Recep İvedik değil.
B: Yok değil. Ama senin her gördüğün sahnede adamsın, kralsın, büyüksün, efesin, reis reis, ne iyi kalpli adam dediğin Paco yani Javier Bardem onların İvediği. İlk dakikalarda maskülen maskülen dolaştı durdu, zaten bi bildiği şarap, sonunda ne bağ kaldı elinde, ne kadın, ne de para.
A: Sana inanamıyorum. Javier Bardem’le Recep İvedik karşılaştırılır mı?
B: Zeytin çekirdeklerini tükürüp, balkondaki sarışınla fingirdeşen, hala daha gençlik aşkını unutamamış, bunu da yedi yıllık evliliğinin sözde arzu nesnesi olan eşini hiçe sayarak ispatlayan kırsalın delikanlısını tabii kıyaslarım. Kadın dayanamadı gitti.
A: Adamın dertten saçları beyazladı, ince hastalık sahibi oldu. Ben en çok nüzul inmesinden korktum.
B: O ne?
A: Ne ne?
B: Büzul?
A: Ha nüzul. İnme demek.
B: Felç desen şuna. Nerden buluyorsun bu Nuh Nebi’den kalma terimleri?
A: Nuh Nebi zamanlarından. Tıpkı senin gibi. Hatırlarsan rahmetli halam da çok kullanırdı.
B: Kötü bir hafızam var benim. Ama filmlerden anladığım kesin ve bu filmi hiç beğenmedim.
A: Belli oluyor. Senin gibi çömezlerin bir boktan anladıkları yok zaten. Anca bunu beğenmedim, şunu beğenmedim. Sonra da bak ben tek bunu beğendim ve sen de benim beğendiğimi beğenmek zorundasın diye baskı yapıyorsunuz. Siz gençler çok biliyorsunuz.
B: Pardon ama aramızda sadece iki yaş var ve büyük olan benim. Ben otuz…neyse sana neden laf anlatayım ki?
A: Ben neden sevdiğin bir filmi sana sevdirmeye çalışayım ki?
B: Beğendirme o zaman, sevdirme o zaman. Ne işi var İranlı yönetmenin Madrid’in dağında, pardon bağında?
A: Gitmiştir, görmüştür, sevmiştir, beğenmiştir, ben bir film yapayım bu coğrafyanın insanlarını anlatan demiştir. Kim bilir belki de bir hikaye çalınmıştır kulağına civarda yaşanmış olan ve onu uyarlamıştır kendine göre. Hem ne olmuş yani adam İran’da doğmuşsa? İspanya’da film çekemez mi? Woody Allen yıllar sonra Avrupa’yı fethetti adeta. Match Point’le Londra’da giriştiği Avrupa’nın fethinde, Barselona, otuzlar Paris’i ve Roma ile devam etti. Bunlar Woody için büyük adımlardı.
B: Muhteşem Woody Woodpecker. Tuhaf adam. Üvey kızına baksın o önce.
A: Bakıyordur sen merak etme. İnsanların dehasını özel hayatlarıyla karalamak da ne demek oluyor hem?
B: Woody’e gelince akan sular duruyor öyle mi?
A: Aynen öyle. Suçlar ve Kabahatler çünkü. Radio Days çünkü. Annie Hall çünkü. Ve daha çok çünkü.
B: Ensar çünkü.
A: Ya ne alakası var?
B: Sanatçı değiller çünkü.
A: Onlar rızasız erkek çocuklardı ve korunmasızdılar.
B: Kız erkek fark eder mi?
A: Eder tabii. Birinde fiili livata var. Rıza yok.
B: Her zaman çok bilmiştin. Zaten senin babanın taraf da bir manyaktı.
A: Ne biçim konuşuyorsun sen?
B: Hatırlarsan büyük büyük deden köyde benim büyük büyük amcamın eşini kaçırmıştı. Geride de biri memede üç erkek çocuk bırakmıştı.
A: Hatırlarsan buna sebep olan senin büyük büyük bir şeyinin bizim taraftan kız kaçırmasıydı. İlk o başlatmıştı.
B: Bari o kız kaçırmıştı. Döllü döşlü kadın değil.
A: Böyle bir tarihim değil, bu vesileyle senin gibi bir akrabam olduğu için o büyük büyük dedeme her saniye müteşekkirim zaten.
B: Hadi ordan her fırsatta yok benim köyüm der, köyünü, özünü reddedersin sen.
