Bu
FIRST MAN : İLK ADAM
“Uzay keşfinin ne olduğunu bilmiyorum ama bunun sadece uzay keşfiyle ilgili bir inceleme olacağını düşünmüyorum. Bence bu bir şeyleri görmemize yardımcı olacak. Çok daha önceden görmemiz gerekenleri. Ama bunu şimdi yapabiliyoruz.” Neil Armstrong
“Aşağıda başarısız olalım ki yukarıda başarılı olalım.” Neil Armstrong
“Bir insan için küçük, insanlık için dev bir adımdır.” Neil Armstrong
GİRİŞ :
First Man, kısa ama etkileyici filmografisiyle rüştünü ispatlamış seksen üç doğumlu yönetmen Damien Chazelle’in dördüncü uzun metraj filmi. İlk filmi “Guy and Madeline on a Park Bench”i almış olduğu iyi övgülere rağmen pek bilmesek de, bir müzikal yönetmeniyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürten Whiplash ve La La Land’in ardından çıkagelen First Man, ağırlıklı olarak dram türüne yakın çehresiyle Chazelle’in tür sıçrayışının altından da başarıyla kalktığının resmi temsili oluyor. Film malum sitelere düştüğünde yurtdışında olduğumdan ve benim de ilgi gösterecek halim ve vaktim olmadığından üzerinde durmamıştım pek fazla. Gel zaman git zaman, geldim kondum ve film yine çıktı karşıma. Pek çoğunuz gibi Ay’a ayak bastığı şüpheli, bir nevi halk kahramanına dönüşmüş marka gibi bir ismi olan Amerikalı beyaz adam’ın ev halini, kabin halini, aydaki halini görmek çok çok umurumda olmadığından ertelemiştim araya birkaç film ve başka başka yazılar koymak suretiyle. En nihayet birkaç gün önce metanetle geçtiğim ekran karşısından, buruk bir şekilde de kalktım. Filmi beğendim beğenmesine de, uyarlanmış olduğu kitabını okumamış olmakla beraber, Armstrong’un her yerde karşımıza çıkan fotoğrafındaki buruk gülümseyişinin altında yatan trajedisini tahmin etmeyeceğim gibi yönetmenin bunu hissettirişindeki ustalığını beğendim en fazla. Bu yüzden Ay’da yürüsün yürümesin, bizim milli destanımız olmuş olsun olmasın bu senenin ağır toplarından saydığım bir film hakkında birkaç kelam etmeden duramadım. Filmin atmosferini(hem dünyadaki, hem kabindeki, hem de malum Ay’daki), senaryosunu, Linus Sandberg’in görüntü yönetmenliğini, oyunculukları, filmin geneline yansıyan hüzünlü havasını ve buna eşlik eden müziğini ayrıca çok beğendim.
Filmin hikayesi sekiz yıllık bir zaman dilimine sığdırılmış. 1961 yılında başlıyor her şey, malum 1969 yılının temmuz ayında da sona eriyor. Bu zaman zarfında yaşananları izliyoruz ağır ağır; ağır çünkü Soğuk Savaş döneminde Ruslar ‘a karşı bir zafer olarak nitelendirilen, sonunda uluslararası bir müsabakada kazanılan en büyük başarıyla eşdeğer olarak görülen, milli ve manevi duyguları coşturan, Ay’da Amerikan bayrağını dalgalandıran, pek çok insanın bu uğurda canından olduğunu unutturmayan, adanmışlığın faturasının ağır olduğunu, bir de Armstrong ailesinin evlat acısı da hesaba katıldığında, filmin üzerine bir sis gibi çöken ağırlığın ve genel melankolik yapısının filmin olmazsa olmazı olduğunu düşündürtüyor. Bu duygu filmi sıradan bir Apollo filminden ve kahramanlık destanı yazmak gayretinden uzak tutuyor. Amerikan Başkanı Trump’ın içerik olarak Amerikan bayrağının çok az sallandırıldığını düşünerek filmi boykot ettiği düşünülürse, tersi orantılı olarak filmin başarısını hesaba katın diyeceğim. Bu duygularla başlayan film, benzer hislerle de son buluyor. İzlemesi güç, iki saat yirmi bir dakikalık süresiyle bir hayli uzun olan İlk Adam’ı başlıyoruz incelemeye.
