UZUN İNCE BİR YOL : YEDİNCİ BÖLÜM, ADIYAMAN – NEMRUT

20171003_062422-01
Nemrut, ADIYAMAN

UZUN İNCE BİR YOL : YEDİNCİ BÖLÜM, ADIYAMAN – NEMRUT

Toprağın rengi çikolata rengine dönüşüyor Adıyaman’a yaklaştıkça. Ne eksen bin bereket, misliyle fışkıracakmış gibi geliyor. Besi üzümleri geliyor gözümün önüne. Yine bereketli topraklar üzerindeyim bir vesileyle. Bir üçgen çizmiş oluyorum Adıyaman’a gitmekle. Gaziantep’ten önce Urfa’dan buraya geçmeliydim ve bundan sonraki rotam Antep olmalıydı, ama kader denen olgunun gölgesine sığınıyorum ve başıma gelecekleri yaşamak üzere yola koyulmuş bulunuyorum. Arkamda üç bekar kız var. Aynı otelde kalacağız duyduğum kadarıyla ve ben hiç ses etmiyorum çünkü yıldızlarımız uymuyor ve elektrik alamıyoruz birbirimizden en moda tabirle. Yani kısaca sevmiyoruz birbirimizi. Birinin bakışlarında bilgiçlik var, küçümseyerek bakıyor. Üçü de devlet memuru sanırım ve izin günlerini bu şekilde değerlendiriyorlar. İn bin, dur kalk dört buçuk saat sürüyor yol. Son saatleri karanlıkta gidiyoruz. Hiç hoşuma gitmeyen şeydir bir yere akşam çökükten sonra varmak. Çünkü yalnızlık hissin katlanır, dolayısıyla hüzünlenirsin; yabancılaşırsın çünkü etrafı tanıyıp bilmiyorsundur, evine sıcak bir tas çorba içmeye giden bir yörenin yerlileri yanından geçerken, bir başına gariban gariban önündeki belirsizliklerle mücadele etmeye çalışırsın ve herkes hava karardığında potansiyel suçlu, beklenmeyen düşman, sevimsiz bir yabancıya dönüşür. Kars’a ilk gittiğimde aynen böyle olmuştu. Doğu’nun doğusunda bir yerde, şaşkın şaşkın sokaklarda dolaşıyordum. Yine de en çok kışın rahat edebiliyorum gittiğim yerlerde, çünkü paltoların, kalın kıyafetlerin ardına saklanıyorsun ve bu sayede güvende hissediyorsun kendini bir nebze. Kar üzerini örtüyor paltolarla, atkılarla, berelerle. Sen sadece buzda kayıp da düşme.

Önce Adıyaman’a, oradan Kahta’ya ve nihayet otelimize geliyoruz. Yine bütün gün aç kaldığımdan otele en yakın restorana atıyorum kendimi. Pilavı çok koyun diyorum. Çok heyecanlanıyorum pilavımı kaşıklarken. Geldiğimden beri ilk defa yeme şerefine erişiyorum. Haliyle bünyede heyecan oluyor. Güneydoğu’da etin yanına pilavdansa bol lavaş koyuyorlar. Biraz daha pilav verin diyorum arsızca, bana tencerenin dibiydi o diyorlar hayretle. Nereden geldiniz diye soruyor garson; o şaşkınlıkla Antep diyorum. Antep’ten buraya pilav yemeğe geldiğimi düşünüp beni garipsiyor. Sonra da salonun ortasındaki televizyonun sesini sonuna kadar açıp, herkesin herkesi vurduğu bir yerli diziyi izlemeye koyuluyor. Önümdeki masa boşaldığında restorandaki tek müşterinin ben olduğunu görüyorum. Bir aşçı, bir garson, bir ben. Neyse ki kapı açılıyor ve lavaşlı lavaşsız köfte ciğer peşine düşmüş yeni müşteriler geliyor. Kimse ekstra pilav peşinde değil. Garsonun gözü televizyonda, geri geri gidiyor siparişleri iletmeye. Dizide ise herkes herkesi vurmaya devam ediyor hiç durmadan.

