KIBRIS / KiPRIS, VOL 1 : GİRNE
GİRİŞ :
“Hafif, yumuşak adımlarla yürü, piano pianissimo.” Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları
Bir kez ve ilk defasında anne karnında geldiğim güzel Akdeniz’in kötü günler de görmüş ve geçirmiş ve dolayısıyla hayatta görmüş geçirmiş yaşlıca bir adasının kuzey sahilinde konuşlanmış Girne’sinde kalmak üzere yola çıkıyorum. Kulağımdaysa Durrell’in, “Benim sonradan edinme memleketim” olarak tanımladığı Kıbrıs için yazdığı “Acı Limonlar”ından fısıltılar var. Piano Pianissimo. Yalnız değilim kısaca. İlk durağım uçağımın ineceği başkent Lefkoşa. Önceden inmiş iki tane daha uçak var ve bizimkisi üçüncüsü(ikiden sonra üçün geliyor olduğunu bilmeyenler vardır diye düşünüyorum). Varış noktasına gelmiş şehirlerarası otobüs terminalinde kendisine ayrılan yere park etmeye çalışan bir otobüs telaşsızlığı var uçağımızın üzerinde. Aynı rehavetle İstanbul Atatürk’e indiğimizi hayal etmeye çalışıyorum. Olmuyor. Nazlı nazlı park yerine yerleşiyoruz. Fazla nazlanmadan da bir futbol sahası büyüklüğündeki minicik havalimanına inip, gümrüğe doğru yürüyerek gidiyoruz. Bavullar gelmiş bile. Her şey şipşak gelişiyor. Girne otobüsüne biniyorum. Son boş koltuk. Arapça konuşan Suriyeliler var benim oturduğum tarafta. Her Arapça konuşan Suriyeli midir? Değildir elbet ama indiklerindeki kederli ve tasalı hallerinden anlaşılıyor turistik bir gezi yapmadıkları. Bir tanesi yaşlıca ve hiç durmadan bağır çağır telefonla konuşuyor. Onlar indiğinde arkamdan bir erkek sesi “Neyse ki indiler kurtulduk, başımız şişti burada.” diyor. Bunu söyleyen erkek hemen arkamda idi. Bağır çağır konuşan erkek de onun tam arkasında idi. Ve evet çıldırmış gibi konuşuyordu ama gene de hemen arkamdaki başı şişen erkeği daha fazla yüreklendirmemek adına, kalan yolcular olarak sesimizi kesiyor ve sadece oturduğumuz yerden tebessüm ederek karşılık veriyoruz kendisine, onun göremeyeceği şekilde. Aynı esnada kabanımın bir parçası olmaktan sıkılmış görünen başlığı intihar etmek suretiyle kendisini yere atıyor. Saniyesinde çaprazımdaki bir başka Suriyeli bana uzatıyor(Nereden mi biliyorum, biliyorum işte açık arayan okuyucu, ben çok şüpheciyim bunu sakın unutma, beni de sakın unutma, adımı kazı aklına). Anında teşekkür ediyorum ve derhal hafifçe dışarı doğru meyletmiş olduğum bacaklarımı ön tarafa doğru uzatıyorum. İnsanların birbirine şüpheyle yaklaştığı zamanlar bunlar ve yolculuğumun kalan kısmını kabanımla başlığının arasını yapmakla geçiriyorum. Küçük işler insanı hayattan uzaklaştırıyor. Otobüsten kopuyorum. Huysuz iki parçayı olanca beceriksizliğimle bir arada tutmaya çalışma çabam etrafımdaki beylerin ibret verici ve kınayan, aynı zamanda sabırsız bakışlarıyla sürüp gidiyor. Fermuarı yerine dakikalarca geçiremeyişim yüzünden pencere tarafındaki bey of diyor. Beni, eli dikiş tutan anneleriniz mi sandınız? Bir fermuarı bile geçirmekten acizim. Aynı zamanda bir yırtık gördü mü de giymiyorum ya da yırtık pırtık devam ediyorum yoluma. Çok çaresizim ama belli etmiyorum kimselere. Yazdığım en tuhaf giriş yazısı oldu bu, hislerim o yönde. Zaten benim de üzerimde sıcak bir yere gelişimden ötürü garip bir rehavet var. Sahi iklim değişti. Kıştı, yaz geldi bir anda.