NASIL İLK ADAM OLUNUR? :
1930 doğumlu Neil Armstrong otuz bir yaşında imiş filmdeki olayların anlatılmaya başlandığı tarihte. California’daki Movaje Çölü’nde yapılan bir deneyde atmosferden çıkan Armstrong çok da parlak bir başarı göstermiyor söylenenlere göre. Atmosferden çıktığında evine dönüp dönemeyeceğinden endişeli bir insan var neticede bir tenekenin içinde. Kendisi unutsa, sarsıntının ortasındaki tek adamın neler çektiğini izleyiciler olarak bizim hissetmememiz mümkün olmuyor. Gemini projesinde arka planda çalışacak bir mühendis arandığını öğreniyor aynı zamanlarda. Fakat kızı Karen’ın hastalığı taşınmasına mani oluyor. Teşhisin konduğu 1961 haziran’ından, yirmi sekiz ocak 1962 yılına dek topyekün sürdürdükleri hastalıkla mücadele süreçleri acı bir şekide sona eriyor. Karen, anne babasının evlilik yıldönümlerinin olduğu gün ölüyor ve çift bu günü tahmin edeceğiniz üzere kutlayamaz hale geliyorlar. İkinci çocukları olan Karen beyninin orta bölümünde yer alan kötücül tümör yüzünden hayatını kaybediyor. Dünyalar tatlısı biricik kızı için aynı zamanda mühendis olan baba Armstrong bizzat çalışıyor. Çeşitli çizimler görüyoruz masasının üzerinde, araştırmalar yapıyor, Kanada’daki hekimlerden ve onların çalışmalarından medet umuyor. Tüm bu çabaları Karen’ın ölümüyle son buluyor nihayet. Yas süreci 1963 yılında sonlanıyor ve Nasa’ya Gemini projesi için başvuruyor. Bir mülakat ki, düşman başına. Sert bakışlı, ciddi duruşlu bir sürü adam onu mülakata alıyorlar. Son derece aklı başında konuşarak, işi alıyor. Houston’ a taşınıyorlar. Eşi bir kez daha hamile kalıyor ve ikinci bir erkek çocukları oluyor Karen’dan sonra.
İlk adamlık doğuştan, kadersel gibi faktörlerle gelişse de, astronot olmanın tüm bunlardan bağımsız çok ama çok çalışarak olabildiğini görüyoruz. Fiziksel dayanıklılık, zehir gibi bir zeka, irade ve çalışmak çalışmak çalışmak. Kendi aralarında konuşurlarken gitmekten çok, dönmenin güçlüğünden bahsediyorlar. En nihayet Gemini 8 dört mürettebatla uzaya fırlatılıyor. Fırlatma öncesi pilot kabinine girmiş olan davetsiz bir kara sineği öldürüyor Armstrong. Fırlatma başarılı oluyor olmasına, Houston’da gitar çalanlar, birbirlerini tebrikleyenler derken, korkunç bir sarsıntı içinde kalan astronotların kontrolü tekrar ele geçirmeleri bir hayli zamanlarını alıyor. Kendimi burada öldürmeyeceğim diyen Armstrong ve ekibi paşa paşa dönüyorlar dünyalarına. O kara sinek bir şeylerin habercisi oluyor aslında. Bunun benzeri pek çok an yaşanıyor film boyunca. Ölüm bir şekilde haber veriyor ben geliyorum diye. Bir şeyler ters gidiyor ve anlamamazlığa geliyorsunuz ya da canınız anlamak istemiyor bir şekilde. Her kayıptan önce tıpkı öncü rüyalar gibi kızı Karen’ı ya da onu çağrıştıran bir şeyleri görüyor Neil.
Başarısız Gemini 8 fırlatışından sonra düzenlenen basın konferansında kimi saçma sapan sorulara da maruz kalabiliyor astronotlar. Döndüğünüzde Tamrı’nın varlığını daha çok hissettiniz mi gibi kesin argümanlı sorular bunlar. Gazeteler “Uzaydaki Vahşi Gezintimiz” türünde başlıklar atıyorlar. Vazgeçmek nedir bilmeyen Nasa bu sefer de Apollo 1’i göndermek üzere çalışmalara başlıyor. Fakat henüz daha test aşamasında, dünyadayken, kapsülde çıkan yangın sonucunda oksijenin tükenmesi ile 3 astronot birden güle oynaya girdikleri kapsülde tutuşarak ölüyorlar. Aynı saatlerde Beyaz Saray’daki bir kokteyle katılan Armstrong gelen telefonla acı haberi alıyor. Başta kızı olmak üzere pek çok sevdiği insanın kaybından sonra bu bardağı taşıran son damla oluyor ve Neil çılgına dönüyor. Nasa’nın yaptığı en iyi simülasyondan bile canını zor kurtarırken, yaralı yüzüyle çılgınlar gibi eve geldiğinde ne yaptığını ne kendisi biliyor, ne de eşi.