Odama çıkmadan önce otel çalışanlarından bilgi almaya çalışıyorum. Uzun zamanların en büyük soğuğu yaşanıyormuş bugün. Şans işte. İncecik yağmurluğum dışında giyecek hiçbir şeyim yok. Hiçbir zaman temkinli olamadım ki şu hayatta. Ölümüm de temkinsizlikten olabilir gibi geliyor. Rasyonel hareket edememekten, hayatıma dair kararları fevri vermekten. Her neyse Nemrut ne kadar yukarıda, kim bilir! Size kalın battaniye vereceğiz başka türlü olmaz diyorlar resepsiyondan. Saat üç buçuk gibi toplanır sonra da yola çıkarız diyorlar. Saate bakıyorum, bir saat sonra yatsam, yarım saate ancak uyusam, dört dört buçuk saat sonra geri kalkmam gerekiyor. Hemen odama çıkıyorum. Sülüklerimi çantamdan çıkartıyorum. Yarın da yaralı dizimle gezeceğim anlaşılan, çünkü başıma bir şey geldiği takdirde, yukarısı Nemrut, aşağısı Kahta… Zor yani. Bir de şarjımı kaybettiğimi sanıyorum, hep bir şeyler aksi gidiyor, ayağıma dolaşıyor, odamda da bildiğin at sineği var. Vızz vızz beynimi tırmalıyor sesi.

Sabahın körü desem değil. Gecenin körü bu daha çok. Kapım çalıyor ve saat üç yirmiyi gösteriyor. Aptallaşmış bir halde kapıyı açıyorum. Benimki gibi bir sürü aptallaşmış, solgun suratlı insan da aynı şekilde açıyorlar kapılarını. Tam altı dakikada aşağıda oluyorum. Sonra da acele ettim deyip odaya geri gidiyorum. Pansuman yapmayı unuttum çünkü telaştan. O arada aynada kendime bakıyorum ve korkunç göründüğümü fark ediyorum. Yaşlı, yorgun, solgun, bitkin, mutsuz; ne oldu, Ayşegül tatilde… Ayşegül her yerde…. Bu hislere neden olan şey bir çeşit öngörü mü yoksa dizimin hiç geçmeyen yarasından ya da yalnızlıktan mı bu haldeyim hiç bilmiyorum. İç huzurumu kaybettim, bulamıyorum, yerini de dolduramıyorum. Pantolon giydiğim için pansuman yapmak öyle zor geliyor ki, ama yapmak zorunda olduğumdan yapıyorum. Aksi takdirde mikrop alıp yürüyecek. Sargı bezleri, merhemler derken on dakika içinde aşağıda buluyorum kendimi. Genç bir kız var ileride. Aynı otelde olduğumuza göre beraber Nemrut’a çıkacağımızı düşünüyorum. Yanıldığımı sonradan anlıyorum. Günaydın diyorum ona. Bana bakıyor ve kafasını öte tarafa çeviriyor. Nasıl bozuluyorum anlatamam. Bir araba dolusu insanla beraberiz ve o an hepsinden nefret ediyorum. Sonra çalışan bir çocuk o kıza ve yanındaki genç erkeğe odanız hazır üst katta diyor. Tabii benim günaydınım Nemrut’aydı, genç çift daha geceyi kovalayacakken. Bu bana mahsus herkesten bir anda nefret etme huyum bitmeli. Ne o çift kötü, ne de aynı oteli ve aynı yolu paylaşacağım bir araba dolusu insan. Sadece kimse kimseyi tanımıyor ve sabahın şu saatinde kimsenin ağzını açacak hali yok herhangi bir türde cana yakın ilişki kurmak için. Dünkü üç kız da beni sevmemiş olsa gerek ki, dolmuşa binince kafalarını çeviriyorlar. Gel de gör hisler nasıl karşılıklı olurmuş diye!

