UZUN İNCE BİR YOL : SEKİZİNCİ BÖLÜM, ADIYAMAN’DAN ANADOLU’ya – MARAŞ ÜZERİNDEN KAYSERİ’ye
Nerede kalmıştık? Derhal hatırlayalım: çilelerle dolu bir Nemrut tırmanışı yaşarken bir avuç insandık bu anlarda. O her gidişin nihai dönüşünü yaşıyoruz şimdiyse beraber. Her birimiz sessiz sessiz sindirmeye çalışıyoruz bir yandan bütün yaşadıklarımızı. Büyüleyici, nefes kesici, şok edici bir manzara idi söz konusu olan ve tüm bu heykelleri burada istemişti yeni bir din yaratma gayretindeki bir kral. Krallığının isminin, bir çiğ köfte markasına dönüşeceğini tahmin edebilir miydi aynı kral? Öyle bile olsa, en azından etlisinde yaşamasını arzulardı kanımca. Etsiz çiğ köftelerin kralı büyük imparatorluk Kommagene’nin yarı Pers yarı Helen kanı taşıyan, babasına hürmet göstermesinden çok annesine duyduğu derin sevgi ile anılan hükümdarlarından 1. Antiokhos’un, görkeminden ve ulaşılmazlığından dillere destan olan bu mezar tepesini az evvel debenleye debenleye bitirdik, şimdiyse iniyoruz ağırdan. Önümde ilerleyen ve battaniyelere sarılmış salkım saçak insanlara bakıyorum. Gün çoktan doğdu, alev alev ortalık. Fırat Nehri’ne, Toroslar’a son bir kez bakıyoruz. İniş nispeten daha sakin geçiyor. Minibüsümüze biniyoruz, sessiz. Gideceğimiz yere gidiyoruz, sessiz. Tekrar iniyoruz, sessiz. Şahsi düşüncem ve isteğim her şeyin bir an önce bitmesi doğrultusunda. Bir başka yer daha göresim yok. Bir an önce bavulumu alıp, otelden ayrılıp, Adıyaman’dan kaçmak istiyorum. Ama her zaman söylediğim bir şey var: benim isteklerim doğrultusunda gerçekleşmiyor yaşananlar ve de yaşanacak olanlar. Burada da çoğunluğa uyup tarihin bir başka durağını keşfe çıkıyoruz: adını Kommagene’li atalarının birinden alan “Arsemia Antik Kenti”. Ufak bir tırmanışa mal olması sevindirici olmakla beraber, Krallığın yazlık yönetimini her zamanki atışmalar ve anlaşmazlıklar içerisinde geziyoruz. Alışmış olduğumuzdan, ben dahil kimse hassasiyet göstermiyor bu duruma. Anadolu’nun bilinen en büyük Grekçe yazıtı burada bulunmakta. Antiochos ve Herakles’in tokalaştığı stel de burada. Tanrılar ve İnsanlar el sıkışırken, biz insanlar kendi aramızda anlaşamıyoruz bu arada. Stel yüzünden çıkıyor atışma. Sırada Cendere Köprüsü var deniyor, rehber tersimden kalktım galiba ben bugün diyor, benimse ruhum daralıyor. Bu köprü zamanında taht kavgasına ve kardeş kavgasına sahne olmuş. Nasıl mı, babaları Roma İmparatoru Septimus Severus’un yaptırdığı dört sütunlu köprü, büyük oğul Caracalla’nın babası öldükten sonra beş yaşındaki kardeşi Geta’yı öldürüp, onun adına bir şey kalmasını istemediğinden babasının Geta adına yaptırdığı sütunu yıktırmasıyla sonuçlanıyor. Köprü üç sütunlu kalıyor. Caracalla, Kabil’in izinden yürümüş bir zamanlar. Efsane öyle diyor.