Apollo 11 kadrosunun oluşumu da bir başka tesadüf. Buzz örneğinde olduğu gibi. Astronotlar teker teker öteki dünyayı boyladıktan sonra, Neil ekibin lideri oluyor. Buzz’a, ay’a sen gidebilirsin dediğinde Buzz sesini çıkartamıyor. Böyle bir ihtimal aklında olsa bile, ilk defa söze döküldüğünden olasılığın bir ismi oluyor bundan böyle. Bunlar hırslı adamlar ve aslında hepsi başarı odaklılar. Birbirlerini kırmadan, centilmence yarışma gayretinde, korkunun ecele faydası olmadığını kulaklarına küpe yaparak ama bunca cefa karşısında yüzde yüz başarıyla isimlerini yazdırmak istiyorlar tarihin sayfalarına. Diğer yandan Buzz Aldrin ve Michael Collins var ay’a gidecek olan en son ekipte. Astronot, uzay, ay derken, kısmet de neyin nesi diyeceksiniz, ben de bilmiyorum öylesine içimden geldi söylemek. Kader kısmet diyerek ben burada bir melodrama imza atadurayım, ellerin ay’a ya da mars’a gittiklerini, Amerikan bayraklarını bir zirve bulamadıklarından tümseklere sapladıkları gerçeğini değiştirmiyor tüm bunlar. Armstrong en büyük acı derler, evlat acısını tattıktan sonra, tüm fırlatmalardan eve tek parça halinde dönmeyi başarabiliyor mesela, İşte tam da burada devreye giriyor kader faktörü.
Filmdeki bir başka buruk ayrıntı, Armstrong’un en kritik anlarında kızıyla yaşadığı güçlü sevgi dolu anlarına tutunarak ayakta kalmasıydı. Her gittiği yere götürdü iki yaşında kaybettiği kızını. Ay’da yürürken bile kızının yaşadığı zamanlardan kalma, acıyla sınanıp yoğrulmadan önceki anıları geldi gözünün önüne. Peki ay’da yürümüş olmak ne derece mutlu etti onu? Kendisine verilen görevi tüm zorluklarına rağmen yerine getirmiş olmanın verdiği haklı gururun dışında, iki yaşındaki kızının ölümüne şahit olmuş bir baba olarak baktığınızda çok da mutlu olduğunu görmüyorsunuz aslında. Apollo 11 öncesi yapılan basın toplantısında Buzz seyirciye oynarken, son derece keskin cevaplarla yaklaşıyordu basına karşı. Ay’a giderken yanınızda ne götürürdünüz sorusuna karşılık olarak bir seçeneğim olsaydı yakıt alırdım cevabını verdi net bir şekilde. Halbuki kızı Karen’ın üzerinde isminin yazıldığı harflerden oluşan boncuklu bileziğini bıraktı ay’da yürürken. Yönetmen bu ve benzer sahnelerde yönetmenliğini konuştururken, evlat sahibi olmadan çocuğunu kaybetmenin ne demek olduğunu hissedebildik sayesinde.