Rehber çocuk çok genç, çok tıfıl, çok tecrübesiz ve çok korkunç hatalar yapıyor yol boyunca. Bizlerse arkada battaniyelerimize sarınmış onun sütüne havale dolaşıyoruz peşinde. Bir hayli de kalabalık bir grup olmakla beraber sürü ve sabah psikolojisiyle ilerliyoruz beraber. Kendimize gelebilelim diye, çay kahve molası veriyoruz uzuun uzuun Nemrut’a tırmanışa geçmeden önce. Rehberle konuşuyorum, daha doğrusu konuşmaya çalışıyorum, fakat her soruma soruyla karışık veriyor. Konuşma bir yere varmıyor. Ben sabaha yoruyorum gene. Çileli yolcuğumuzsa asıl bundan sonra başlıyor. Koca koca battaniyelere sarınmış bir güruh olarak sanmayın ki “tam bağımsız Türkiye” sloganları attığımızı, berbat bir yolda rakım arttıkça nefes nefese, şiddetli de bir rüzgar ve soğuğun orta yerinde sağımıza solumuza bakamadan ilerliyoruz bok yere ve yok yere(neden bok ve de yok yere olduğunu ileride anlayacaksınız, şimdilik bir parça heyecan katmaya çalışıyorum yazıma sadece). Gaziantep’ten buraya Slovak kız arkadaşı ile beraber arabayla gelmiş ve rehberlik hizmeti almayacak olan, sadece yol parası veren bıyıklı bir gençle konuşuyorum bir süreliğine. Yol bir yerden sonra öyle bozuluyor ki, üzerimdeki battaniyeyi taşıyamaz hale geliyorum. Tam o sırada tam da gerisin geri düşecekken, bir el beni popomdan itiyor. O kişi ya Gaziantepli çocuktu, ya da Slovak kızdı. Utancımdan dönüp soramadım bile. Hangisiydi bilmiyorum ama o el olmasaydı eğer bir metre kadar aşağıya sırt üstü çakılmıştım çoktan. Neden ve nasıl böyle bir çile çektiğimi, ne tuhaf bir girdaba sürüklendiğimi düşünüyorum yolun devamında. Çok afedersiniz ama bir kez göt korkusu yaşayınca insan, hayatını sorgulayıp duruyor işte böyle benim gibi. Çilelerle dolu geçen yolumuzun bir sonraki aşamasında garip garip düşüncelere gark olmuş vaziyette ilerliyorum. Neyse ki kafamdaki korkunç düşünceler yeniliyorlar soğuk ve ayaz karşısında. Çocukluğuma gidiyorum, ilk gençliğime, tüm hatalarıma yanıyorum. Çok çok seri düşünceler bunlar. Yüzler geliyor gözümün önüne. Ben ne yapıyorum burada böyle? Bir patırtı kopuyor geride. İki hanıma bağırıyor rehber genç, sonra da öfke ve yüksek sesli homurtular içinde yanımızdan geçip en öne gidiyor. Küstü bu galiba bize diye düşünüyorum. Ne yapacağımı bilsem liderlik taslayacağım ama burnumu dahi battaniyenin içinde tutmaya çalıştığım anlar bunlar. Nihayet varıyoruz zirveye. Gün doğumunu bekleyeceğiz hep beraber, bu güzide ve yıldızı uyuşan fertler topluluğu olarak. Güneş doğmak istiyor, herkes derdini unuttu fotoğraf çekiyor, ben buraya Tanrı parçacığını bulmaya geldim ne buldum pek anlayamadım derken yine bir gürültü kopuyor. Bu seferki daha şiddetli ve sessizliği yırtıyor, son huzur parçacıklarını da alıp götürüyor beraberinde. Rehber yine bir şeylere hiddetlenmiş olacak ki diyorum kavganın neden ve nereden çıktığını anlamak için sesin olduğu tarafa gittiğimde. Aynı kadınlara çıldırmış gibi bağırıyor oğlan. Bana işimi öğretmeyin diyor. İnsanlarsa o kadar şaşkın ki bakıyorlar anlamaz anlamaz. Öfkeden sıcaklıyor ve üzerindeki battaniyeden kurtuluyor ama hala daha bağırıyor. O kadar öfkeli ki anlatamam. Ne oluyor diyorum, bana kimse bağıramaz ben yirmi sekiz yaşındayım diyor. Gel heleee… Yirmi sekiz yaş yaş mı, senden büyük kadınlara böyle bağrılır mı, bir laf yut bir belayı sav diyorum. Bunları diyebildim çünkü az evvel o kadar çok düşünce vardı ki kafamda, idmanlıydım fena halde. “Bir lafı yut, bir belayı sav”sa literatürüme Mardin’deki rehberim sayesinde girdi ve sıcağı sıcağına Adıyaman’da kullanmış bulundum bir vesileyle. İşte o rehberdi, insandı,  yol göstericiydi, bir çeşit bilgeliği vardı ve işini sakin sakin yapıyordu. Mardin’de, Urfa’da hep doğru düzgün adamlarla gezdim. Bu arada her sözcük plansızca döküldü ağzımdan. Üzerime vazife olmayan işlere neden karışıyorum ki ben, herkes susarken? Fakat rehberimiz gene sinirli, söylene söylene bırakıyor bizi, aslında bizi bu dağ başında(Ya, koskoca Komagene dağ başına dönüşüverdi birdenbire, ama öyle) bırakmak, bir daha da bulmamak gibi bir arzusu var sanırım. Olayları özetlemek gerekirse kadınlar bağırdı, rehber bağırdı, ben bağırdım, sonra arkamı döndüğümde az evvel canımı kurtaran Slovak kızla, Antepli gencin bizim bağrışmalarımız karşısında nasıl bir şaşkınlık ve korkuyla bize baktıklarını gördüm. Dünya paşa paşa dönmesine devam ederken, bazen hiç olmayacak insanların hiç olmayacak yerlerde hiç olmayacak pozisyonlar içerisine girmek zorunda olduğunun canlı kanıtları olarak o gün, o saatte kader bizi birleştiriverdi ve evet kader denen bir şey var. Adamı sık sık oyuncak eder ve bir köşeye atar işte böyle.

