DETROIT :
”Nefret zamanlarında aşk daha kıymetli oluyor.”
“Birinci Dünya Savaşı öncesinde harekete geçirilen Büyük Göç yaklaşık altı milyon Afro-Amerikalı’yı Güney’deki pamuk tarlalarını terk etmesi için teşvik edecekti. Fabrikalardaki işlerin ve Kuzey’deki sivil haklarının cazibesiyle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra beyaz Amerikalılar, kendi göçlerini banliyölere doğru yaparak, kent mahallelerindeki para ve iş fırsatlarını da yanlarında götürdüler. 60’larda ırksal gerilim kopma noktasına geldi. İsyanlar, Harlem, Philadelphia, Watts ve Newark’ta baş gösterdi. Detroit’teki Afro-Amerikalılar, çoğunluğunu beyaz polislerin oluşturduğu, saldırganlığıyla bilinen devriye ekiplerinin gezdiği sokaklarda sıkışıp kalmıştı. Herkes için sunulan eşitlik fırsatı bir illüzyona dönüşmüştü. Bir illüzyon. Değişim kaçınılmazdı. Geriye kalan tek soru nasıl ve ne zaman olacağıydı.”
Nasıl oldu nasıl bitti diye uzun uzun anlatmadan önce filmin yönetmeni, filmin “kadın” yönetmeni Kathryn Bigelow’dan bahsetmek istiyorum kısaca. Irak saldırısını(sözlüklerde karşımıza çıkan manasının haricinde savaş, bence, kendi ülke sınırlarını korumak ve gözetmek için yapılır, yapılmalıdır, buna dış savaş denilemeyeceğinden sadece savaş denir, iç savaş dış olmayan savaştan farklıdır; ortada sınırlarını koruyup kollamak gibi kimi anlamlı nedenler de olmadığından ötürü Irak’a yapılan şeyin adı ne iç savaştır ne de dış, bir saldırıdır enikonu. Ortadoğu nere, Amerika nere derken, ne olacak canım uçakla on saat, füzeyle daha kısa sürer diyebilen içten pazarlıklı/çı iç sesimi tek yumrukla susturdum canım, merak etmeyin) savunan Cumhuriyetçi yönetmen için muhafazakar bakış açısına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bense halen daha Strange Days ile hatırlarım kendisini. Zor filmlerin ve bolca aksiyondan doğabilecek karmaşanın üstesinden kolaylıkla gelebildiğini düşündürtür her defasında. Setine, kalabalık oyuncu kadrosuna hakim, ne yaptığının ve işin sonunun nereye varacağının bilincinde olduğu izlenimi yaratır. Sevin sevmeyin, kimsenin yüzünü kara çıkartmaz, dört başı mamur bir filmi havada karada çeker, yapar, muktedirdir. Mazisinde üç yıl süren bir evlilik yapmış olduğu kişi mavi yaratıklardan oluşan bir de film çekmiş, büyük gemi ve büyük prodüksiyon seven, derin suların altına kafayı takmış James Cameron’dır. Kaldı ki Cameron’ın da özgüvensiz, sıradan bir kadınla evlendiğini düşünmek ihtimaller dahilinde dahi olamaz. Onlar evlenip ayrılmışlar habire filmler çekip, ara sıra Oscar almışlardır(oturduğum yerden bir anlığına da olsa Hollywood Reporter’a dönüştüğümü hissediyorum, fakat siz iyisi mi sabah kuşağındaki dedikodu kumkumalarını izleyin, sonra da koşarak gelin benim nadide yazılarıma konun).