Armstrong rolünde La La Land’den sonra yönetmen Chazelle’le ikinci defa aynı projede yer alan Ryan Gosling, Armstrong’a hayat verirken her zaman kontrollü bulduğum oyunculuğunda çıtayı yine kontrollü olmak kaydıyla bir adım daha yukarı taşıyor. Hüngür hüngür ağlıyor kızını toprağa verip, tek başına masasının başına geçtiğinde. Bir daha da kendisini kaybettiğine tanık olmuyoruz. Zaten en büyük acıyı yaşamış olduğundan hayattaki duruşu daha ciddi, insanlarla ilişkilerinde mesafesi bir hayli açık olan, duvarlarını örmüş bir adama dönüşüyor. Eşi Janet rolündeyse bir Golden Globe ödülü sahibi Claire Foy çıkıyor karşımıza iri mavi gözleriyle. O da payına düşen rolün hakkını veriyor vermesine de, geleneksel aile yapısının içinde kalan ve anne ve eş rolünden başka bir fonksiyonu olmayan eski yüzücü Janet’ın aslında evin yükünü çekerken ve çocuklarını yetiştirirken ne kadar da yalnız olduğunu görüyoruz. Kendisi gibi bir astronot eşi olan Pat ile konuşurlarken, Neil ile normal bir hayat yaşamak istediği için evlendiğini itiraf ediyor. Hayattan istikrar beklerken, istikrarlı bir adam tercih etmesine rağmen hayatın genel istikrarı hususunda insanoğlunun öngörüsüzlüğüne şahit oluyoruz. Pat, normal bir hayatı olan kız kardeşinin kocasının dişçi olduğunu söylüyor. Her sabah muayenehanesine gitmek üzere eşini öptükten sonra ayrılan bir kocanın yanında, “Mission Mars” diyerek Ay’a gitmek üzere yola koyulan bir koca. İnsan her sabah Ay’a gidemez belki ama yaptığı iş uğruna aldığı risk, ülkesine, yöneticilerine ve tüm dünyaya karşı duyduğu sorumluluğun bir adamın özel hayatına ve sevdiklerine ilgi gösteremeyeceğinin bir kanıtı aslında. Nitekim onunla oyun oynamak isteyen büyük oğlu dışarıda oyun oynamakla yetiniyor. Babası ya hep meşgul ya da kederli. Ay’a fırlatılması gerekiyor, kendi gibi kozmonot arkadaşlarıyla uzay mekiğinin aerodinamiğini hesap etmesi gerekiyor, fırlatılma anında, öncesinde ve sonrasında yaptığı hesapların tutması gerekiyor, yoksa eve dönüş zor gözükebiliyor. Tüm bu zor şartlar altında evlilik nasıl devam edebilmiş diyeceksiniz, etmiş ama bir yere kadar. Filmde karı koca arasındaki ilişki çok da romantize edilmemiş. Ay’a gitmeden önce üzerindeki baskıdan ve aşırı stresten kendisini ailesine kapatıyor. Oğullarına söylemeden kaçıp gitme telaşına düşüyor. Janet onu uyarıyor geri dönmeme riskine karşılık. On gün gidiş ve bir aylık bir karartma yaşayacak eğer dönmesi mümkün olursa. Gitmek var, dönememek de var hesapta. Neil ve eşi Janet tüm tantana bitip de, sterilizasyon yüzünden bulundukları ayrı odalara rağmen ilk defa karşılaştıklarında filmde bahsedilmeyen ileride yaşayacakları ayrılığın ve aralarındaki mesafenin varlığına tanık oluyoruz bir nevi. Bir süre gözlerden uzak bir hayat yaşıyorlar Ohio’da taşındıkları bir çiftlik evinde. Kırk yıl süren evlilikleri 1994 yılında bitiyor. Boşanıyorlar. Neil 2012, Janet Shearon’sa 2018’in haziran ayında ölüyor. Onlardan geriye pek çok filme, romana ve tarihin sayfalarına konu olacak anılar, fotoğraflar ve iki de erkek evlat kalıyor: Eric ve Marc Armstrong.
SON SÖZ :
Ay’a iniyorsun, bir an sürüyor sadece. Seni bu ana taşıyan bir hayat bırakmışsın geride. Bütün bir hayatın boyunca buna hazırlanmışsın belki de. Yeri gelmiş, hayatındaki pek çok şeyi ihmal etmişsin bu uğurda. Ailen de sensizliğe katlanmış ve karın olası dönmeyişin ihtimaline karşılık kendini hazırlamış. Çocuklarının oynayabileceği bir babaları yokmuş etrafta, tam da oyun çağlarında. Pek çok Amerikalı, başta yazar Kurt Vonnegut olmak üzere Nasa’yı eleştirse de, bunca parayla ülkedeki açlar doyurulurdu, Rusya’ya inat, süper gücüz diye vergi mükelleflerine dayatılan faturaya değer miydi, ülke Vietnam Savaşı’nın içindeyken, Ay’a gitmek elzem miydi diye sorup dursanız bile, bir merak içinde başarmış olanın hayatını izlemeye, Ohio’lu Armstrong’un hayatına ait hiç bilmediğimiz detayları görmeye gidiyoruz sinemaya merak içinde. Olamayacağımızın yaşantısının nasıl bir şey olduğunu görmek telaşı var her daim olduğu üzere üzerimizde. Elbette iyi bir takım lideri var bu işin tepesinde. Bir yönetmen sineması izleyeceğiz First Man sayesinde. Çok da etkileyici müzikler eşliğinde. “The Landing” benim favorim oldu bile.
Bir Cevap Yazın