Karakuş Tümülüsü’nü de gördükten sonra otele varıyoruz. Herkesten seri hareket ediyorum açık büfenin önünde. İki tane haşlanmış yumurta alıyorum. Reçeller, ballar derken, ölmüşüm açlıktan meğer. İlk önce Nemrut’ta paparayı yiyen hanımlar şikayet ediyorlar rehberi, otel müdürüne. Ben onunla konuşurum diyor müdür ve gidiyor. Daha önce program yapmak için Güney Doğu’ya gelen ve şimdi münferit gezmekte olan özel bir kanalda program sunuculuğu yapan ve kelimeleri anlaşılır ve vurgulu bir biçimde kullanan Ertuğrul ve öğretmen bir hanımla paylaşıyorum masamı. Herkesten hızlı önümdeki yiyecekleri tükettiğim için, oturmuş hiç acıkmamış gibi sakin sakin kahvaltılarını etmekte olan masa arkadaşlarımı izlemek için çokça vaktim oluyor. O arada gözleri yaşlı rehber çocuğu ve öfkeli müdürü görüyorum arkamı döndüğümde. Müdür, çocuğu dövmüş! Hiçbir şey olmamış gibi önüme dönüyorum. Adam çocuğu dövmüş, inanamıyorum! Müdür kısa boylu, rehber dev gibi. Oturtup da mı dövdü, yoksa zıplayarak mı vurdu çözmeye çalışıyorum. Yüzüne çalıştığı ise çocuğun kıpkırmızı olmuş suratından anlaşılıyordu bu arada. Konuşmak yerine dövmüş! Hala inanamıyorum olanlara. Ertuğrul’la hediyelik eşya almaya gidiyoruz. O bir şeyler satın alıyor arkadaşları için, buradan Diyarbakır’a geçecek. Aklı başında, bilgili, rasyonel hareket edebiliyor. Ezidiler üzerine çektikleri bir belgeselleri varmış. Bense ne yapacağımı bilmiyorum. Diyarbakır geride kaldı. Hatay buradan çok ters, çok sapa, çok uzak. Önümde Maraş var. Ardındaysa Kayısı pardon Kayseri. Ben Kayseri’ye gideceğim diyorum. O andan itibaren rahatlıyorum. 12’de kalkan ve otelin önünden geçen otobüse binip altı saat içinde Kayseri’de olacağım. Ertuğrul’a Lübbey’den bahsediyorum. Benim de tanığı olduğum bir özel durum içeren Ödemiş’in yeşillikler içinde yaşayan, bu az nüfuslu köyünden bahsediyorum. Tahtacılar’ın uzaktan büyüleyici, içine girince esrarlı köyü. Dedim ya köy istemediğini istemiyor ve bunu da açıkça belli ediyor. Orada yaşadıklarım bir başka yazımın konusu olur ancak ve ben daha hala Adıyaman il sınırları içerisindeyim. Evimden de bin küsur kilometre uzaktayım.
En nihayet bir ara müdürle yalnız kalıyoruz. Herkes şikayetçi oldu, çok kötü oldu diyor. Otelden ayrılmadan önce üç memur kız da söyleyeceklerini söyledi ki konuşkan olan da Arsemia’da rehberle atışmıştı. Lideri mutsuz olan’ın ümmeti huzur bulmazmış. O hesap herkes parasını ödüyor ama ağzında kekremsi bir tatla ayrılıyorlar sırayla otelden. Bu durumun insanı ne kadar mutsuz ettiğini anlatamam. Müdür ilk defa böyle bir şey oldu diyor ve ekliyor, iyi bir dövdüm ama diye. Çözüm değil ki diyorum, yok değil ama diyor ve yine ekliyor dövdüğüm iyi oldu ama(kısaca dövdüğü için pişman değil, hatta içi rahat bile diyebiliriz ve bu durumda vah zavallı rehber de diyebiliriz. Çocuk bize karşı duyduğu öfkeyi önce gizliden, sonra alenen belli etse de, biz ona bir şey yapmadık aslında. Kendi hatasıydı. Öte yandan burada yaygın olduğunu düşündüğüm dayakla tedavi, pardon terapi, pardon eğitim en büyük sorun. Zihniyet baştan yanlış, ne denir ki daha da). Kapadokya bölgesiyle ve balon turizmiyle karşılaştırıyorum burad yaşadıklarımı, her ikisine de kör şafakta gittiğin için belki de bu kıyaslamayı yapıyorum kendi kendime. İnsanlar, rehberinden mekan sahibine, sana böyle acayip davranmazlar, çünkü hepsi kaç yılın turizmcisidir. Müşteri memnuniyeti olmazsa, aldığın para hayır etmez bilecek olgunluktaki insanlar vardır karşında. İlk defa bir yerden böyle kaçarak uzaklaşıyorum. Ne diyebilirim ki? Saat on iki’ye gelmekte. Herkesi; çocuğu bir temiz dövdüm ama hak etmişti diyen müdürü, öfkeli rehberi, bir çılgın kralı(o çılgın bir sürü çılgın’ı ayağına getirtmeyi başarmakta halen daha, üzerinden yüzyıllar geçmiş olsa da) geride bırakmak arzusuyla çılgınca uzaklaşıyorum oradan, hiç ardıma bakmadan.
