GAGAVUZYA:
Bir arkadaşımın ülke biterse eğer (aklıma getirmekten itinayla kaçındığım ama olası manzara post-apokaliptik filmlere ve kitaplara benziyor; son kaynakları yediğimizi hayal ediyorum ya da son kertede birbirimizi; yahut kıçımıza bir tekme yedikten sonra sınırdışı edildiğimizi düşünüyorum; ama bu en yakın sınır mı olur yoksa son yemek gibi son bir şans tanınır mı gitmeden bilemiyorum); gidip yaşayabileceğimizi düşündüğü yer. Kendi kendine planlar yaptı sanırsam ya da çok fazla belgesel izledi ya da ülkesinden ve geleceğinden umutsuz çoğumuz gibi-çoğumuz kadar; ama bir yerden bu Gagavuzya hadisesini yakalamış aklı evvel arkadaşım. Hiç aklıma gelmez. Bravo valla. Ben egzotik Sahra, Sokotra Adası, çöl iklimi, matrak Araplar(evet aslında dünyanın en eğlenceli olabilecek ırkının üzerinde fi tarihinde başlamış olan kavim savaşları bir kabus gibi çökmemiş olsaydı ve kah etnisite kah geri kalmışlık bunca semerleri olmasaydı dünyanın en eğlenceli insanları olduklarına kesinlikle hemfikirim), teslimiyet, boşvermişlik, salt inanç ve az kuşku dolu ilkel bölgeler sayıklarken; biz Türkleri çok seviyorlarmış diye yaşamak için-ne olur ne olmaz diye-Gagavuzya’yı seçmek ve o doğrultuda planlar yapmak ve giderken beraberinde yaşamak için seçtiği insanlara da telkinlerde bulunmak Gagavuzya için. Gagavuzya ya!
Küreselleşme insanların kafasında çığırlar açabiliyor. Artık eskisi gibi değil her şey. Anadolu seyahatlerimde inip bindiğim arabalarda her on dakikada bir karşıma çıkan Yunus Emre buradan geçti yazılarını hatırlıyorum da, bizim motorlu araçlarla on dakikada teptiğimiz yolu at-eşek-merkep üstünde olmadı yayan olarak tepmenin güçlüğü asırlar sonra Emre’lerin ve benzerlerinin zahmetlerine bir övgü olarak hatırlanmayı hak ediyor.
Bir uçağa binip gitmekle başlayabilir bir gün her şey; yeter ki o cesareti kendinde bul, yeter ki iste, çok iste, olur.
Sevilmek ne olursa olsun daha çok sevilmek ve akabinde kabul görmek. Bunun için bir iç savaş çıktığında yahut sınır dışı edildiğinde seçtiğin ülkede sevilebilinir olma ihtimalini düşünmek. Dil, Tarih ve Coğrafya’nın önemi burada ortaya çıkıyor. İnsan önce doğduğu ülkenin, bölgenin coğrafi yapısıyla şekilleniyor ve hatta komşu coğrafyalarla ve ne kadar çok değişik coğrafyayı görür ve tanırsa o kadar çoğalıyor hayatta. Sonra diliyle karışıyor hayata. Dilin yok olduğunda aidiyetin bitmiş oluyor. Seni sen yapan şifrelerin bir kıymeti kalmıyor artık. Tarihse ne gidip görmek, ne de onunla konuşabilme şansı tanıyor sana. Sadece okudukların kadar var. Tarihçinin sütüne havalesin nihayetinde. Tarihçiler geçmişte yaşanılanlarla geleceğin inşasında bir köprü görevi görürler. Köprünün ayakları çok sağlam olmalı ve harcının içinde kendi de yoğrulmuş olmalı, bazen bir duvar olmalı o harca bulanmış.
”Kitaplarını okuduğum tarihçilerin bir fenomen olmuş olması gerekiyor onlarla ilk defa karşılaşıncaya dek.” diyen insanlar tanıdım. Her nesil bir öncekini gözünde büyütür belki ama tarihçilerin tarih isminin eskiliğinden gelen bir kuyrukları var ve onlardan yaşlı yazmaları isteniyor ve yaşlı olmaları. İlber Ortaylı’nın gençliğini hayal bile edemiyorum. Hatta yaşlı bir bebek olarak doğduğunu hayal ediyorum. Daha da ileri gidecek olursam Kanuni ve Fatih kavuk ve sakalla doğmuş olmalılar. Arkadaşlarımın ortak kanısıysa şu; aynı kodlar üzerinden yürümeliyiz başından diyorlar. Yani herkes kendi dilediği tarih yazılsın istiyor. Kamplaşmanın ve zıtlaşmanın tabiatından iyisi mi objektif olmak adına yabancı kaynaklı tarih kitapları okumalı insan eğer çok merakı varsa.
