COLD WAR : SOĞUK SAVAŞ : ZIMNA WOJNA
“Aşk aşktır. “ Wiktor
“Daima ve her yerde seninle olacağım. Dünyanın sonuna kadar.” Zula
“Aşık olduğunda zaman önemli değildir.” Juliette
“Seni seviyorum ama şimdi kusmam gerekecek.” Zula
“Seni tüm gücümle seveceğim.” Zula
GİRİŞ :
Benzer temalar barındıran, aynı minvalde ilerleyen bir başka romantik film daha izlemiştik bu sene. Öyle ki her iki film de romantik, müzik ve dram türleri altında kategorize edilmişti IMDB’de. Karşılaştırmaları sevmesem de(aslında sevmem derim ama ruhumun ayazda kalmış basit yanı çok sever), A Star is Born’la mukayese edildiğinde Soğuk Savaş’ın nerede durması gerektiğinden bahsedeceğim sadece. Yakışıklı oyuncudan yönetmen de oluyormuş bak Bradley’e, ne söyledi ama Gaga, In The Shallow’u başa sar sar dinle, yetmezse satır satır ezberle ki karaoke’de eşlik edesin, ee ses var hatunda, oyna demişler oynamış, söyle demişler söylemiş, bir adam var seni adam etti, tımar etti, vefanı göster, arkasını topla, bunalımlarını çek, kendini geri çek, alkolünü, kokainini eksik etme, eli daha çok ekmek tutan sensin bundan böyle, ödül törenine zil zurna çıkıp şakır şakır altına ettiğinde bile tolere et seviyorsun çünkü, muhtemelen ailesinden birileri ağır bir Kızılderili büyüsü yaptı, biricik aşkın kompleksle karışık gururdan intihar ettiğinde ise yık ortalığı, bir şarkı patlat sahnelerde namı yürüsün biricik kovboyunun, falan filan. Sonunda da film bitsin nihayet. Böylesi bir cefa da iki saat on altı dakika sürsün. Elin Polonyalısı seksen sekiz dakikada tertemiz karelerle, tablo gibi sahnelerle-siyah beyaz hem de, işini gücünü bitirebilmişken, neden bu kadar uzuyor da uzuyor bir film? İnsan kendini bu kadar ciddiye almalı mıdır? Yeryüzüne gönderilmiş tek baygın aşkın onlarınki olduğunu mu sanıyordu yapımcıları, üstelik bu bir yeniden yapımken? Sorun da burada başlıyor zaten. Kris Kristofferson ve Barbra Streisand ilk filmde yeterince iç baymışken, ilk otuz dakikası dışında bir cazibesi kalmayan filmi benzer uzunlukta çekmenin manası neydi? Streisand The Way We Were’ün Katie’si ve de Yentl’di en çok. Bir yıldız olarak doğmasa da olurdu burun vurgusuyla. Aynı şekilde Lady Gaga da.
