BULUTLAR:
Bir dolup bir boşalıp, yerli yersiz başınıza yağdırdığım gözyaşlarım için ÖZÜR DİLERİM.
Asfaltınızı ıslatıp, üstünüzü kirletip, trafiğinizi birbirine kattığım için ÖZÜR DİLERİM.
Planlarınızı bozduğum, randevularınıza geciktirdiğim, çamaşırlarınızı ıslattığım için de ÖZÜR DİLERİM.
Bir özür de sizden beklerdim.
Dolan çukurlarda biriken gözyaşlarıma basıp, ıslanan çoraplarınıza hayıflanıp ettiğiniz kahırlar için ÖZÜR BEKLERDİM.
Hoşlandığınız kızın elini ilk tuttuğunuzdaki romantik ortam benim eserimdi.
Benim sesim eşliğinde içtiğiniz şarabın her damlasındaki keyif de benim eserimdi.
Yağmurdan sonraki toprağın ferahlatıcı kokusu da.
“Listen to the falling rain”in intro’sundaki ses de benimdi.
O şarkının ve ayıla bayıla dinlediğiniz nice şarkının ilham perisi de bendim.
Şiirler ve romantik mesajlar benim sayemde ortaya çıktılar.
Sayemde öpüştünüz, sayemde barıştınız.
Bir TEŞEKKÜR beklerdim.
Nafile.
Gök gürültümü homurtu bilip, yok saymanız affedilmezdi.
İnsan bi ÇOK YAŞA der geçerdi.
Çok ayıp ettiniz. Çook.
Doğaya teşekkürü unutmuş bir neslin çocuğunun silkinip kendine gelmesi ve sonrasında vicdanının sesini dinlediği bir boş anında yazdığı ama hayatın hay huyu içerisinde ışık ya da teknoloji hızıyla unuttuğu “Bir Nankörün İtirafları” adlı güzide fakat kıymeti bilinmemiş adı ise muhtemelen hiç duyulmamış bir yazarın eserinden alıntıdır. Ola ki ciddiye almaya kalkıştınız, almasanız daha iyi sanki. Okuyun gitsin. Taksirat olarak doğaya saçtığımız bizden sonra yüzlerce yıl yaşayacak olan nesillerin soluyacağı plastikler, “mafettiğimiz” ormanlar ve aldığımız ahlar var daha sırada çünkü. Hayata nereden bakıyorsan oradan gördüğün kadar var. Düz bir vadiden bakabileceğin gibi, yüksek bir dağın tepesinden yahut zirveden de bakabilirsin. Tepeden baktığında görüp göreceğin bir adamın keli olabileceği gibi, Aziz İstanbul da olabilir. Ama düzlükten baktığında pırıl pırıl bir gökyüzü göreceksin ve ihtiyacın olan sığınacağın bir saçak altı ya da bir ağacın serin gölgesi olacak.
—-.—-
DEPRESYON:
Sağlık sitelerinden birinden yapmış olduğum alıntı itibariyle; duygusal, zihinsel, davranışsal ve bedensel bazı belirtilerle kendisini gösteren bir durumdur. En dikkat çekici belirtisi çökkün ruh hali ile ilgi ve zevk almada belirgin azalmadır. Depresyondaki kişi duygusal açıdan mutsuz, karamsar ve ümitsizdir. Eskiden en severek yaptığı işler bile artık zevk vermez olmuştur. Kişi kendini hüzünlü ve yalnız hisseder. Kendisine ve çevresine ilgisi azalır. Yoğun suçluluk duyguları olabilir. Herkese yük olduğunu düşünüp gereksiz yere sorumluluklarını yerine getirmediğini düşünür. Genellikle iç sıkıntısı, daralma, huzursuzluk ile birliktedir. Bazen kendisinin tüm duygularını yitirmiş gibi hissedebilir.
Kendi zihnimden yapmış olduğum alıntı itibariyle; ruhunu bedeninden fazla sevmiş insanların sonu intihara teşebbüse gidebilecek kadar kendilerini kırılgan hissettikleri bir dönemden geçiyor olmaları. Bu dönem kazasız belasız atlatılmışsa eğer muhtemelen anılarını yazmaya girişeceklerdir. Yer yer blog yazarları da çıkmaktadır aralarından.
Bir arkadaşımın bir filmden yapmış olduğu alıntı itibariyle; boşta gezegen pardon gezenlerin can sıkıntısının dışavurumu ve kesinlikle en harikulade, en yaratıcı tanımı.