Kahta’dan, Adıyaman’a gidiyoruz ilk önce. Adıyaman garajına giriyor otobüs. Bir sürü şeyin-pekmez ağırlıklı olmak şartıyla-kurusunu satan ve tek kelime Türkçe bilmeyen beyaz sakallı amcadan cevizli sucuk alıyorum. Poz verir misin deyince, hiç hayır demiyor. Sokaklarda, hele hele garajda açıkta satılan şeyleri almak adetim olmasa da, Güneydoğu’daki son durağımdan da eli boş dönmek istemiyorum. Herkes’ler kuru patlıcanlar, yemişler, kahveler neler neler götürdüler. Gaziantep’ten aldığım dört sülüğü mü kesip vereceğim insanlara? Hiçbir yerin mutfağını değerlendirememek bana mahsus bir şey. İnsanlar Maraş’tan alıp, vakumlu kaplarla kırk saatte bozulmadan getirdikleri dondurmaları anlatırlar bir efsaneymişçesine. Ben yapabilsem asıl efsane olacak belki de. İki kilo olsun diyorum sucuk için. Otobüs hareket etti edecek nerdeyse. Şoför sabırsızca bana bakıyor, hem Kürtçe hem Türkçe bilen bir adam, satıcıyla aramda aracılık yapıyor. İki kiloyu geçmiş benim cevizli sucuk. Koy diyorum. Anadolu’ya çantamdaki dört sülük ve iki kiloyu aşkın cevizli sucukla girmeyi planlıyorum. Gir mehter’i, ver mehter’i, iki ileri bir geri… Tıpkı şu an yaptığım yolculuk gibi. Yarı dolu otobüste beş defa yer değiştirdmiş bulunmaktayım güneşin yönüne göre. Çünkü her zamanki gibi hem kliması hem de havalandırması bozuk bir otobüsün içindeyim ve önlere doğru bir nebze serinlediğinden otuz beş numaradan dokuz numaraya kadar ilerledim durdum siperden sipere koşuşturan askerler gibi. Bu arada on iki mola yaşadım. Maraş ve köyleri uçsuz bucaksız bir vaha gibiydi ve bitmek bilmedi. İçerisi kaynıyordu ve yolcular konuştukları her dilde çığrındılar fakat o klima bir türlü açılmadı. Havalandırma hiç çalışmadı. Hava sıcaklığı içeride yirmi yedi dereceyi gösterdiğinde saat üç civarıydı ve beklenilenden iki saat daha uzun bir süre sonra Kayseri’ye varabildik ve bu bir İstanbul otobüsü idi. Bu da kalanlar için şu demek oluyor: bu insanların sauna gibi bir yerde nefes darlığı, kalp spazmı gibi sıkıntılarla boğuşmalarına neden olacak ılık saatler ve on iki moladan daha fazlası var önlerinde. Bir ara önümdeki koltuktan Kürtçe yükselen bir kadının isyan, hizasındaki bir adamın yine Kürtçe uyarısıyla son bulmuştu. Burada erkeklerin borusu ötüyor anlaşılan. Ama olsun ben de söyleyeceğimi söylüyorum sırf o adama inat. Güneydoğu’daki yaygın kanı insanların cefa çekmeye alışkım oldukları yönünde. Siirt’e giderken de benzer bir durum yaşamıştım. Bozuk klima, çalışmayan havalandırma. Birileri seni gariban bilmeye görsün, tepene binmeyi bir görev addediyorlar. Nasılsa çeker bu çekmeye alışkın çilekeşler! diyor. Burada en büyük kabahatli yanıp yanıp da susan, laf söylediği için de karısını azarlayan kocadaydı. Eşek seni, senin erkeklik gururun, şoför belki de yakın akraban, eşin dostun olduğu için karını susturuşun yüzünden yandık biz “hep” en çok.
Hayatım boyunca ilk defa Maraş’tan geçiyorum, şöyle de bir görüyorum uzaktan. Garajına indiğimde çevremdeki insanları incelemeye koyuluyorum. Beslenmeden mi, doğal kaynaklarının zenginliğinden midir nedir, halkı çok sağlıklı görünüyor. Kadını da, erkeği de. Ne kof şişmanlar, ne de zayıflar. Kanlı canlılar. Yanakları al al, yüzleri yassı ve geniş, derileri kalın. Gülüyorum kendi kendime doğuştan botox var kadınlarının yüzünde diye. Ne Doğu’nun insanına benziyorlar, ne Anadolu’nun. Tarhananın ve dondurmanın en hasının memleketinde, bu yanaklar ondan böyle al al bence!
Kahramanmaraş bir İç Akdeniz şehri aynı zamanda. Bitki örtüsünün büyük kısmı orman ve makilikten oluşan il’in yeşillikler içindeki ilçe ve köylerinden pardon mahallelerinden geçiyoruz yol boyunca. Minaresiz camilerin olduğu köyler de var, içindeki her şey Tekir olan da. Her şey ama; mesela Tekir alabalık, Tekir ilkokulu, Tekir bakkal, Tekir manav, bu liste böyle uzar. Bir de Yaşar Türkleş Ormanı vardı yol boyunca. Rahmetli zat’ın soyismi bir çağrı niteliğinde galiba. Sağa sola baka ede, Kayseri’ye az kaldı gibi de…