A: İnsan kendini gitmediği bir köye ve köylüsüne yakın hissetmiyor işte. Sanki sen her yaz köydesin de!
B: Kütüğümün farkındayım en azından.
A: Hah Kayı boyu, zırtgiller bucağı, ne budunuydu?
B: Sen geç dalganı. Aile dizinine baktır da gör bakalım sen kimsin?
A: Kim büyük büyük dedem mi?
B: Aynen. Aynı. Sizin apartmanda üstelik uzaktan akraban evli kadınla ne haltlar karıştırdığını bilmiyorum mu sanıyorsun?
A: O benim gençlik aşkımdı. Gitti de bir kerizle evlendi. Üstelik kocası bilmiyor.
B: Kocalar her zaman bir şekilde öğrenirler sonunda. Seni vuracak sonunda, yedibela sülalesi var, vurmazsa da vurduracak. Amcalarından hapse girmiş çıkmış adamlar var. Yakında kokusu çıkar, görürsün o zaman. Önce kahvede başlar lakırdılar, sonra akrabalarına ulaşır, sonunda da bir içki masasında kulağına çalınır adamın. O da olmasa bir gün biri kenara çeker ve der.
A: Ben de inkar ederim.
B: Nereye kadar?
A: Sonuna kadar. Olmadı para yediririm.
B: Ne yazar. Üstelik çulsuzsun.
A: Ne yapayım. Kız aklımdan çıkmıyor.
B: Kız dediğin koskocaman bir kadın. Bohçasıyla pencereden atlayacak cinsten değil yani. Ben hatırlatayım da. Camına taş atıp, hışt pıştla camdan atlatamazsın yani.
A: Tabii atlayamaz. Zemin katta oturuyorlar, demir kafeslerle çevrili dört bir yanı.
B: Neyse bari. Bana bak adam yokken seni eve almasına izin verme sakın.
A: Napim? Kaçayım mı?
B: Kaç tabii. Hem sen fedakar bir adam da değilsin ki. Diyelim kadın kaçalım dedi. İlk sen kaçarsın. Arkana bil bakmazsın. Aşk fedakarlık ister koçum. Javier’in hakkını yememek gerek. Laura kısık sesle o senin kızın dediğinde, üstlendi davasını süratle. Tam bir dava adamı işte.
A: Pes. Duyan memleket meselesi var ortada sanacak.
B: Herkes kendi üzerine düşen vecibeleri yerine getirmezse, ortada ne memleket kalır ne de toprak. Paco’nun da kalmadı ya.
A: Bak kendinle çeliştin, benimle uğraşırken. Ve benim nüzulümle uğraşırken, vecibe de nerden çıktı şimdi? Her neyse, sen de sevdin Paco’yu kabul et. Adam hayatından, toprağından ödün verdi kızı için. Üstelik o da ortada karısı Bea’nın dediği gibi DNA testi filan yokken yaptığı fedakarlıktı. Laura senin diyor kısık sesle ama, onun mu bakalım gerçekten? Gençliklerindeki ortak özelliklerinin çılgınlık olması dışında, nerden belli baba kız oldukları?
B: …sevmişim valla. Laura deyince inandı, ona güvendi. Koca desen Allah aldı, Allah verdi icraat sıfır. İşimiz Allah’a kaldıysa hepimiz yandık. Gerçi…alınır, gücenir şimdi göklerden, boku yerim. Zaten işler kesat, kriz var…Ben yapmayabilirdim demek istiyorum kısaca. Neticede aile geldiği gibi gitti. Bu dımdızlak kaldı ortada. Ne bağ kaldı elinde, ne de bostan. Bir de sağlığından ve güzel karısından oldu pisi pisine.
A: Senin en büyük sorunun nedir, biliyor musun? İnanç konusunda kesin bir fikrin, net bir tavrın olamıyor bir türlü. Üstelik bu yıllardır böyle. Bir ara ateisttin. Sonra baktın gördün herkes ya ülser ya kanser, döner gibi oldun ama tam da dönemedin. Tepkini ve Müslümanlığa duyduğun öfkeni yobazlardan çıkarmaya çalıştın. Sonra baktın bazı yobazlar yobazlıktan bağımsız sağlam birer dindar çıktı. Din din gezdin, kitap kitap dolaştın, baktın en sevdiğin yazarlar ya ateist çıktı ya da deist. Yine kafan karıştı. Hep bir kafa karışıklığın var senin. Alzheimerlılar gibisin.