Hayatı boyunca mutsuzluklarla baş etmekte güçlük çeken bir insan olarak; hayatımıza sinsice girip çıkmak bilmeyen, doktorlarınsa gez-toz-alışveriş yap adını vermiş olduğu Mısır Piramidi şeklindeki üçgenin içindeki sınırlı metrekareler dahilinde ne yapmamız gerektiğine bakmak gerekiyor. Farzet ki Mısır’dasın, Kahire’de ve Necib Mahfuz’un “Aşk Zamanı”ndan ilham aldığın medinalarında dolaşıyorsun ve çöllerini görmeden dönmek olmuyor. O zaman ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin. Mahfuz’un dediği gibi kedere boyun eğmeyeceksin, hayat her şeyin üstesinden gelir bir şekilde. Önce insan, her şeyden önce insan ve o bir insanın mutluluğu önemli toplumdan, hayattan, iktidardan, hükümetten öte, önce insanı kurtarmalı, gerisi gelir zaten. İbadetten sorumlu iktidar doğum kontrolünü yaygınlaştırsın önce. Bu kadar insanı kurtaracak ne psikologları, ne de doktorları var ellerinde.
—-.—-
Tanrı sana bir yara verir, sonra ötekine de bir yara verir. Sonra günleri tersine çevirir. Kimse yerinde kalmaz. Acılar yer değiştirir ve dünya döndükçe insan yol alır, isterse de döl alır.
—-.—-
Uçaktayım ve tirbülansa giriyoruz. Şöyle oluyormuş(bizimki şöyle gelişti) pencere tarafındaki ben, yanımdaki japon turist, onun yanındaki el bagajımı yerleştirmemde yardımcı nazik bey ve az evvel yapılan sıcak ikramları kabul etmiş aynı bedenlere ait üç el, ellerinde karton bardaklar raks etmekte olan kollarıyla sıcak sıvıları döküp hem kendilerini, hem komşularını yakmamak için insanüstü çaba sarf ettiler ve sonuç şöyle oldu: pencere kenarındaydım ve çayım sıcaktı ve bende ilk cızlamı çeken oldum yani yere boşaltıverdim, japon turist ortada turşu gibiydi ve raks etmekte benden maharetli çıktı ve çaresizce dayandı, sıramızın erkeğininse işkembesi sağlamdı ve boğaz kanallarında klima olduğunu hayal ederek bir dikişte tüm sıvıyı işkembesine gönderdi.
Tirbülanstan çıkabildik nihayet ve garip bir rahatlama ve konuşma isteğiyle Japon turist kızla garip bir sohbete girdik yani ben girdim. Herkesin kahrını çeken bir ulus var, tarih böyle, benimkiler hep Uzakdoğulu; camdan-yandan ipe sapa gelmez sorularımla yanıltıp-şaşırtmam kendime has taktiğimin bir parçası:
-“You know Tao?” Ben soruyorum.
-“Yes.”
-“I love Tao.” Bunu da ben dedim.
-“Yes.”
-“I love “Big in Japan.”” Bunu içimden dedim. Daha da ne diyeceğimi bilemiyorum. Bunları da neden dedim hiç bilmiyorum.
“Tao dediğiniz nerede bulunur?
Her yerde.
Daha belirgin bir örnek söyle.
Bu karınca’da.
Daha alt düzeyde bir örnek.
Şu ot’ta.
Daha alt düzeyde bir örnek.
Şu çanak’ta.
Daha alt düzeyde bir örnek.
Şu tezek’te.”
Bu nereden aklıma geldi şimdi, onu biliyorum ama. Doğan Kuban’ın “Lao Tzu Tao Yolu Öğretisi”nden. Yalnız şu tezek mevzusu, monoteist dinler için bir küfür gerçekten. Bu kitabın üzerine bir Japon rehber kızla yan yana düşmemin ve manidar sorularıma aldığım kesin ve net cevapların da bir nedeni var kesin. Tanrım az akıl ver ama lütfen daha çok mantık. Beni unutma lütfen. Her unutuşunda sorunlarım katlanmakta ve ben kartopu misali döne yuvarlana bir çığ gibi gelen sorunlarımla karşına(pardon ben daha alt kadrodayım) çıkmaktayım. Her seferinde buna buna ek olarak bu bu ve şu da oldu diye geliyorum karşına. Acı bana, yaşlandım ben artık. O kadar utanıyorum ki.. ama büyüyünce sorunlar azalmıyormuş, bunu bana hiç kimse söylememişti.