Soğuk Savaş’ı izlerkense hem isminden, hem de uzun bir zaman dilimine yayılan aşkın benzerliğinden Pınar Kür’ün Bitmeyen Aşk’ı geldi ilk önce aklıma, sonra da en sevdiğim kitaptır Boris Vian’ın sürreal öğelerle çok az günde tamamladığı naif aşk hikayesi Günlerin Köpüğü ve de biraz vahşi kaçsa da Betty Blue ve atmosfer itibariyle de Godard’ın Serseri Aşıklar’ı. Üstelik tüm bunlar Ingmar Bergman estetiğiyle, siyah beyaz çerçevelerin asaletiyle çıktılar karşıma. Ben sadece beğendim oturduğum yerden. Alfonso Cuaron’un Roma’sından sonra olmak kaydıyla şimdilik bu senenin ikinci favori filmi Cold War’dur benim için. Yönetmen Pawel Pawlikowski’nin Oscar ödüllü filmi Ida’yı da beğenmiştim pek çok nedenden ötürü. Çünkü yönetmen yarattığı evrenin orta yerine yerleştirdiği karakterlerin içlerine çektikleri her nefesi hissetmenizi istiyor. Bu konuda da son derece iddialı. Ida yaşayacağını yaşamış, göreceğini görmüştü ve de vazgeçmek zorunda olduklarının çok da vazgeçilmeyecek olmadığını da. Soğuk Savaş’ta da karakterlerimiz yaşadılar, yozlaştılar, başka duraklarda dinlendiler ve de gördüler ki birbirlerininkinden daha uygun bir kalp bulamayacaklar ve bu noktaya gelene kadar yaşadıklarını paylaşabilecekleri ortak bir akıl ve hafızanın bulunamayacağını da. O dönem bu dönem, sıcak ya da soğuk-savaş dahilinde, savaşta ve barışta kadın erkek ilişkilerinde değişen bir şey olmadığını da bir kez daha gördük. Bir adam seni beğeniyor, sen de ona karşılık veriyorsun, tanıdıkça daha çok seviyorsun, o zaman işte bu diyorsun, sonra bir arada yaşamaya çalışıyorsun ki bu kısım her zaman kolay olamıyor, onun çevresi, senin çevren derken kalın duvarlar örülüyor etrafına ve sen öte taraftaki güzellikleri göremez oluyorsun, yavaş yavaş bıkıyorsun ve sıkıştığını anlıyorsun. Bir bakıyorsun fare gibi kapana kısılmışsın, fırsat bulursan başka kapanlara kaçıyorsun. O kapanlardan da sıkılıyorsun çünkü onları o kadar az tanıyorsun ki, bir şeyler hep eksik kalıyor. Bu film eksiklikleri, başarısızlk korkusunu ve aşkın evrelerini anlatıyor. Böylesi bir filme de seksen küsur dakikanın sonundaki gibi bir son yakışıyor en çok. Bazen bırakmalısındır tadında.
Duyguları izleyiciye geçirmek hadisesinin açıklamasına gelirsek eğer filmde yer alan birkaç sahne var ki, ünlü görüntü yönetmeni Ed Lachman’ın düşüncelerinin birer izdüşümü oluyorlar adeta. Diyor ki Lachman: “Edebiyat karakterin iç dünyasına girebilir ama dış dünyayı canlandırması çok daha zordur -yazarlar bir mekanı anlatmak için paragraflar ve sayfalar harcarlar. Filmde ise tek bir planla dış dünyayı gösterebilirsiniz, ama kamerayla bir karakterin iç dünyasına girmek çok daha zordur. Yönetmenlerle hep bunu keşfetmeye çalışırım; karakterlerin ve duyguların iç dünyasına nasıl girersiniz? Görüntüler, karakterleriniz ve hikayeniz için duygusal bir manzara yaratan şeyi açığa çıkarmak için kullanılan metaforlardır.” O sahne/lerden yeri gelirse eğer bahsedeceğim. Öte yandan bir şey daha var ki ekleyeceğim, beğeniler kişiseldir. Yaşanmışlıklar etkili olabilir çoğu zaman, cinsiyet bile fark ettirebilir. Malum biz kadınlar daha duygusal yaratıklarız, kimi zaman da işler yolunda gitmediğinde kolaylıkla vahşileşebiliriz de. Nesilleri aktaran da bizleriz ufak bir dokunuşla. Dolayısıyla bu filmi beğenmemde, diğer filmi beğenmememde aklınıza gelmeyecek ve ben olmadığınız için bilemeyeceğiniz pek çok dürtüyü, duyguyu da içimde barındırmaktayım. Ben ben olduğum için beğeniyorum pek çok şeyi, siz ben olmadığınız için beğenmeyebilirsiniz aynı ya da benzer pek çok şeyi.
Bu arada Lean on Pete var ve de Private Life bu senenin en beğendiklerim listesinde. Şimdi gelelim hem karşı cinsler arasında, hem de fonda yaşanan Soğuk Savaş’larımıza. Filmde de bahsi geçen metafor filmin ismiyle başlıyor daha ilk etapta.