B: Herkesin kafası her zaman karışıktır. Ben hala aradığımı bulamadım. Ne bu dünyayla ilgili ne de öteki dünyayla. Burada mutsuzum çünkü geçimsizim, orayı bilmiyorum, bilmediğim şeye de güvenemiyorum.
A: İstikrar yok sende.
B: Sende çok! Gençlik aşkına yanmak mıdır istikrar?
A: O da bir şekli.
B: Film hariç her şeyden konuşmayı başardık.
A: Sen anlamadın. Biz filmde ve bizim hayatımızda olan her şeyden konuştuk aslında. İnançtan konuştuk, insan sevgisinden, fedakarlıktan, arayıştan…kendimizi sorguladık, Paco’nun yerinde olsak aynısını yapar mıydık dedik, sen yapmayacağını düşündüğünü söyledin.
B: Sen?
A: Yapardım. Başka türlü vicdanımın sesini bastıramazdım çünkü.
B: Paco iki.
A: Napim, ben böyleyim.
B: Bu arada yeri gelmişken, şu babandan kalma ticari taksiyi elden çıkarmanın tam zamanı. Madem fedakarlığı seviyor, vicdanlı olmaktan hoşlanıyorsun. Al sana dev gibi bir fırsat. Benim işler kesat zaten.
A: Nasıl yani?
B: Eee bizim de hakkımız var plakasında. Malum baban alırken parası yetmemiş, borç almıştı bizden. Başka türlü taksi sahibi olamazdınız.
A: Nasıl yani?
HENÜZ KİMSE BİLMEZ…BİLSE DE BİLMEZ :
Tik tok
Tik tok
Tik tok
Kilisenin çan kulesinde yer alan saatin dişlilerinin hareketi sonucunda duyarız çıkan sesleri: tik tok, tik tok. Aksi bile olsa yani ses duymasak da, ben öyle hayal ediyorum ister istemez: tik tok, tik tok. Bir kuş kanatlarını çırpmaktadır çılgınca. Yavru kuşlar sığabildikleri ufak bir delikten uçup özgürlüğe kanat çırparken, delikten çıkmakta zorlanacağını düşündüğümüz kuş, tek başına kaldığında kanat çırpmayı bırakıp sakinleşir ancak. Kulenin duvarına kazınmış yazıları görürüz sonra da. Teresa, 1982 LP… Bu yazıdan ne hikayeler çıkar, öyle değil mi? Bir aşk hikayesi mesela 1982 yazında başlamış olan. Mesela. Belki de filmin aynı zamanda senaryo yazarı da olan Farhadi de öyle düşünmüştür, kim bilir! Her şey bir mesela ile başlar zaten çoğu zaman. Mesela bir zamanlar birbirine çok aşık, isimlerini duvara kazımış bir çift varmış ve bu çift yıllar sonra bir başka kadın ve bir başka erkekle evlenmiş olarak çıkmak zorunda kalmışlardır birbirlerinin karşısına. Çocuklar, eşler, eski yaralar, derin mevzular falan filan.


Aynı günün sabahı belediye araçları sokakları temizleyedursun, ameliyat eldivenli bir çift el kayıp bir kız çocuğunun fotoğraf ve haberlerinin olduğu gazete küpürlerini kesmektedir. Bu bir çift el bir erkeğe aittir ve ot tüttürmektedir bir yandan. Arjantin’den gelen Laura(Penelope Cruz) ve iki çocuğunu düğün sahibi kız kardeşi Ana karşılamış, mutlu mesut arabanın içinde düğünevine doğru yola koyulmuşlardır. Bir yandan da düğüne iştirak edememiş olan babaları Alejandro ile görüntülü konuşma yaparlar. Irene kabına sığmayan bir genç kızken, Diego sevimli bir yumurcaktır Herkes coşkulu, heyecanlı ve neşelidir. Aynı anlarda bu kez de üzüm bağlarındaki hummalı çalışmaya şahit oluruz. Kasa kasa üzümler traktörün arkasına yerleştirilmektedir. Düğün kıyafetinin içine girmeye çalışan zarif Bea’nın eşi Paco(Javier Bardem) indiği traktörden eve doğru yürürken yaydığı maskülen ve vahşi enerjisiyle olayların baş aktörü olacağının sinyallerini verir adeta. Karı koca arasındaki ateşin sönmediğine şahit oluruz. Sonra da teker teker Laura’yı karşılayan aile bireyleriyle tanışırız. İçkici dul baba, kardeşler, kuzenler uzun zamandır