GİRNE:
“Girne
İçine girme
Girersen eğlenme
Eğlenirsen evlenme
Evlenirsen çocuk etme!” Türkü
Kıbrıs’ın beş ilçesi arasında turistik yoğunluğun en çok olduğu yer burası. İçi dışı yedi yıldızlısına kadar bir sürü otelle bezenmiş bir casino cenneti. Her otelin bir de casinosu var. Otelsiz öksüz casinolar da var. Bu yoğunluk istihdamı da getiriyor beraberinde. Dünyanın her milletinden olma işgücü işyerlerini, izin günlerindeyse sokakları şenlendiriyor. Bu yüzden rengarenk Girne’nin sokakları. Merkezdeki Simit Keyfi’nde çalışan çekiklere Koreli misiniz, Çinli misiniz diye sorduğumda Vietnam cevabını alıyorum. Şaşırıyorum. Mutfakta Pakistan ve Bangladeşli çalışanlar göze çarpıyor. Özbekler çat pat Türkçeleriyle servis elemanlığına daha yatkınlar. Herkes bir yol tutturmuş gidiyor burada da. Toprak kıymetli, dolayısıyla evler pahalı, kiraların kimi zaman sterlin üzerinden olduğu söyleniyor. Eskiden İngiliz idaresinde olan adada pound zaafiyeti devam ediyor anlaşılan. Halk her şeyden yakınıyor(aynı biz). Domatesin kilosu altı lira, marketler ateşpaha, maaşlar aynı para, mazot yüksek lira, turistler otelden, casinodan burunlarını çıkarıp da havayı koklama nezaketini göstermiyorlar bile bir defa… Kendimi ya Antalya’da, ya da Bodrum’da öfkeli esnaf arasında kalmış gibi hissediyorum şu anda. Tek fark kimsenin Erdoğan’dan şikayet etmiyor oluşu. Bazen ama kazara ismi dudaklardan dökülse de unutuyorlar sonradan bir hiç gibi. Kendilerini Türkiye’nin üvey evladı gibi görseler de, kendi cumhurbaşkanları, başbakanları var. Çok da öksüz sayılmazlar aslında. Eskiden Türkiye’de daha iyi karşılandıklarından şikayetçiler(sanıyorlar ki bizi her gün kucaklayan kanatlar var burada, ölmeden günü geçirmeye çalışıyoruz biz de Akdeniz’in öte yakasında). Kıbrıs’a gelip uzun süre önce buraya yerleşen ve çalışma hayatının içinde aktif olarak yer alan halk, gurbetlikten sıyrılmış, ekonomisi, siyaseti, geçmişi, geleceğiyle adasını sahipleniyor her konuşmasında. Çifte vatandaşlıkları var her birinin. Artık ada zorlaştı diyorlar. Üç çocuğu olan bir adam üçüncü çocuğu için hakkı olan vatandaşlığı alamıyormuş bir türlü. Vermiyormuş ada. “Ada” kelimesi burada siyasi bir kimliği de sergiliyor aynı zamanda. Ne başbakan, ne cumhurbaşkanı, varsa yoksa ada ada ada. Ada bırakmıyor, ada istemiyor… Hisleri olan bir ada Kıbrıs Adası. Üzme Adası halkını. Onlar sana ne kadar çok güvenip, senden ne çok şey istiyorlar, bilemezsin. Bilme de zaten. Yoksa bırakır kaçarsın.