—-.—
Bundan yıllar önce bir şubat ayında Los Angeles’dan İstanbul’a gelmek için uçağa binen kuzenim ve arkadaşlarının, New York semalarına geldiklerinde tam dört saat boyunca tirbülansa yakalanıp, çakan şimşekler altında bulutların arasında zorunlu iniş için çabalayan pilotun sütüne havale neler yaşadıklarını hatırladım. Herkes dua etmeye başlamış, sakin olanlar oturdukları yerden, panik ataklar yere çöküp, secde etmişler. Seccadesiz namaz kılmışlar can havliyle. Saatlerce herkes birbirini avutup, birbiriyle avunup, Tanrı’ya yakarmış. Rahmetli Üzeyir Garih ve tüm business class ekonomi bölümüne gelmişler. İnsan ölümle burun buruna gelmeden anlayamıyor. Hayat çok anlamsız. Öyle olmaz, böyle ölürsün ama neticede ölürsün işte. Ama öleceğini anladığın an ya da şüpheye düştüğün an hiç istemiyorsun galiba ölmeyi. Erteliyorsun ve varsa şansın pazarlık yapıyorsun hayatta ertelediğin bütün mutluluklar için.
Sonra ne olmuş? Kurtulmuşlar. Pilot bir daha böyle havalarda yola çıkmayın diye ayar çekmiş bizimkilere. Pilotun dört saat boyunca çektiği sıkıntı ve sorumluluğunu düşünüp, susmuş bizimkilerde. Üzeyir Garih herşeye rağman bir başka uçakla İstanbul’a dönmüş. Kalan yolcularda New-York’da zorunlu olarak bir gece misafir edilmişler. Hallerinden pişman olduklarını sanmıyorum. Kuzenim Los Angeles’dan sonra New-York Kars gibi demişti. O New-York’u oldum olası sevmedi hiç.
Uçağın düşeceğine iyice kanaat getirdikten çok kısa bir süre sonra tek bir telefon görüşmesi yapma şansım olduğu anda arayacağım ilk insanı(Adem değil, nasılsa vuslat yakın onlarla) düşündüm. Babam, kuzenim, erkek arkadaşım, en yakın kız arkadaşım ya da ailemden başkaları. Ben kız arkadaşımı arayacağım sanırım. Dalga geçtiğimi filan düşünüp, beni rahatlatacaktır(No more drama, zaten öleceğim). Birde içimden eğer hayattaki rakibimi geçemezsem uçak düşsün dediğimi hatırlıyorum. Neden ölümü kişisel bir rekabete bulaştırdığımı hiç bilmiyorum(Tanrı bizi yarattı ama takip etmeyi bıraktı; tek sorun bu, baş olacak gibi değiliz). Değer mi değmez mi, değer mi değmez mi? On saniye kadar düşündüm ve değmez tabi aptal. Hiçbir şey senin hayatından, senden ve sevdiklerinden daha önemli değil. Sakinlediğimizde içimde bir umut yeşeriveriyor. Yenebilirim. Yanmayacağım ve kömür olmuş cesedimi teşhis etmek için morga gelip ağlaşmayacak sevdiklerim. Ve beklediğim şey her ne ise çok yakında gelecek, çünkü hayatının üzerine risk alıp, bahis oynamalısın. Ölülere mahsus der Bukowski. Risk almamak, kaybetmemek ve aynı yere geri dönmemek. Demek yaşıyorum. Bir haftadır ölüydüm, son beş dakikadır da çok çok yaklaşmıştım ama şimdi geri döndüm. Çok merak ediyorum acaba dibin dibi var mı? Eğer öyleyse dipteydim ama yeterince değil. Çünkü yüzeye çıkmam güç olmadı. Hayatın engebelerine paralel gökyüzünde de hava akımları ve sebep olduğu dalgalanmalar var sadece. Ron Howard’ın son filmi “Rush”da bir dakika boyunca sekiz yüz derecelik ısıya maruz kalarak, ciğerleri yanan ve öleceği söylenen “Niki Lauda”nın daha tam iyileşemeden yaşamının anlamı olan ve pistlere dönüşünün müjdecisi kaskını başına geçirmeye çalıştığı sahnede insanın aklına şunu getiriyor: “Bildiğin deli, tanımadığın akıllıdan daha iyi.” Uyarlaması: “İçine doğmuş olduğun hayat, bilmediğin öte taraftan daha iyi.” Şimdilik.
Mozart ve Salieri’yi izler gibi izledik Niki Lauda ve Hunt’ın rekabetini.
—-.—-
İlk seni aramayacağım seni daha az sevdiğim anlamına gelmemeli. Tanışıklık aşktan üstün. Her zaman değil, bazen.
Reblogged this on ONCA MUTSUZLUK VARKEN… .
BeğenBeğen