NEDEN “SOĞUK” SIFATIYLA ANILMAKTA OLAN BİR SAVAŞ VARDI BİR ZAMANLAR? :
Savaşın bir tarafının insanları zır zır donuyorlar da ondan. Doğu Almanya soğuk, Avrupa’nın en doğusunda yer alan müttefik ülkeler Polonya, Çekya, Rusya ondan da soğuk. Şaka bir yana sıcak pardon normal savaştan farkı sinsice örgütlenmesinde yatmakta. Taraflar birbirinin içine Yuri’ler gönderir. Casuslar birer köstebek gizliliğinde çalışırlar. Deşifre olan öteki tarafı boylar, olmayan içine sızdığı ülkenin sırlarını ele geçirip ülkesine yollar. CIA ve KGB soylu elemanlar yetiştirirler bu doğrultuda. İç işler meselesini yazıya, edebiyata ve neticesinde de paraya dönüştürmesini bilen John Le Carre romanlarında kendisinin de içinden geldiği bu köklü ve çılgın niyetli kurumları anlatır durur. Heyecan verici bir hayatları olduğunu düşündürtürler okuyucularına ve de izleyiciye. No Way Out’ta bir cinayetin ortasında kalakalan Tom Farrell rolünde Kevin Costner’ın en büyük gayretinin deşifre olmamak olduğunu öğreniriz. O da bir ajandır çünkü. Şanslıdır çünkü akibeti Kaşıkçı’yla karşılaştırıldığında yedi dakikada yedi ayrı parçaya ayrılıp dilimlenmeden paçayı kurtarır.
Filmin açılır açılmaz karşımıza çıkan simalar amatör müzisyen sıfatıyla karşımıza çıkan Polonya köylüleridir. Aç bakire kız, Tanrı’dan kork sözlerine sahip halk türkülerini dinleriz üstlerinden başlarından fakirlik akan köylülerin. Filmin pastoral manzaralı başlangıç sahneleri de çok başarılıdır. 1949 yılında soğuk bir kış gününde, biri kadın üç kişi, bir küçük kamyonetin içinde Lemko insanlarının yaşadığı köyleri ziyaret ederek hem özgün ve anonimleşmiş şarkı kayıtları yaparlar hem de gizli cevherleri keşfederler bir yandan. Nota bilmelerine gerek yoktur, mümkün olduğunca köylü yani doğal bir şekilde dağlılar gibi okumaları istenmektedir. Gençlere belki de bir daha ellerine geçmeyecek bir fırsat yaratmak üzere olan kahramanların bulundukları ortamda bir aşk hikayesinin de başlangıcına tanıklık ederiz. Wiktor bir sürü kızın arasında kendine has tarzından ötürü Slav cazibesi taşıyan Zula’dan ilk görüşte hoşlanır. Saf bir sesi, içinde barındırdığı enerjisi, sevecenliği ve kendine özgülüğü dışında içinde başka şeyler var diyerek ona olan ani hayranlığını dile getiren Wiktor, Podhale’den bile olmayan Tomaszow’lu Zula’nın babasını öldürmekten iki yıl hapis yattığını öğrenir sonra da. Sorduğundaysa babasının annesine yanlış yaptığını ve onun da bu yanlışını ona bıçakla gösterdiği cevabını alır. Olgun erkek ve genç kız arasındaki ilişkiye ateşli olduğunu anlayabildiğimiz bir cinsellik bulaşır ve ilişkilerini gizli saklı yürütürler. Gösterileri büyük bir coşkuyla karşılanır, çünkü o yıllar için bile son derece özgündür yaptıkları iş. Devlet büyükleri araya girdiğindeyse işler tüm dünyadaki proleterya liderlerinin büyüğü olan Stalin’in propagandasına dönüşür. Derlemelere toprak reformu, küresel barış ve onun tehditleri gibi temalar eklenmesi önerilir