Bazen hava öyle tatlı oluyor ki, sanki bahar gelmiş gibi hissediyor insan. Tatlı tatlı esiyor hiç üşütmeden. Limanda bir tur atıyorum önce. Rocks Otel barkovizyonda Doktor Jivago’dan kareler gösteriyor. Hangi saatte gelirseniz gelin Saint Petersburg ve Ömer Sheriff ya da uçsuz bucaksız karın ortasında köpeklerin çektiği kızak görüntüsü çıkıyor karşınıza. Yeni Yıl’ı donarak karşıladıklarını, kar bile gördüklerini söylüyorlar. Antalya’yı yazın ulaştığı elli dereceyle ılık olarak nitelendiren ada halkı için karı görmek bir hayli enteresan olsa gerek. Donduk biz burada diyenlerden biri Sivas’lıydı ve sonrasında şaşkın şaşkın bana baktı. Soğuğun anavatanı olan bir Sivas’lı olarak “Biz çok üşüdük” demesi benim de garibime gitti. Anlayacağınız soğukla, karla kışla tuhaf bir ilişkisi var yöre halkının, pardon düzeltiyorum ada halkının. Bir taraftan lapa lapa yağmış diz boyu olmuş karın, kalpakların, kızakların özlemini çekerken, diğer yandan başlarına geldiğinde ne yapacaklarını, nasıl baş edeceklerini bilemiyorlar gibi. Kışın Kıbrıs nasıl diye bana soracak olursanız, en azından temmuzun bayıltıcı, ağustosunsa çıldırtası sıcağından bin kat iyi cevabını verebilirim size. Ama asla yarım ağızla değil. Çıkartmanın yapıldığı aylardan ağustos ayında özellikle, gaziler ve sonra da ada halkı arasında nabızlar yükselir, sinir katsayısı artar derler. Kahvelerde yüksek sesle ve öfke içinde konuşurmuş insanlar. Bu bir rivayet mi? İki kişiden duyduğum, bir de bir kitaptan okuduğum, ama neticede burada yaşamış insanların gözlemleri. Kıbrıs’a bir de kışın gelinir. Gezmek için en güzel mevsim her zaman bahar olsa da. Çünkü kendine özgü karmakarışıklığıyla Girne Limanı’nda bekleşen tekneleri, yağmurdan sonra dağların üzerinde oluşan buharın bulut olup nazlı nazlı çözülüşünü, denizin renginin ara ara turkuaz, ara ara yeşile çalışının güzelliğini görmek için bir de kışın gelinir buralara. Öfkeli Karadeniz’den, kalabalık Ege’den daha güzelmiş Akdeniz. Şimdi anladım. Ortasında ise bir keman misali tek başına ama kalp kırıklığıyla yaşayan bir ada varmış bir taraftan Türkiye, diğer taraftan çeşit çeşit Arap ülkelerine göz kırpan, aynı kareyi pardon karayı paylaştığı diğer yakayla anlaşamayan(misafir misafiri istemezken, ev sahibi ne yapmasın?) Atatürk Lozan’la birlikte İngiliz yönetimine devredilen adanın stratejik öneminden bahsetmeden geçmez. Ne Rodos, ne Girit; Kıbrıs’ın konumu bir başka imiş ona göre. Bence de. Ayrıca dünyanın denizyolları üzerinde bulunan adanın, konuksevmez, savaşçı doğuya işleyen bütün ticaret gemilerini her zaman doğrudan ilgilendirdiğinden bahsetmiştir Durrell’de anılarında.
Tak tak, çat çat, flashlı, flashsız, yer, gök, bulut, liman, tekrar liman, kaleden liman, liman ama gecesi ayrı gündüzü ayrı, cafeler, restoranlar, minik objeler, kuşlar, koyunlar, çobanlar, çocuklar, evler, çitler… Sürekli fotoğraf çekiyorum. Tüm dünyam Kıbrıs oluyor ama Kıbrıs bundan memnun mu onu kendisine sormuyorum nezaketen de olsa. Bir cevabı var ama sabırlı davranıyor. Bir kez daha bir kara parçasının üzerinde barındırdığı canlılardan bağımsız olarak atmakta olduğu bir kalbi olduğunu düşünüyorum. Bu en çok adalarda yaşadığım bir durum. Kıbrıs’sa içlerinde yani benim gördüğüm adalar içinde en özel ve en dramatik olanı.