Tarih denen ürkütücü ve aslında bilinemez zamana saplanıp kaldığında ise, intiban güç olabiliyor şimdiki zamana ve hayat sürekli olarak o sever, bu sevmez, bunun ölçüsü bu, şunun ölçüsü şu kadar diye geçmiyor. Her baba farklı miktarlarda sever ama öz, ama üvey. Kimisinin verebileceği sevginin bir limiti vardır. Daha çok sevgiyi gösterecek kolları kısadır, aklı yavaştır, kavraması zayıftır ya da zalimdir hem tabiatından, hem iklimden kaynaklı. Sadece yaşamalı bir iklimde, bir mevsimde, bir coğrafyada. Ancak zamana sıkıştığında sonsuz olabilirsin. Irkların sonsuzluğu yok, sadece devamı var. Değişmezliğin olmayacağı gibi. Senin ortak ya da değil geçmişinden gelen öfke kaynaklı, o ölçüde, o kadar, ben de sevemiyorum seni diyebilir bir gün birisi. “Senin sevmediğin kadar, ben de sevmiyorum seni.” diyebilir sana. Ne diyeceksin o zaman? “Hadi vur beni. Yoksa ben mi seni..” mi? Tek şey düşünmeli insan birileri yazsın diye yazılır yazgılar ve sen değilsin aslında yazan, tek kabahatli bilinçaltın. O istedi sen yazdın, o istedi sen yaptın. Suçlu yok, suçlu aramamalı. Minik ellerdir hayatı en iyi kavrayan, umudun ne olduğunu bilmezden önce bir bebeğin sabırsız büyüme gücüyle dolu içgüdüsel yaşam enerjisiyle tutunmalı hayata. Yoksa hep aptallar mutlu, sakın tasalanma. Bir gün, bir gün ama gidilip görülmeli Gagavuzya.
Cuma akşamı, 2014 Kış Olimpiyatları açılış törenine denk geldim Soçi’deki. Bir sürü ülkenin geçmesini bekledim. Türkiye’ye sıra gelmesi için. Bir sürü mutlu zıpır bayrak sallıyordu. En coşkulu ekip Amerika’nındı. Bizse altı sporcuyla katılmışız sadece. Olsun. İnsan bayrağını görünce gururlanıyor. Kırmızı kırmızı. Gagavuzya filan işin şakası. Yaşarsın ve dönersin kendi memleketine eğer üzerinde yaşayacak topraklara sahipsen. Her şeyden vazgeçmiş, bir daha dönmem asla onca manyaklığın ortasına desen de dönersin gene tıpış tıpış. Yapma. Sevimsiz politikacılarına rağmen doğduğun topraklar bunlar, zaten politikacılar her yerde aynı. -Hep sevimsiz yahut yapmacık olmayı başarabilmişlerdir kendilerince-. Senin gerçeğin bu, bayrağını seversin, hep sevdin. O kadar değil. Bunun fena bir tarafı yok. Kim demiş?
Bu sene kimse bana oy attıramaz. Kimseye dalkavukluğa seçim sandığına gitmiyorum. Milletini düşünen yok. Hepsi suçlu. Otursunlar birbirlerinin kasetlerini dinlesinler, filmlerini izlesinler ve mevcut vaziyetlerini idare etsinler. Kurunun yanında yaş da yanar bazen. Zahmet edip, gidecek olsaydım BDP’ye verirdim, inadım inat kıçım iki kanat. Bir onlar var davalarına sadık olan çünkü.
YEMEK & KÜLTÜR:
Fırsat bulduğumda severek ve şaşırarak okuduğum tek dergim kendi kültür hayatımdaki: “YEMEK ve KÜLTÜR” Artık sizin de. Sürreal-benim için- yemek isimlerine(Hılındor, Kurutlu Kelem Çorbası, Mannama, Hasbeli Aş, bunlar son sayısından), tariflerine(çok pişirilebilinir tariflerdense, nasılsa yapamayacağımı bilmenin verdiği hazla sayfaları gönül rahatlığıyla karıştırmanın olağanüstü gücüyle nefs kontrolümü yapabilmenin kolaycılığını sağlaması açısından) ve malzemelerine(5 adet kurut, 2 kg. yerli kelem, 100 gr. gilgil unu, 1 adet Doğu Anadolu tandırı, 1 adet küp, aynı bölgede yumurtlamış 10 adet “serbest” gezen tavuk yumurtası ya da 500 gr. Bölgedeki köy değirmeninden buğday unu ya da 3 litre yeni doğum yapmış ineğin ilk sütü-ineğin yüzü gözünüzün önüne geldi değil mi, yoksa memeleri mi sütle dolmuş ve sağılmayı bekleyen?-Ben kendimi o köydeki evin bahçesinde, bir naylon taburenin tepesinde, ayağımda naylon terlikler, içinde yün patikler, başımda yemeni, kovayı ılık gelen sütle doldururken hayal edebiliyorum ve hoşuma gidiyor bu her şeyi telaş etmeden yapabilen hayvanın sakinliği ve bana açtığı serveti) ve her şeyden önce bu yöresel tatların hikayelerine; ayrıca beslenme ve kültürle alakalandırılan yemek yapmanın ve saklamanın kültürel kodlarına ve bunların altında yatan alt metinleri hakkında bir fikir edinmemizi sağlayan(saklama kültürünün kökeninde yatan korku ve kıtlık olgularına, soyun devamlılığını, dolayısıyla süreklilik sağlama nedenlerini ve kadın ve mutfak arasındaki köklü ilişkinin saklama boyutunun kadının genetik kodlarında aranabileceğini de ekler yazarı) yazılarına, aynı anda bir çok kültürün etkileşimiyle sentezlenip ortaya çıkan harikulade mutfağımıza selam gönderisine, zevkli konularına ve her ay karşıma çıkan ve kimi zaman nostalji yaşatan ufuk açıcı yazarlarına(2001 tarihli hiç eskimeyecek bir Murathan Mungan yazısı barındırır “Buz ve Peçete” isminde “Soğuk Büfe” adlı kitabına dahil ettiği) ve yine son sayısında Mario Levi’nin hiç aklımdan çıkmayan bir cümlesine istinaden beraber yaşadığı gelinini mutfağa sokmayan babaannesinin güçlü nedenine; yani gizli iktidar savaşına.. “Yemek yapan kişinin elinde iktidar var aynı zamanda.” Mario Levi.
—-.—-
Kim yaptı ilk tohumu?
diye sordu küçük ağaç.
Bana bir bakın,
Ufacık bir tohumdum
Saklıydım derinlerde
Öte bir dünyadaydım
Bilmezdi beni ne gündüz ne gece
Çiğ suyunu içtikçe içtim
İçten içe büyüdüm
Kök saldım
Filiz verdim
Güneşle oynadım
Rüzgarla dalgalandım
Yıkandım yağmurlarda
Kudret kazandım
Ama büyüdükçe gün be gün
Hep bilmek istedim
Tohumumu kim yaptı
ve içinden beni dışarı kim saldı?
Söyle bana küçük dostum
Kim yaptı ilk tohumu?
Küçük çocuk önce bir kahkaha
ardından bir cevap patlattı
Seni küçük budala!
Tanrı gelmez mi aklına?
Beni de o yaptı,
Seni de o yaptı.
Sabancı Üniversite’sinden Prof. Dr. Selim Çetin’in kaynağını tam olarak belirleyemediği ama tohumu anlatırken sıkça kullandığım dediği bir anonim şiir “Kim yaptı ilk tohumu?”. Ben “Yemek ve Kültür” dergisinden alıntıladım. Şu fasulye deneyim geldi aklıma sonu hüsranla biten, çürüttüğüm mahsül. Benden anne de olmazmış, bir fasulyeyi bile öldürmüştüm ben. Bundan sonra başkalarının mucizelerine tanık olabilirim ancak. Yıllar sonra belki yüzyıllar “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan?” sorunsalına kendimce getirmiş olduğum cevabım; neyin nereden ve kimden çıktığının mühim olan kısmı hangisinin buna daha çok değeceğinde yatıyor sanki. Bazen o tavuktan çıkmaktansa, kabuğumda çürüseydim keşke; dememeli sadece.
—-.—-
“Çıplak fotolara bakmak gusulü götürür mü?” diye google’a yazıp karşısına ikinci sırada çıkan sayfamı gördüğünde uğradığı hayal kırıklığını başka sayfalarda telafi etmeye çalışan insana sesleniyorum. Burası diyanet değil maalesef. O fotoğraflar ne götürür ne getirir bilemem ama diyaneti böyle şeylerle meşgul etmemeli. Bana sorarsan bu tür sorunların altında yatan nedenlerin cevapları için Dr. Haydar Dümen’e bir göz atmanda fayda var derim. İnsanın ufku genişliyor, neşesi geliyor, moral buluyor. Karartma içini, bozma moralini. Hem teselli bile bulursun belki sayfasında. Yeterli ve kaliteli ses rengine sahip olmayan kuşlar, epik ve lirik bir anlatım, doz aşımına yol açmadan oluşturulması gereken fantezinin hesaplanmasında yardımcı olacak iksir kıvamında ölçüler, doğru ve yanlış kullanım üzerine prospektüs sayılabilecek ve literatüre geçecek açılımlar.. Bir gün çok mutsuzken kahkaha atmak istediğinizde açılmalı, okunmalı. Bir kahır bir kahır hayat geçmiyor. Güldürmek en zor zanaat ve Dr. Haydar Dümen bunu başarıyor kanımca.
Bir Cevap Yazın