nazikçe. Böylelikle müteşekkir olacaklar ve bunu en kısa zamanda ödüllendireceklerini inceden belirtirler karşı taraf olarak. Sadece Yoldaş Irena kırsal nüfusun reform, barış ve liderlik üzerine şarkı söylemeyeceği konusunda diretse de, bir takım kapıların açılabilmesi için Kaczmarek yönetim yanlısı hareket eder. Wiktor susarak tarafını belli etmiştir zaten. Kısa sürede Stalin propagandasına dönüşen gösteriyi izlemeye tahammül edemeyen Irena’yı bir daha görmeyiz. Müttefikleri olan Almanya, Berlin’deki gençlik festivalinden ilk davetiyeyi almaları çok uzun sürmez böylelikle. Kaczmarek’se Zula’dan hoşlandığı gibi, her hafta itirafta bulunması için genç kızı yanına çağırmaktadır. Bunu öğrenen Wiktor kaçmaya karar verir. Elbette ki Zula’yla. Kızınsa şüpheleri vardır gittiğinde kim olacağına ve ne yapacağına dair. Özünde basit bir köylü kızıdır, çok büyük bir eğitimi, en önemlisi Fransızcası yoktur. Bir fırsat yakalamış nerdeyse baş dansçı olmuştur. Wiktor onu sınır kapısında bekleyedursun, bir barda Kaczmarek ve Almanlarla oturup Baltıklar’dan çıkan balığı yer sessizlik içinde. İki sene sonra Paris’te bir araya geldiklerinde Wiktor gelmeyişinin nedenini sorar, o da başarısız olacaklarını hissettiğini söyler. Tekrar bir araya geldiklerini gören Kaczmarek’se onu sivil polisler eşliğinde Doğu’nun Paris’i dedikleri Varşova’ya giden bir trene bindirir. Bu bir veda değildir elbette. Sonrasında pek çok defalar bir araya gelip gelip ayrılırlar. Ne bir arada yapabilmektedirler, ne de ayrı. Geçen yıllar içinde iki taraf da yozlaşır istemeden. Bunun farkına vardıklarında ise geri dönülemez bir yola girdiklerini anlamaları çok da uzun sürmez. Paris’teyken sürgündeki Polonyalı sanatçıya dönüşen Wiktor, tekrar anavatanı Polonya’ya dönmek istediğinde kimliği belirsiz biri olarak karşılanır. Fransız değildir, Polonyalı da. İki yönden de yasadışı yollarla sınırı geçmiş, İngilizler için casusluk etmiş, Polonya’ya ihanet etmiştir. Tutuklu kamplarında geçireceği on beş yıl onu vatan sahibi yapacaktır. Daima ve her yerde seninle olacağım diyen Zula, onu yine bulur ve kurtaracağına dair söz verir. Başarır da. Bitmeyen Aşk bir türlü bitmez. Tutuklu kampında, Paris’te Zula’nın kendini hiçbir zaman ait hissetmediği, dağlı kaçtığı entelektüel çevrelerde, Polonya’da…en nihayet 1949 yılında Polonya’da Zula’nın köyünde başlayan hikayeleri, 1964 yılında yine Polonya’da Zula’nın köyünde son bulur. Sonsuza dek beraberlik yemini eden çift bu yemini Zula’nın bildiği iyi manzaralı bir yerde edeceklerdir.
Yukarıda bahsetmiş olduğum duyguların en incelikli olarak aktarıldığı sahneye gelecek olursak dakika 62’ye bakın derim. Oy oy oy… Bir dakikayı bile bulmayacak kadar kısa süren bu anlarda Zula’nın bıkkınlığını, hayat yorgunluğunu ve her iki karakterin yozlaşarak geldikleri bu noktada en nihayet Zula’nın plağını kutlamaktan öte az sonra yaşanacak fırtınadan önceki sessizliği göreceksiniz derim o son bakışta.
Bir Cevap Yazın