20171003_063444-02.jpeg

Kavganın neden çıktığını ise az sonra anlıyorum. Diyorum ya hala herkes kadar sersem gibiyim. Yol boyunca şikayet edip durduğumuz engebelerle dolu yol’un haricinde bir yol daha varmış ve biz o yolu kullanabilirmişiz paşa paşa. Kadınlar meğer onu söylüyorlarmış. Neden canlı canlı bunca işkenceye maruz kaldığımızıysa anlamakta güçlük çekiyorum. Beytüllahim’in daracık yollarında sırtında çarmıh, itile kakıla, aç susuz yürüyen Nazaretli İsa gibi geldik bunca taşın toprağın içinden, öte yanda mis gibi yol dururken. Tertemiz basamaklardan yürüyoruz şimdi, üstelik bu kadıncağızlar Batı tarafı Batı tarafı deyip duruyorlardı yol boyunca. Batı tarafındaysa asıl kalıntıların olduğunu görüyoruz. Burayı göremeden dönecekmişiz rehbere kalsaymışız. Kadınlar bunun haklı mücadelesini vermişler aslında hepimiz için. Teşekkür ediyorum eğer siz olmasaydınız buraya gelemeyecektik ve bunları göremeyecektik diyorum(paparayı hepimiz adına yemiş olsanız da). O andan itibaren bir dost daha kazanıyorum şu hayatta. Tahmin ettiğiniz üzere sağdan soldan gelmiş, bilmiş, kibirli ve onun gözünde çok paralı kadınları gezdirmekten bıkmış ve yirmi sekiz yaş olgunluğunun(!) arkasına saklanmış olan kişi bu bahsettiğim. Film burada bitti sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Bu bölümde bulunan güvenlik görevlisi kendini maruz kaldığı soğuk yüzünden en kuytu köşeye hapsetmişken, rehber bu defasında ona bağırıyor bir şey sormak için. “Duydun mu beni? Duymuyor musun? Türk müsün?” Bazı anlar vardır, belleklerimizin unutulmuş köşelerine atılmış aidiyetlerimizi hatırlamamıza sebep oluverirler bir anda. Bu o anlardandı işte. Bak Aslanım, bunca işkenceyi, kötü muameleyi, bağırış çağrışı biz bir grup Türk olarak çekeriz ancak.  Ve de misliyle de çektirmişizdir zamanında. Kimse sütten çıkma ak kaşık değil. Ben dahil. Tarihten bir sürü örnek sayabilirim sana şimdi burada. Ama zamanı değil, yeri değil. Tıpkı benim bundan sonra tüm Adıyaman halkına mal edebileceğim ve bir avuç insan olarak maruz kaldığımız lüzumsuz bir düşmanlıkla kanlı canlı karşılaşmış olmamız gibi. Şuraya geldik, ocağınıza düştük, o nasıl muameleydi öyle? Yaşadığımız işkence dolu dakikaların(tamam abartıyorum, hiç kamçı kullanılmadı mesela) devamı ve azap dolu bir başka otobüs seyahatim Adıyaman yazımın ikinci bölümünde. Okumaya devam, bu bölüm her ne kadar vicdan muhasebesi, acı, korku ve dehşet içinde geçmiş olsa da. Size buranın tarihinden bahsedemedim mesela, inanın benim de tarih ve coğrafya ile uğraşacak pek fazla vaktim olmadı, olamadı öyle fazla fazla. Ama ortama uygun bir türkümüz takıldı dilime, dönüş süresince.