Film Amerika’nın Michigan Eyaleti’nin ülkenin beşinci en büyük şehri olan Detroit’te beş gün boyunca süren zenci ayaklanmalarında(bol bol zenci diyeceğim yazım boyunca çünkü zaman zenciye zenci dendiği zaman, Afro-Amerikalı desem her defasında yazması uzun sürüyor, siyahi hepsinden acayip) yaşananlar çerçevesinde Algiers Motel’deki ırkçı polisin sniper bulma dehşetini anlatıyor. İkisi beyaz kadın olmak üzere toplam dokuz kişinin maruz kaldıkları işkence dolu saatler ve sonrasında gelişen soruşturma, mahkeme süreci ve insan hayatlarının nereden nereye geldiğini gösteren iki buçuk saatlik yapım hareketli kamera kullanılarak çekilmiş olup bu haliyle belgesel bir tat veriyor aynı zamanda ve tüm bu anlatılanlar gerçekten yaşanmış bir zamanlar. Martin Luther King henüz hayatta ‘67 yazında. JFK’den sonraki başkansa Lyndon B. Johnson. Aralarında savaştan dönmüş bir arkadaşlarının da olduğu sırf zencilerden oluşan özel bir parti alkol ruhsatı olmadığı gerekçesiyle basılıyor ve tutuklamalar yapılıyor. İsyanın tetiğini çeken bu olaydan sonra, vitrin camları kırılıyor, dükkanlar yağmalanıyor. Vandalizm batı gettodan altı kilometre ötesine kadar yayılıyor. Haberlerde ateş edildiğine dair bazı raporlar kaydedildiğini, polisin ateş etme izninin olmadığını, zaten sayılarının da az olduğunu, onların da itfaiyeyi koruduğu söyleniyor. Michigan kongre üyesi ve Demokrat Parti adına isyancılara seslenen politikacı John Conyers de bu öfkeli kalabalığı sakinleştiremiyor. Değişimin bir gecede gelmeyeceğini ama yakında geleceğini, kendi mahallelerini mahvetmemeleri gerektiğini, yakıp yıkmanın bir cevap olmadığını söylüyor ama nafile. Ortalık savaş alanına dönmüşken, sözde sniperlar için eyalet polisini desteklesinler diye, ulusal muhafızlar giriyorlar devreye. Buluttan nem kaptıkları için de olası sniper çıkma endişesiyle sağa sola ateş ediyorlar. Filmin en can alıcı sahnesinde zenci bir kız çocuğu sokakta olan biteni öğrenmek için pencerenin önüne gelip merakla panjuru araladığında parlayan kurdelası ya da başka bir şey yüzünden zırhlıdan açılan ateş sonucunda vuruluyor daha ne olduğunu anlayamadan.
Filmin kötü adamları arz-ı endam ediyorlar devriye arabasının içinde. Burası Amerika olamaz, Afrika gibi, sokaklar yangın yeri diyor içlerinden biri. Ona göre tüm bunların kabahatlileri yine kendileri. Çünkü çok fazla yüz vermişler zenci halka. Sivil halka ateş etmeleri yasak olduğu halde, bir dükkandan elinde poşetlerle çıkan zenciyi sırtından vuruyor aralarında en gaddar olanı. Tehdit oluşturmayan bir hedefi vurmuş oluyor böylelikle. Bunlar şiddete eğilimli polisler ve Krauss ve Flynn, her şeyden önce bana Michael Haneke’nin Funny Games/Ölümcül Oyunlar’ındaki Peter ve Paul’ü anımsatıyor. Bütün dehşet evi andıran motelde yaşanıyor burada da. İsyanın başladığı günlerde tam da sahne almadan önce performansları ertelenen The Dramatics grubunun üyeleri kaldıkları moteldeyken yaşanıyor her şey. Polis ateş açıldığı ve aralarında bir sniper olduğunu varsayarak kızlar da dahil kim var kim yoksa duvarın önüne arkası dönük vaziyette dizdiriyor ve ölümcül oyun başlıyor. Kendi geliştirdikleri ve manyakça büyüttükleri bir çeşit sorgulama taktiği uyguladıkları şey. Aşağılayıp ara ara dövdükleri gençlerin her birini sırayla bir odaya kapatıp vurulmuş süsü veriyorlar. Onlar da can korkusundan çıtını çıkartamıyor. Fakat işler istedikleri gibi gitmiyor çünkü ortada bir sniper yok. Yok olan bir şeye de kimse var demiyor. Dövdükleri zenci gençlerden bir tanesine kızın pezevengi diyorlar, çocuk savaştan yeni dönmüş çıkıyor. Üstelik de Hava kuvvetleri mensubu imiş. Aralarındaki üçüncü kötücül polisse taktikten bihaber, vur dedikleri zenciyi vuruveriyor tereddütsüz. Kızlara fahişe diyorlar, kızlar aile terbiyesi alarak yetişmiş kızlar çıkıyor. Suçu atacakları bir kimse arayıp bulamadıkça batıyorlar. Ek cinayetler işler hale geliyorlar. Üç çocuğu yok yere vuruyorlar. Üstelik bütün bunların olma nedeni haset. İki beyaz kız onları değil, saçlarında afro sprey olan, kokan, derilerinin rengi siyah olan ve hiç durmadan sorun çıkaran bu yaratıkları seçmiş çünkü. Neden bizimle değil, onlarla yapıyorsunuz, bizim neyimiz eksik diye soruyor biri açık açık. O gün o motelde zencilerle beraber olan iki beyaz kız olmasaydı belki de işler bunca rayından çıkmayacaktı. Masum kanı akmayacaktı. Bu esnada dışarıda olaya müdahale etmek için gelen Michigan polisi, içeride Detroit polisinin çıldırmış gibi davrandığını ve terör estirdiğini öğrendiğinde sivil haklarını öne sürerek geri adım atıyor, davayı üstlenmiyor. Bakmadan olay yerini terk ediyorlar. Çocukların selameti bir avuç manyağın hoşgörüsüne terk edilmiş oluyor böylelikle. Öyle olmasa iki ölüm daha gerçekleşmeyecek halbuki.