HZ. ÖMER TÜRBESİ :
Girne’de ve tüm Kıbrıs’ta ulaşım sorunu var. Ada büyük. Tarihi turistik yerlere ve diğer ilçelere ulaşmanız bir hayli güç. Dolmuşlar her yere gitmiyor. Araba kiralasanız sağdan akan trafikte soldan soldan gitmek çok kolay değil. Bense bir fermuarı bile geçiremiyorum. Bu yüzden ilk şoförüm Konya’lı. Yetmiş beş yılında, çıkartmadan hemen sonra gelmişler. Bir sürü anlatmayı seviyor. Bir sürü bir sürü daha anlatmayı seviyor. Sonra bir sürü bir sürü daha. Zaten bu seyahatimde en çok ve en önemli bilgileri şoförlerden alıyorum. Yollara, ekonomiye, politikaya, buraya, oraya, her yere daha hakim kimseyi bulamazsınız şu adada. Çok okuyan mı çok gezen mi bilir diyecek olursanız, bu insanlar aynı mıntıkalar içerisinde de olsa, sürekli dolaşım halinde olduklarından farklı farklı insanlardan bilgi edinme, sonra o öğrendiklerini paylaşabilme, dolayısıyla daha da çok bilgi edinme potansiyeliyle günden güne birer bilgi canavarına dönüşüyorlar. Yıllardır müşteri gezdire gezdire tarihe hakim olmuşlar. Yollar onlardan soruluyor. Neresi kimin, kimlerden kalmış, çolukları, çocukları, ataları, dedeleri, her şeyi, herkesi biliyorlar. Müşteri gittiği yerde gezerken, onlar bir çay bahçesi bulup sohbet ederek daha da bilgilenmiş oluyorlar aldıkları en son haberlerle. Sizden önde giden adamlara kulak vermekte fayda var her anlamda.
“Eskiden hırsız arsız yoktu. Arabayı çalsa nereye götürecek ki? Denize mi atçek? Şimdiyse dağ daş ev.” Bir taksi şoföründen adanın asayiş saptaması
Girne’nin birazcık dışında, Çatalköy’ün en ileri noktasında, ıssız bir kumsalın ucunda bulunan iki katlı Bodrum evlerini anımsatan tekkenin varlığı turistlerin yaz geldiğinde kumsalından denize girmeyi önlüyor mudur bilinmez ama, içerisinde yedi mezar, bir imam bir de Ahmet Fuat barındırmakta. İmam tamam da, Ahmet Fuat kim derseniz, pos ve beyaz bıyıklarıyla sizi içeriye buyur edip, sonra da Allah bahtını açık etsin sözünü içten bir şekilde sarfederek sizi uğurlayan biri olarak kalıyor hafızamda. İmam çekinik dururken, kendisi hem tekke, hem de çevresi ve içerisindeki mezarlar hakkında gerekli bilgileri veriyor. Allah burada bir yerdeyse ya diyor, camekanın gerisindeki yan yana dizilmiş yedi mezarı gösterirken. Kim bilir? Ama gerçekten ya oradaysa, ya da merhameti benden bir lokma yiyecek isteyen ve teşekkürü iştahında saklı kemikli sokak köpeğinin kursağında gizliyse…
Beni içeriye buyur ettiklerinde namaz saatine denk geliyoruz. Onlar içeride namazlarını kılarken bir hanım çıkıyor, tam da ben kararsız kalmışken. Beni kadınların namaz kıldığı ayrı bir bölmeye davet ediyor. O namazını kılıyor. Bense derinleşemiyorum. Uçak yolculuğu yaptım, hava değişti, su değişti, iklim değişti, bir sürü yabancının ortasındayım. Derinleşeceğime bakmakla yetiniyorum sadece.
BELLAPAIS (BEYLERBEYİ) KÖYÜ VE MANASTIRI :
“Bellapais’de yaşayanlar dünyanın en tembel insanlarıdır. Kıbrıs’ın en iyi huylu insanları aynı zamanda.” Lawrence Durrell
-Bellapais’ye niçin geldin?
-İçki içmeyi öğrenmeye geldim.