bir araya gelmemiş gibidirler. Asi tabiatlı Irene, Paco’nun yeğeni Felipe’yle motosiklete biner, düğün günü zamansız çalan çanlar da onun eseridir. Genç kız adeta kabına sığmaz. Felipe’den beraber çıktıkları çan kulesinde yer alan LP harflerinin kahramanlarının annesi Laura ve Paco olduğunu öğrenir. Kilise düğününün ardından verilen düğün yemeği ve eğlence esnasındaysa genç kız fenalaşarak erkenden girdiği yataktan kaçırılmak suretiyle çıkabilir ancak. Fidyeciler devreye girer. Genç kızın yatağının üzerine bıraktıkları küpürler filmin başında yer alan ellerin eseridir ve kızı kaçıran eller de ona aittir. Laura anne olarak heder eder kendini. Irene’nin astımı vardır ve ilaçları yanında değildir muhtemelen. Başı her sıkıştığında Paco’ya başvuran Laura’ya kocası Alejandro’yu araması gerektiğini söyleyen de odur. Polise başvurdukları takdirde kızlarının öldürüleceğini söyleyen fidyecilere baş eğmekten başka çıkar yol bulamazlar. Son derece yüksek olan rakamı Laura’nın bulmasının imkansız olduğunu öğreniriz, çünkü kocası iki yıldır işsizdir. Dolayısıyla gözler aynı mesajı Paco’nun karısına da gönderdikleri için Paco’ya çevrilir. Soru işaretleri yavaş yavaş ünleme dönüşür. Toprak kavgası başlar. Irene’nin Paco’ya sattığı toprakların peşine düşer aile bireyleri. Laura’yı buna zorladığını düşünmektedirler. Paco’nunsa bu yüklü miktarı ödeyecek parası değil ama gözlü bağları var. Irene’nin akibetinden daha gizemli olan şeyse bir türlü ortaya çıkmayan Alejandro’dur. Bu rolde Ricardo Darin Arjantin’den çıkıp geldiğinde, suçlamalar ona yöneltilir. Polise gidemeyen enişte Fernando’ysa emekli bir polisten yardım alır. Paco’nun kendi payını satmak için çabaladığını yaymalarını ister ondan, fidyecilere karşı zaman kazanmak için. Çünkü Laura ve Alejandro da ne para vardır ne de bir B planı. Adam her daim Tanrı’ya sığınır. Hiç kimsenin parasına ihtiyacım yok der, kızı geri dönecektir, çünkü Tanrı yardım edecektir. On altı yıldır ağzına içki koymamış eski alkolik, şimdiyse iki senedir işsiz ve de iflas etmiştir. Çaresizlikten kaynaklı teslimiyetçi tavırları etrafındakileri başta da Laura ve Paco’yu çıldırtır en çok.
YANİ BİLİYORLAR…HERKES BİLİYOR :
Emekli polis olan Jorge sakin sakin soruşturmasını sürdürmektedir. Kızın hedef olmasında bir amaç olduğunu keşfeder nihayet. Aynı odada yatmakta olan küçük Diego çok daha kolay bir hedef olabilecekken, Irene’yi seçmelerinin altında yatan nedeni öğrenmeye çalışır. Bunu yapanın profesyonel olmadığını ve yakın akrabalardan birinin yapmış olabileceğini düşünür. İşin ucunun Paco’ya kadar uzanmasının özel nedeniyse ortaya çıkar nihayet. Ve biz de tahmin ettiğimiz şeyi öğreniriz: Paco ve Bea dışında herkesin bildiği şeyi. Herkesin. Ve bunu yapan her kimse uzakta değildir.
AKRABANIN AKRABAYA ETTİĞİNİ, AKREP ETMEZ ETTİĞİNİ :
Katılmamak mümkün değildir. Kazığı yemeden hafif atlatanların niceliği değil niteliği mühimdir. Tıpkı burada olduğu gibi. Fidye parası almak için teyzesinin kızının kaçırılmasına yardım eden bir yeğen vardır ortada. Üstelik kendisi de bir kız çocuğu annesidir. Kocasını onaylamayan ve evliliğini bitirmesine sebep olan anne babasını cezalandırmaktadır içten içe. Öte yandan böyle manyakça bir planla düğün gecesi evden fidye uğruna astımlı bir kızı kaçıran adamdan koca ve babanın nasıl olacağı da tartışma götürür.