Bu olayların yaşandığı gecenin ertesinde polis ilk fırsatta Dismukes’u tutuklayarak nezarethaneye koyuyor. Devletin gücü kolluk kuvveti dahi olsa ilk önce bir zencinin hakkından gelerek başlıyor işe. Bir günah keçisi seçilecekse eğer, yine ilk önce ötekinden seçiliyor. Mahkeme sonucu verilen kararsa polislerin lehine çıkıyor. Suçsuz bulunuyorlar. Polis şiddeti yargılanmıyor. Bazı insanlar işlerini yapan polislerin yargılanmasını istemiyor. Kazanan devlet oluyor. Ölen öldüğüyle kalıyor, aileleri hiç geçmeyen bir matemin içinde buluyorlar kendilerini. Müzik grubu ile sahne almak sevdası içerisinde olan Larry, bu yaşananlardan sonra çok başka bir halet-i ruhiyeye bürünüyor. Eski Larry yok artık çünkü. Motown kayıt için grubu çağırdığında, isteksizce söylüyor şarkısını. Grubu terk ediyor, beyaz insanlar için müzik yapmayı reddediyor, ısıtamadığı bir evde battaniyelere sarınıp sarmalanarak yaşıyor. Yaşananları hazmedemiyor bir türlü. En nihayet yakın bir mahalle kilisesinin koro şefi olmak üzere başvuruyor. Belki de bir yıldız olabilecekken, tüm fırsatları elinin tersiyle itiyor. Rahip ona fazla para veremeyeceğini, bu yüzden kulüplerde söylemesi gerektiğini öğütlediğinde, o tip yerlerin güvenli olmadığını ve polis bulunduğunu söylüyor. Korkudan, aşağılanmanın utancından, çaresizlikten kiliseye sığınmış olup The Dramatics yol alırken, kendisinin güvenli bir köşeye çekilmeyi tercih ettiğini görmüş oluyoruz. Larry Cleveland Reed halen daha kilise korosunda söylemekte olup, filmin prömiyerindekendisini canlandıran aktörle ve oyuncularla bir araya gelmiştir.

Yaşananlarla ilgili kesin bir ceza takibatı yapılmadığından, filmin tamamı katılımcıların hatıraları ve mevcut belgeler temel oluşturularak çekilmiştir. Bizler de Hollywood sayesinde ve yıllardır alışık olduğumuz şekilde Amerika’nın karanlık bir sayfasını daha iki buçuk saat süresince öğrenmiş bulunmaktayız. Kendi karanlık taraflarımızsa bir başka baharadır. Hollywood’umuz olmadığından, Hollywood’u olan Amerika’nın karanlık taraflarını izlemek zorundayız maalesef ki. Filme dair eleştiri konusu edilecek birkaç şey vardır elbette. Bunlardan ilki senaryosunu Mark Boal’un yazmış olduğu metnin arasına bir yerine sıkıştırılan ve bu kadar kötünün arasında elbet iyi polisler de vardır sahnesinde geçen diyaloglar olup, ikincisi de ev terörü esnasında kafası karışmış vaziyette sağdan soldan çıkan eli kolu bağlı, geceyi kazasız belasız atlatmak derdindeki Melvin Dismukes karakterinin pasifliğidir. Bunların dışında film başarılıdır, amacı neyse ulaşıp ulaşmayacağını da zaman gösterecektir. Kurgu olmadığını bildiğimiz konusunun etkisiyle motelde yaşanan gerilim bir hayli fazladır. Amerika’dan gelen ve filme karşı duyulan en büyük tepki ise tüm yapım ekibinin beyaz olmasıdır. Doğrudur, alayı beyaz tenlidir.
Bir Cevap Yazın