THE RIDER :
“Sizin sorununuz şu ki gururunuza leke sürdürmüyorsunuz.”
“Vazgeçmeyi öğrenmeli, hayatına devam etmelisin.”
“İnsanın kendini 900 kiloluk bir hayvanın sırtına bağlayıp sürmesi kadar güzel bir şey yoktur.”
“Kızlar hep bir isimle gelip, bir numarayla giderler.” Bir kovboy
GİRİŞ :
Dört kısanın ardından çektiği ikinci uzun metraj film sayesinde tanışmış oluyoruz Chloe Zhao ile. Otuz altı yaşındaki Çin asıllı yönetmen Pekin’de doğmuş, liseyi Londra’da, üniversiteyi New York’da okumuş. Filminin başrolündeki Brady Jandreau ise gerçek hayatında da bir at eğitmeni ve rodeo yarışçısı imiş. İkili yönetmenin ilk filmi esnasında tanışmışlar. Bir rodeo yarışı esnasında geçirdiği kazadan altı ay sonra at eğitirken çektirdiği fotoğrafını yönetmene göndermiş eski sporcu şimdilerin amatör oyuncusu. Bu filmin anafikri de bu vesileyle doğmuş yönetmenin kafasında. Hayallerine veda etmek zorunda kalan genç bir adamın bundan böyle hayatıyla ne yapacağını izliyoruz film boyunca. Buraya kadar vermiş olduğum bilgiler yönetmenin röportajından alınmış olup, sonrasındakiler benim aklımdan çıkacaktır. Malum her yazıya bir giriş hazırlamaktaki amacım, hem okuyucuyu hem de beni fikir sahibi etmektir. Bu kadarcık bilgiyi derleyip toparlayıp yazıya dökmekse farzdır. Elhamdülillah(böyle bundan sonra).
KAVBOY(a’yı inceltmeli okuyunuz ve benim alaycı üslubuma bu kerecik katlanmaya çalışınız; hoşgörü kalplerin misafirperverliğidir ne de olsa):
Filmin başındaki sahne bir rüya, aynı zamanda bir hayal aslında. Bir süre sonra Brady ‘i ayna karşısında başındaki pansumanı kanata kanata açarken izliyoruz. Yarış esnasında attan düşerek kafatasını kırmış genç adam, sonra da nöbet geçirip komaya girmiş. Platin yerleştirmiş doktorlar. Pek çok metal dikişle tutturulmuş uzunca bir kesit var şimdi başının üzerinde. Evine de hastaneden kaçıp gelmiş. Daha doğrusu kendini taburcu ettirmiş. Atlama beygiri jokeyi olarak geçiyor bir zamanlarki mesleği. Otistik bir kız kardeşi var sütyen takmamak için direnen, kumar borcu olan bir babası var ve şimdi mezarda olan bir de annesi. Mezarı başına gittiğinde çok direndim diyor özetle. Tüm hayatının özeti oluyor bu kelime. Bu arada maaile kendi orjinal isimleriyle boy gösterip, farklı bir soyisimle filmde yer alıyorlar. Ara ara sağ elinin parmakları kitleniyor. Bulantıları oluyor ve kusuyor. Parmak kitlenmeleri ise zamanla sıklaşıyor. Öyle ki kravatını bağlarken kitlenmiş parmaklarını açmak zorunda kalıyor. Elinin başına gelen şeyin nedeni geçirdiği kısmi kompleks nöbetler esnasında beynin sinyalleri çok hızlı bir şekilde gönderirken, elin beynin hızına ayak uyduramayışından kaynaklanıyor olmasıymış. Son zamanlardaki yoğun temposuna devam ettiği takdirde nöbetlerin daha çok kötüleşmesi söz konusu imiş. Yaşadığı bu büyük kazadan sonra bir başka yaralanma daha geçirmesi ise söz konusu değilmiş.
Brady, kendi gibi kovboy ve yarışçı olan ama henüz darbe almamış arkadaşlarıyla beraber araziye gidip ateş yakıp üzerinden atlıyor. Sonra da ateş başında sohbet ediyorlar. Onu Son Mohikan’a ve Frankenstein’a benzetip kendi aralarında gülüşüyor genç kovboylar. Bu halleriyle bizim Anadolu çocuklarına benziyorlar. Güney Dakota ve Anadolu erkeklerinin ortak özellklerinden sadece bir tanesi bu ve erkekler kadınsız yapamasalar da kendi aralarında daha mutlu görünüyorlar gözüme. Daha huzurlu, daha sakin. Lane’i anıyorlar bir süre sonra da. Onun için dua ediyorlar rehabilitasyondan çıkabilsin diye. Bizler de Lane Scott’la tanışıyoruz. Bitik bir Lane Scott var hastane odasında gördüğümüz kadarıyla. O da kendisini oynuyor ve bir zamanlar başarılı ve yakışıklı bir boğa sürücüsü iken geçirdiği kaza ve rehabilitasyonlar sonucunda beynine hakim olmaya çalışan sınırlı bir adama dönüşmüş. Brady’nin de yardımıyla onu bir eyerin üzerine oturtup dizginleri veriyorlar eline, eski günlerini yad edebilsin diye. En çok Lane’in bu hali koyuyor Brady’e. Belki kendisi de bir kaza geçirip, onun gibi olmaktan kılpayı kurtulduğu içindir bu burukluk ama filmde genel olarak Dakota’da yaşayan ve kovboyluk ve erkeklik güdüsüyle yetiştirilmiş erkek çocuklarının, birey olduktan ve hayatın zorluklarıyla karşılaştıktan sonra baş etme yollarını anlatıyor film. Yönetmenin anlatım tarzı coğrafyayla uyumlu olup, sakin bir yol izliyor. Bazen manzaraya bakarken kendimi Anadolu kırsalında, kilometrelerce süren ve bitmeyen sarı coğrafyaya bakıyor gibi hissettim durdum. Bu filmi de en çok bu yüzden beğendim sanırım. Bana o günlerimi, yani giden gençliğimi, yollardaki anlam arayışımı anımsattığı için beğendim. Beş sene önce çok mu gençtim, yok değil ama beş yaş gençtim ve şimdi bakıyorum da anlamı yok hiçbir şeyin zaten herşey geçici. Geldinde geçti bile o beş sene.