Nemrut’un Kızı :

Nemrutun kızı yandırdı bizi
Çarptı sillesini felek misali
Sil yazımızı kurtar bizi
Çarptı sillesini felek misali
Mevla’m gör bizi
Ocağım söndü nasıl beladır
Bırakıp gitti bu ne devrandır
Dünya gözümde ker beladır
Allah’tan bulasan
Ocağım söndü nasıl beladır
Bırakıp gitti bu ne devrandır
Dünya gözümde ker beladır
Allah’tan bulasan
Kararsın bahtın yıkılsın tahtın
Yalvardım yakardım yol bulamadım
Ah olmasaydın kara yazı
Evirdim çevirdim yaranamadım
Ayandır halim
Ocağım söndü nasıl beladır
Bırakıp gitti bu ne devrandır
Dünya gözümde ker beladır
Allah’tan bulasan
Ocağım söndü nasıl beladır
Bırakıp gitti bu ne devrandır
Dünya gözümde ker beladır
Allah’tan bulasan

20171003_062312-01
Nemrut, ADIYAMAN

 

Reklam

UZUN İNCE BİR YOL : YEDİNCİ BÖLÜM, ADIYAMAN – NEMRUT’ için 2 yanıt

Add yours

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

WordPress.com'da Bir Blog Açın.

Yukarı ↑

Soledad/Hábitat

Madrid y sus Circunstancias

Gendering the Smart City

UK-India network curating safety in the city through community art, digital technologies and participatory mapping

MARJİNAL KAFA

BAŞKA BAKMAK LAZIM DİYENLERE...

haganbey

Diş fırçalamak sosyal bir eylemdir.

ahmetss

A modern business theme

GÜVENLİK KAMERA MONTAJ VE KURULUMU

Ankara Güvenlik Kamera Sistemleri Montaj Kurulum ve Arıza Bakım Servisi

yeni bahar

YENİLİKÇİ KIZLAR

İsmail Firdevsoğlu

Çok Okuyup Az Yazan Orta Gezen - #Çokayog

SaphilopeS

ne güzel blues ne güzel karanlık

aleyna'nın blogu

Profesyonel Çekimler

Ümit Hüseyin ÖZER

Farklı bakış açıları, farklı fikirlere uzanır. Farklı fikirler, gelişim ve bilgiye temel oluşturur. Bilgi ise güçtür.

Sinemass'a Hoşgeldiniz

Sinema,Film,Eleştiri,Öneri

Gezegenim

"ama fırtına olmadan dalgalar büyümez ki!"

BİRİKTİRDİKLERİM

YAŞAM PORTALI

siyahgolge

siyahgolge

Sin Edebiyat

iki aylık şiir ve edebiyat dergisi

Alperen Durak

#alperen #reis #birumutturyaşamak

Sadecilik

Sadeleşerek özgürleşin.

SÖZDÜŞÜM

Sözlerin Gülümsemesi Gülden Belli

İzmir nakliyat

İzmir evden eve nakliyat firmaları arasında en iyi ev taşıma ve ofis taşıma firmasıyız. Atasun evden eve nakliyat firmasıyla sizde izmirde sorunsuz ev taşıyın.

Shu’s World

Sanat,şiir,edebiyat

ZÎZNASE

bilgelik sevgisi...bilgi aşkı

Aksaray Ömür Oto Kurtarma Çekici

aksaray cekici aksaray oto cekici aksaray kurtarici aksaray oto kurtarma aksaray kurtarici oto kurtarici aksaray oto cekici aksaray aksaray çekici

CeylancaHerşey

Dijital Kahve, Reklamcılık, Film ve Edebiyat Hakkında KADINCA

kendimesozumvarcom.wordpress.com/

Bu sayfadaki tüm karakterler ve olayların gerçek kişi ve kurumlarla ilgisi vardır.

Türkçe Öğrenmek istiyorumm

Dünyayı güzellik kurtaracak bir insanı sevmekle başlayacak herşey...

Yaşama Dair Herşey

My WordPress Blog

Oku!

Yaratan Rabbinin Adıyla...

Dearpink

yaşama dair..

mythought

Wichtig ist zu verstehen, was man liest...

Şifa Otağı

Ruhsal ve Fiziksel Hastalıkların Teşhis ve Tedavisi-Şifa Enerjisi-Hacamat-Sülük-Refleksoloji-Lenf Drenaj-Nefes Terapisi-Akupunktur-Manuel Terapi-Bilinçaltı Terapisi-Aroma Terapi-Fitoterapi-Yaşam Koçluğu

geceninkuyusu

genelde içimden atmak için yazarım, hatırlamak için değil

haricibellek

Unutmayalım diye yazıyoruz.

Benim sesim

Müziğim dillerde

siyah lale

açık söz ve cesaret herzaman işe yarar ;)

comMEDIA

iletişim ve medyaya dair herşey

%d blogcu bunu beğendi: