FENCES – ÇİTLER :
“Bazı insanlar insanları uzak tutmak için çit inşa ederler. Diğerleriyse insanları içerde tutmak için.” Bono
“Sen hala bir hiç’i kovalıyorsun. Hayat sana bir şey sunmaz. Sen kendin kazanırsın.” Troy Maxson
“En az ihtiyacı olan hep daha şanslı oluyor.” Rose Maxson
”Bir tohum ektim, izledim ve dua ettim. Çiçeklensin diye bekledim. On sekiz yıl sonra anladım ki toprak kayalık ve kıraç. O tohum hiç çiçek açmayacak.” Rose Maxson
Fences, aynı zamanda Oscar’lı oyuncu Denzel Washington’ın yönetmenliğini yapmış olduğu üçüncü uzun metraj çalışması. Filmin uyarlanmış olduğu Tony ödüllü oyunun senaryo yazarı Tony Kushner’ın adı sadece yürütücü(tamam tamam idari) yapımcı olarak geçmekle beraber, biraz da 2005 yılında aramızdan ayrılmış olan siyahi yazar “August Wilson”ı onurlandırmak adına bu şekilde düşünülmüş anlaşılan. Pittsburgh doğumlu yazar ise daha önce yine beyazperdeye uyarlanmış olan “Piyano Dersleri”nden sonra “Çitler” ile de drama dalında iki defa Pulitzer ödülüne layık görülmüş; başka başka oyunlarıyla kazanmış olduğu daha da birçok ödülün yanında. Ölümü “Siyahi Amerika’nın Tiyatrosunun Şairi 60 yaşında öldü” başlığı altında duyurulmuş yazılı basında. Hayat hikayesine vakıf olduğunuzda oyunlarındaki paralellikler çıkıveriyor karşınıza. Alman asıllı, beyaz, fırıncı, çok içen, sinirli mizaca sahip bir baba ve Afro-Amerikalı bir annenin altı çocuğundan biri olarak gelmiş dünyaya. Irkçı yaklaşımlar yüzünden yarım bıraktığı eğitimini kendi başına kütüphanelerde geçirdiği saatlerle doldurmuş kolaylıkla. Yirmi yaşında şair olmaya karar vererek “Black Power” hareketinden esinlenip 1968 yılında bir grup şair arkadaşıyla birlikte bir tiyatro atölyesi ve sanat galerisi kurmuşlar. Hiç tecrübesi olmamasına rağmen hem reji yapmış hem de aktör olarak rol almış. Wilson 1999 yılında verdiği bir röportajda en çok etkisi altında kaldığı 4B’den bahsediyor. İlki ve en önemlisi olan Blues, Jose Luis Borges, oyun yazarı Amiri Baraka ve dördüncü olarak ressam Romare Bearden. İki B daha ekliyor bu harikulade dörtlüye; her ikisi de Afro-Amerikalı olan yazarlar Ed Bullins ve James Baldwin. Hollywood 1990 yılında Fences’ı filme çekmek istediğinde, yazar, siyahi yönetmen konusunda diretiyor ve proje ancak 26 yıl sonra tıpkı istediği gibi siyahi bir yönetmenin elinde hayata geçiriliyor. Üstelik Broadway’de sergilenen oyunun tüm kadrosu olduğu gibi yer alıyor filmde. Ve biliyorum ki filmin yönetmenindense, yazarı Wilson’la neden bu kadar uğraştığımı düşünmektesiniz ama neticesinde bu bir oyun uyarlaması ve filmi izlerken, film yönetmenindir ilkesinden uzaklaşıyor insan oyuncuların her zerresiyle oynadığı sahneleri izledikçe. En iyi yardımcı kadın oyuncu dalında almış olduğu Altın Küre ve olası Oscar’ını sonuna kadar hak ediyor Viola Davis. Yüz olarak binlercesini bulabileceğiniz bir rolde, akıl almaz bir performansla çıkıyor izleyicinin karşısına. Bu senenin Isabelle Huppert’le birlikte farklı çizgilerde, eline su dökülemez performanslarını sergilemiş oluyorlar benim gözümde. Gene yönetmeni es geçtiğimi düşünebilirsiniz ama Paul Verhoeven ve Denzel Washington olmasaydı da ne “Elle” ne de “Fences” olacaktı ve ikisi de birbirinden farklı kulvarlarda, apayrı dertleri olan ama çok güçlü filmler olarak kaldılar akıllarda.
Bir çöp kamyonunun arkasında bir yandan işlerini yaparken, gevezelik etmekten vazgeçemeyen iki adamdan daha geveze ve daha siyah görüneni çöp arabasının şoförlüğüne terfi olmak peşinde anlatıyor da anlatıyor filmin başladığı ilk anlardan itibaren. Hep beyazların şoför, kendilerininse çöp toplayıcısı olmasından yakınıyor. Beyazların araba sürme yeteneklerinin daha üstün olmadığını söylüyor. Olayların geçtiği yer ve zaman Ellilerin Kuzey Amerika’sında açık açık belirtilmese de Pittsburgh’daki bir evin çitleele çevrili arka bahçesi çoğunlukla. Troy Maxson rolündeki Denzel Washington ellilerinde, on bir kardeşli bir aileden gelen, okuma yazması olmayan, anlamadığı her şeye şeytan diyen, cebindeki son kuruşa, terinin son damlasına kadar ailesi için çalışan, sorumluluk sahibi, hayat dolu, zaman zaman direncini kıran yukarıdakiyle restleşip duran, deyim yerindeyse hodri meydan diyen, elinden geldiğince çapkın, gelmezse de çevresindeki tüm kadınlara karşı ilgili olmakla yetinmesini bilen, çilekeş karısının üzerine Floridalı bir gülü koklamaya başlamasının üzerinden uzunca bir süre geçmiş, şişeden cin içmeyi seven, arka bahçede gevezelik etmeyi seven, bir zamanlar Zenci liginde beyzbol oynamış, uzunca bir süre de hırsızlık suçu işlerken kazara adam öldürmekten girdiği hapishanede devam etmiş olduğu kariyeri dönemin ırksal engellerinden ötürü yüksek lige geçip iyi para yapmasını engellenmiş bir adam rolüyle çıkıyor karşımıza. İsyankar ruhlu Troy’un on sekiz yıllık karısı Rose, iki oğlu, Japonlarla savaşırken aldığı yara sonucunda kafasının bir miktarına yerleştirilmiş metal tabakayla yaşayan savaş gazisi kardeşi Gabe ve tek dostu, kendisi gibi çöpçü arkadaşı Bono’nun yıllara yayılı ilişkilerini izliyoruz film boyunca. Oturdukları evi devletin Gabe’e vermiş olduğu 3000 dolar sayesinde alabilmişler zamanında. Büyük oğlu Lyons babasız bir çocukluk geçirmiş, grubuyla beraber bir barda müzik yapıyor ama babasından on dolar borç isteyişinden anlaşıldığı üzere meteliğe kurşun atıyor, üstelik evli, sabah yataktan kalkma ve dünyanın bir parçası olma nedeni olan müzik dışında başka bir iş yapmaya da niyeti yok. Babası onu çöpçü olarak işe aldırabileceğini söylediğinde kimsenin ayak işini yapmak istemediğini söylüyor. Küçük oğlu Cory ise ergenlik çağında ve kendisiyle zıtlaşan babasıyla miktarınca zıtlaşıp duruyor hemen hemen her konuda. Oğlan beyzbol oynamak istiyor. Babası ise bütün kapıları kapatıyor ona. İstiyor ki oğlu kendi parasını kazansın. Meslek sahibi olsun. Kendisi gibi çöpçü olmasın. Ona kendi hayatından hiçbir şey dilemiyor. Beyazların onun önünü kapatacağını düşünüyor. Kısacası oğlu babası gibi olmak istedikçe, babası kendi gibi olmasın diye paralanıyor-bu ne yaman çelişki ve bu uğurda onu karşısına almayı göze alıyor hiç sakınmadan. Hep bahsettiği babasına dönüşüyor zamanla Troy. Bu cahil ve kaba saba adamın filmin sonunda ancak anlıyoruz oğluna yaptığı büyük iyiliğin boyutunu. Belki hayallerini gerçekleştiremiyor genç oğlan ama dönemin koşullarında bir hayalin kaçta kaçının gerçek olabileceğini bilmeden o hayalin peşinde koşturmanın gereksizliği karşısında bir meslek sahibi olmuş olarak çıkıyor karşımıza Cory. Babasından ve duyduğu sevgisizlikten ötürü orduya yazılmaya karar veriyor bir anda. Babası bilerek ya da değil bir asker olarak yetiştirmiş onu içten içe. ”Yemek var mı, var. Başının üzerinde bir çatı var mı, var. Sırtında giysi var mı, var.” Yıllar sonra baba evine döndüğünde abisinin hayatının daha kötüye gitmiş olduğunu ve üç yıl hapis yattığını öğreniyoruz. Devletin içinde kalıp erken emekli olmasını öğütlüyor ona abisi, burada bir şey yok derken. Hala çalıyor ve hala sabahları yataktan kalkmak için tek ”bir” nedeni var. Orada kalsa nasıl bir hayatı olacağını bilemediğimizden babasının ona büyük iyilik ettiğini görüyoruz. JFK ve Martin Luther King resimlerini görüyor Cory evin duvarlarında. İnsanın içi sızlar ya bazen, konu itibariyle insanın içini sızlatan çok anlar saklıyor içinde “Fences”. Biraz geveze başlayıp, öyle devam etse de izlemezseniz çok şeyler kaçıracağınız bir baba oğul, karı koca ilişkileri ekseninde yaşamın kendisi anlatılıyor tüm çıplaklığı ve acımasızlığıyla. Max’in dediği gibi hayatı olduğu gibi kabul etmek gerekiyor belki de aynı acımasızlığıyla. İnsanları oldukları gibi kabul eden bir başka isimse Max’in bu hayattaki tek dostu olan Bono. Hapishanede başlayan arkadaşlıkları biri ötekini ölmek suretiyle geride bırakana dek devam edecek türden. Bono onunla tanıştığı ilk andan itibaren, bu adamın yanında kalayım, beni bir yerlere götürür demiş kendince. Çok şey öğrenmiş Max’i izlerken. Hayata karşı durup direnmek, iyiyi kötüden ayırdetmek, aynı hataları yapmamak gibi. İyi bir baba olarak bir şeyleri düzeltme şansı hiç olmamış Bono’nun, on altı yıllık evliliğinden hiç çocuğu olmayınca. Bu yüzden de daha neşeli, daha kalabalık olan Max’lerin evinde uzun saatler geçiriyor gevezelikle her bulduğu fırsatta. Arkadaşının bir başka kadınla olan ilişkisini öğrendiğinde, Rose kırılmasın, yuvaları dağılmasın diye uyarıyor hemen arkadaşını. Max şoförlüğe terfi ettiğinde de, aralarına mesafe giriyor iki arkadaşın. Ama yine de birbirlerinden havadis alabilmişler eşleri sayesinde. İkisi de yalnızlık çekmiş bu dönemde. Ama en çok Max yalnız kalmış şoför koltuğunda, çöp kamyonunun arkasında beraber geçirdiği günler göz önüne alındığında.
On sekiz yıllık evlilikleri boyunca kocasına sadık kalmış Rose Lee. O yüzden onun ihanetini duyar duymaz dizlerinin bağı çözülüyor. Halbuki asıl yıkımı kocası altı aylık zaman zarfında eve gelmediğinde yaşıyor. Yaşamının merkezine oturttuğu kocasının yokluğuna dayanmak çok daha zor onun için. Her şeyi sineye çekiyor vefakar ve cefakar bir eş olarak. İhaneti ilk duyduğundaki siteminin zerresi kalmıyor yıllar sonra. Kendi tercihlerini yaşadığını biliyor çünkü artık. Kendini biliyor bundan böyle artık. Çevresindeki herkes gibi iyi anıyor o da eşini. Evini hem heybetiyle, hem neşesiyle dolduran, daha ilk gördüğünde çocuk sahibi olabilirim dediği, ona tek isteği olan içinde şarkılar söyleyebileceği bir ev veren Max’in hayatını her şeyiyle sahiplenen Rose Lee yaşamın ona sunduğu seçeneği kendi iradesiyle kabul etmiş. İsteklerini, hayallerini, ihtiyaçlarını bir kenara atıp Max’in içine gömmüş. Max kadar boğulmamış hiçbir zaman. O sorumluluklarından bıkmış, kendisiyle ilgili bir başka seçenek sunan bir kadının kollarında teselli ararken, izleyiciler olarak sizler Rose gibi bir kadına bunlar yapılır mıydı diye homurdanırken, üzerindeki bütün sorumluluklardan ve baskıdan uzaklaşarak farklı bir adam olabilmeyi, çatıyı nasıl tamir edeceğini, faturaları nasıl ödeyeceğini düşünmekten kurtulmak için çırpınan bir adam duruyor orada, bir evin arka bahçesinde, tam da tıpkı bir hapishanenin çevresini sarıyormuşçasına dış dünyayla aralarına yüksek bir duvar ören çitlerin önünde.

Bir Cevap Yazın