Filmin en beğenerek izlediğim sahnelerinin kahramanı olan Brady’nin, ehlileştirmeye çalıştığı vahşi atları eğitip onlarla konuştuğu anların başarısının nedeni, yönetmenin ele avuca sığmaz atın hislerini izleyiciye geçirebilmesinde yatıyor kanımca. Brady dokunur dokunmaz hayvan kişniyor. Ürkek ve tekinsiz geri kaçıyor. İnsanın onun için bilinmezliğinden, kendi vahşi ve özgür tabiatından kaynaklı bütün bu haller. Brady’se onunla bir insanla konuşur gibi konuşuyor, başını okşuyor, eliyle besliyor. Sakin sakin çıkıyor üzerine. Tüylerini okşuyor. Onu üzerinden atmasın diye elinden geleni yapıyor. Ama her atın tabiatı farklı ve bir gün Apollo bağlanmış olduğu zincirlerden kurtularak kaçıyor. Brady onu bulduğunda hayvanın kendini yaralayarak ancak kaçabildiğini ve nihayetinde bilinçsizce fakat özgürlük uğruna vurulduğuna şahit oluyoruz. Uzaktan da olsa sanki yakınımdaymış gibi izledim bu anları. Chloe Zhao umut vermekten öte umudun kendisinde olduğunun sinyallerini veriyor bu duyarlı sahneleri sayesinde. Kendi duyarlılığı ve içtenliği yansıyor filmine. Erkeklerin dünyasını ve tabiatını tüm derinliğiyle gözler önüne sermesiyle gösteriyor başarısını. Amerika’nın kırsal kesimi de olsa insanlık durumlarının değişmediğini gösteriyor bize. İnsan her yerde, her zaman insan işte. Fargo’daki aptal karakterler yok burada. Tek bir komedi unsuru yok bu dramın içinde. Acı çeken kahramanlar var sadece ve onlar da hayatla nasıl baş edeceklerini bilmiyorlar. Bizlerse filmin sonunda bu hali kabullendiğini görüyoruz Brady’nin. Yeni hayatını, zar zor bulduğu market işini, hayallerinden vazgeçme sözlerine rağmen ayaklarını yere basmak zorunda oluşunu…
Brady’nin Dakotamart’ta başladığı işine vesile olan kişi annesinin liseden arkadaşı oluyor. Öğreniyoruz ki Brady eğitimsiz ve at eğitmenliği dışında ona gelir getirecek herhangi bir mesleği yok. Babasının kumar borçları sayesinde eve gelen adamların varlığı yüzünden süpermarketteki işi kabul ediyor. Babası da bu arada boş durmayarak onun eğittiği Gus’ı satıyor. Yoksa oturdukları karavanı alacaklar ellerinden borçları yüzünden. İşe girdikten sonra onu şaşalı günlerinden hatırlayan hayranları ile yaptığı kısa sohbetlerdeki iğneler batıyor her defasında yüreğine. Bu yüzden eyerini satmaktan son anda vazgeçiyor, hırsından genç bir rodeocuyu boğmak noktasına geliyor. Rodeo ne onun için ne de Lane için sonsuza dek sürmemiş, sürmeyecekti de ama öte yandan bu durum kimse için mümkün değil. Fakat doğaları gereği nasıl atların amacı çayırlarda koşmaksa, kovboylarınki de ata binmek ve yarışlar olunca geçinmek için yaptığı iş ve bulunduğu kapalı ortam onu mutsuz ediyor haliyle. Bu sıkışmışlığı son derece nazik bir üslupla anlatıyor yönetmen. Gerçekler acıma hissinizi bastırıyor. Nitekim Brady ezile ezile en nihayet ayağa kalkıp toparlanıyor usulca. Kendi büyük kovboyluk hayalinin peşine düşüp, hayal kırıklığı yaşayan genç adamlardan ne ilki ne de sonuncusu kendisi. Bense umuyorum ki bu tatlı ve duygusal yönetmenden bu ve benzer coğrafyaya ait daha pek çok film izleyebileyim. Kaldı ki bu bir belgesel bile olabilir. Olsun. The Rider bile kurgu gibi görünse de, belgesel özellikleri taşıyor kendi içinde. Ve bir not daha bu bir sporcu filmi aynı zamanda. İzleyiniz, asla pişman olmayacaksınız. Kendinden muzdarip bir coğrafya, onunla uyum sağlamaya çalışan kovboylar, arayış içindeki ruhlar ve de sporcunun duygusal halleri var filmin her anında.
Bir Cevap Yazın