-Pirin ben olacağım. Kıbrıs’ın Acı Limonları’ndan
”Koruyor sükunetini dökülmeyen gözyaşları gibi.” Acı Limonlar şiirinden
Yakındoğu’nun gotik şaheseri tanımlaması kullanılmış manastırın kendisi için. Barış Manastırı anlamına geliyor kelime anlamı Fransızca’dan çevrildiğinde: “Abbaye de la Paix”. Ama köyün barındırdıkları sadece güzel manzaralı ve güzel görünüşlü bir manastır değil elbet. Köyün içerisinde ufak bir seyahate çıktığımda kış nedeniyle kapalı evlerin içinden kısık kısık çocuk sesleri geliyor. Bir küçük pencere açılıyor ve Antakya’lı Meryem’le iki yaşlarında evde tıkılmaktan asabı bozulmuş bir çocuk feryat figan yarı belleri dışarıda havayı kokluyorlar. Her yer o kadar ıssız ki, oğlan bağırdıkça içim ısınıyor. Babası işteymiş. Sanayide tamirciymiş Meryem’in oğlunun babası, adını unuttuğum, çocuk..
Meryem’in evinin az yukarısında Acı Limonlar’ın yazarı Lawrence Durrell’in evi var. Kışları kapalı olan bu ev yazın bir aylık bir süreliğine eşinin kardeşi tarafından açılıyormuş ve kitap satışı oluyormuş burada. Şimdiyse sokak köpekleri tarafından havlana havlana kovalanıyorum. Küfreden köpekten fenası yoktur emin olun. Ağız dolusu sövüyorlar bana.
Haliyle bir köyde bulunduğumdan, o köyün bir de muhtarı var, o muhtarın da bir sekreteri. Emine isminde. Kiprıslı kendisi. Kiprıslı Kiprıslı konuşuyor. Durrell’in evini tarif ediyor. Değirmene gitmemi tavsiye ediyor. Kendisiyse yazları serinlemek için ailesiyle birlikte Antalya’da otele gidiyor.
Ne yapabilin, ne görebilin bu evrende söylesene Emine…
Tarihi Değirmen Cafe’nin içerisine giriyorum. Tevfik Ataç buranın işletmecisi. Yirmi iki yıl Girne Doom Otel’de çalışmış. Şimdiyse burada. Bana içerideki makineleri tek tek gezdiriyor. Çok hoş bir yer olmakla birlikte boş maalesef mevsimsel nedenlerden. Baharda ne tatlı şarap içilir burada. Seneler öncesinin, antikalaşmış, hantal iş makinelerini geziyoruz beraber. Bunlar un ve zeytinyağı üretiminde binbir zahmetle çalıştırılan makineler olmakla birlikte, oldukça da nostaljikler. İngilizler makinelerden birinin üzerindeki kendi eski markalarını görünce önce şaşırıp sonra seviniyorlarmış. Bu, bir gün Avrupa’da bir Anadol’la karşılaşmak gibi bir şey olsa gerek. Herkes milliyetçi, herkes atalarının, geçmişinin peşinde ve tarih bir şekilde çıkıyor karşımıza bir gün bir yerde bir vesileyle. Gelelim mekanın işletmecisine(ne tuhaf bir söz öbeğidir bu böyle). Tatlı dilli, sempatik, konuşkan bir adam var karşımda. Ben sormadan tatlı tatlı anlatıyor Tevfik Ataç. Vatandaş olduğundan Rum tarafına geçebiliyormuş. O taraf daha temiz diyorlar diyorum. Avrupa Birliği ve İngiliz Kibarlık Reçetesinden nasibini almış Rumlar bahsettiklerim. Burada esas olan kaynaşmaktan ziyade, vaziyeti idare etmeye odaklı. İnsanlar birbirlerini idare ediyorlar hiç olmayacağı kadar. Çünkü burada herkes gurbet. Trafikte Türkiye’ye kıyasla erkekler daha nazikler ama bazı adamlar ve onlardan gören, onlardan olma bazı oğullar var ki, eski kovboy filmlerinden özenerek tükürük hokkası sandıkları yerleri şenlendiriyorlar her fırsatta. Böyle de bir kültür/süzlük var maalesef. Okumak değil, kültür en önemlisi. Ama sokaklara tükürmek aşırı kültürden mi yoksa aşırı kültürsüzlükten mi geliyor, kimseler bilmiyor.