Filmin başında yer alan kavuşma, hasret giderme, uzaklarda ve gurbette geçen yılları ezme, en nihayet düğün dernek mutlu mesut şarap şampanya sahnelerinden sonra, iş çıkarları kaşımayı gerektirdiğinde ve eski defterler üstünkörü dahi olsa tatlı tatlı karıştırılsa, tırnaklar ve vampir dişler çıkarlar ortaya hiç umulmadık anlarda. Kim kime ne yapmış, kim kimin toprağını kapmış, kim daha çok para kazanmış, kim kimin kızıyla bilmem ne yapmış…Farhadi bir röportajında İspanyol ve İran kültüründeki pek çok ortak güzelliklerin mevcudiyetinden bahsederken, bizi de rahatlıkla aralarına katabileceklerini düşünmekteyim. Çılgın konseptli düğünlerimiz(alkollü-alkolsüz), damada düğün gecesi uygulanan işkence dolu anlar, zıvanadan çıkmış gibi edilen danslar, bir nedenden ötürü akrabaların birbirini yediği bütün o anlar, toprak kavgası, mal paylaşımı kavgası, kazıklandığını düşünen akrabaların topyekün saldırısı, hiç unutulmayan ilk aşkların kırsalda çok daha ateşli olması ve unutulmaması…mevzular da tanıdık, kadını da tanıdık, adamı da.
Gerçek hayatta evli ve iki çocuk sahibi olan Cruz ve Bardem’e gelince filmdeki partnerleriyle karı kocayı oynarken, kapanmamış bir davanın tarafları olduklarını bir araya geldikleri her karede hissediyorsunuz ki bu oyuncuların olduğu kadar yönetmenin de başarısı. Düğün sahnesinden hemen önce tanıştığımız karakterlerin düğünde kah dansları kah tavırlarıyla artık iyice kafamıza yerleşmesini sağlıyor Farhadi ve bu da en çok düğünde geçen sahneleri unutulmaz kılıyor. Nella’nın Se Muere por Volver’iniyse kulaklıklarımı kulağıma takmaya her fırsat buluşumda hiç bıkmadan dinliyorum. İnsana yaşama sevinci aşılıyor bir şekilde. Tutkulu, ateşli, eğlenceli, ezber bozan, insanın bazen de ayaklarının yerden kesilmesinin gerektiğini hatırlatan…kısacası İspanyolca ne olağanüstü bir dildir öyle. Ve Farhadi yavaş yavaş açtığı senaryosunun yapraklarını, her zamanki aile kavramının üzerine bir de akrabalar sayfasını ekleyerek sunuyor önümüze. Kendisi iyi bir yönetmen olduğu kadar iyi de bir hikaye anlatıcı aslında. Kan bağının önemini vurguluyor ister istemez. İnsanın ancak öz çocuğu için yapabileceği bir fedakarlık var ortada. Ve bir kez daha Laura, üstelik bu kez işinden, karısından, parasından etmek suretiyle geride bırakıyor Paco’yu. Kendisiyse ailesiyle uçarcasına ayrılıyor Madrid’den. Fakat bununla bitmeyeceğinin sinyallerini veriyor yönetmen. Mariana, kocası Fernando’yu oturttuğu sandalyede şüphelerini anlatmaya başladığı anda bitiyor film. Farhadi aralık kapıları sever ve bu duruma önceki filmlerinden de son derece aşikarızdır. Eğer somut bir şeyler istiyorsak, bize Paco’nun kurtulabileceğine dair bir nebze olsun ümit vererek bitiriyor filmini. Ya da en azından gerçeklerin ortaya çıkabileceğine dair umut doluyor içimize. Son olarak Lea rolündeki Barbara Lennie’nin Bardem’le kavgası esnasındaki oyunculuğu çok başarılıyken, tüm ikili diyaloglar arasında geçen duygu aktarımı, işte onu Farhadi’ye sormalı.
Ordan oraya savrulan ilgi çekici bir yazı.
En güzel cümle “herkes kendine düşen görevleri yapmaz ise ne memleket kalır ne ülke”
BeğenBeğen
Benim gibi:))
BeğenBeğen
Bizim dışımızda gelişen yaşam şartları malesef insanı hepimizi oradan oraya savuruyor.Sadece size özgü değil.
selamla..
BeğenBeğen