GİRNE KALESİ :
Girne Kalesi, içerisinde barındırdığı odalar, zindanlar, kuleler, Batık Gemi Müzesi ve beni en çok heyecanlandıran bölümler olduğundan Antik Akdeniz Mezar, Vrysi Neolitik Yeri ve Kırnı Mezarları canlandırmasıyla saatlerinizi harcayacağınız ve asla pişman olmayacağınız deneyimler sunuyor size, bize ve tüm ziyaretçilerine. Buna ek olarak müthiş de bir Girne Şehri ve Girne Limanı manzarası var vaatleri arasında. Kalenin yapılış amacı Arap akınlarına karşı kenti korumakmış. Ağırlıklı olarak Bizanslılar, Lüzinyanlar ve Venediklilerden izler taşıyor kale. Bu sayede Lüzinyanlar hakkında da bilgi sahibi oluyor insan ister istemez. Lüzinyanlar(1192-1489) Fransız asıllı bir hanedanmış ve Kudüs Kralı olan Guy de Lusignan, Aslan Yürekli Richard’dan kaleyi satın almış ve 300 yıl boyunca idare etmişler, ta ki Venediklilerin istilasıyla hanedanlık son bulana dek.
Batık Gemi Müzesinde hem batık geminin kurumuş da ters dönmüş, zamanla uğradığı taarruzlarla da içi boşalmış ve eti kanı toprağa akmış ya da başka mideleri zengin etmiş dev bir hamamböceğine benzemiş halini, hem de batığı bulan araştırmacıların eşleriyle zafer sarhoşu olmuş, neşe içerisinde sofra başında oturmuş hallerinin fotoğraflarını görebilirsiniz. Ne gereği vardıysa! Demek istediğim bir batık gemi müzesinde bile yok yok. Eksik olan, geminin çürümüş kısmı, fazlalıksa Ada’nın ahengine, balığa, şaraba kendini kaptırmış Pennsylvania’lı araştırmacı ve balık adam fotoğrafları. Çok garipti çok! Aklımdan çıkmıyor o fotoğraf kareleri.
Kaderde yüzlerce yıllık maziye sahip bir kalenin içerisindeki müzenin duvarlarında solacak fotoğrafların mı kalacak senden geriye yoksa aynı kalenin zindanlarında çürümüş bir isim olarak mı kalacaksın hafızalarda boş yere… benim huzursuzluğum bundan, yıllardır bu böyle…
Güzelyurt’un hemen üzerinde Akdeniz Köyünde bir dere yatağında ele geçen “Bodur Hippopotamus” lara ait çok sayıdaki fosilleşmiş kemik kalıntıları, bölge geçmişinin jeolojik dönemlere kadar dayandığına işaret etmektedir. Genç Tunç Dönemi’ne uzanan bir tarihi olan toprakların üzerindeyim yani. Bu yüzden en çok dönem insanlarının temsili canlandırılışlarını sevdim. Ateş yakan, ekmek yapan, avlanan ve aileleriyle beraber yaşayıp, iş dağılımından haberdar, kendi çaplarında toplumsallaşmış ilkel insanın(Vrysi Yerleşim Yeri) masmavi gökyüzünün altında, çimenlerin ortasında canlandırılmış haliyle gözümün önüne getirilmesi çok hoştu doğrusu.
Okurken gezmiş görmüş kadar oldum. Elinize sağlık. Ancak, siyah üzerine beyaz yazı çok yorucu 😦
BeğenBeğen
Teşekkür ederim. O halde en kısa sürede beyaz üzerine siyah’a dönüştüreceğim:)
BeğenBeğen
Merhaba, bu temada değiştirmek mümkün olmadı yazı rengini. yaza doğru daha kapsamlı bir site hazırlanacak. Ancak o zaman olabilecek. Üzgünüm okuyan gözler adına ama çok fazla resim, binlerce kelime oldu ve tek başına başa
çıkmayabilirim.
Kalınız sağlıcakla.
BeğenBeğen