NOCTURNAL ANIMALS :
“Birini seversen, bir yolunu bulursun. Öylece fırlatıp atmazsın. Dikkatli olman gerekir. Bir daha yaşayamayabilirsin bunu.” Edward
Yazar, edebiyat eleştirmeni ve Cincinnati Üniversitesi’nde edebiyat profesörü, üç çocuk babası Austin Wright’ın Tony ve Susan adlı romanından, Tom Ford’un uyarladığı ve yönetmenlik kariyerinin ikinci basamağı olan filmi Gece Hayvanları’nı izleyebildim sonunda ülkenin bunca sıkıntısının ortasında ve bunca ölüm kül olmuş yağarken üstümüze başımıza; kendimi verebilip de izleyebildim ve de yazmaktayım sonunda. Yoksa çok anlamsız her şey. Biliyorum ama çaresiz kalıyorum bu coğrafyada. Gelelim romanımıza; filmin başarısının ardından yirmi üç sene sonra bu defa yeni ismi ve yeni kapağıyla basılmış olan. Sinemanın büyüsü ve yeni isminin gücü Tony ve Susan’ı ardında bırakmış adeta. 1961 doğumlu, halihazırda başarılı bir moda kariyeri olup, ikinci yönetmenlik deneyiminin de altından başarıyla kalkan Tom Ford için acaba yirmilerinde başladığı kariyeri sinema olsaydı bir dahi mi sayılırdı, yoksa olgunluktan ve hatırı sayılır bir çevre oluşturmasından ve sahip olduğu bir sürü imkandan kaynaklanan bir başarı mı bu acaba karşı karşıya olduğumuz diye düşünmeden edemezken, bu hali, yönetmeni yirmili yaşlarına döndüremeyeceğimizden hiçbir zaman öğrenemeyecek olsak da, senaryolarını bizzat uyarlamış olduğu romanlardan ve peliküle aktarıldığında kazandığı anlam derinliği ve görsel zenginliğine baktığımızda olgun dönem işlerin hayatın demini almış bir adamın elinde taçlandığını görüyoruz açık ara. Bu açıdan sevdim en çok Gece Hayvanları’nı. Tom Ford ben bu yaşta böyle iş yaparım, aşağı düşmez çıtam diyor adeta. Sanki aynı zamanda çok iyi bir seyirci var kamera arkasında, Tom Ford’u yönetmen koltuğuna oturtan. Bir demecinde bir adamın bir kadını anlayabilmesi için bir kez s.k.lmesi gerek diyebilecek kadar cüretkar yönetmenin-siz siz olun herkesin her sözünü ciddiye alıp da bir kereden bir şey olmaz deyip atlamayın hemen, biz kadınlar her zaman anlaşılmak istemeyebiliriz ve biraz gizem fena olmayabilir ve de o Teksas’lı Tom sonuçta-nezaketinin ardından çıkıveren egosu iyi filme susamış aç izleyici için bir vaha oluyor adeta. Filmine ve hikayesine sahip çıkan ve tek bir saniyesini boşa geçirmeyen, etkili bir sinema dili yakalamış bir yönetmen var karşımızda. Boşver parfümü, elbiseyi… Film yap Tom, film diyorum kimi sahneler kafamın içini istila edip durdukça. Sözlerin bittiği yerde kompozitör Abel Korzeniowski alıyor batonunu eline ve bir ruh veriyor yer aldığı her sahneye.
Fena halde zengin, fena halde burjuva bir kadın Susan(Amy Adams). Şık bir sanat galerisi işletiyor. Çalışanları, kızıl saçları, kızarmış gözleri ve insomniası var. Hayalleri ve gerçekler arasında yüksek ökçeli ayakkabılarıyla ayakta kalmaya çalışıyor. Yaşamın günlük, basit detaylarındaki beceriksizliği çekinik tavırlarının ve güvensizliğinin bir simgesi adeta. Sanatçı değil, sanat simsarı. Her zaman mükemmel görünmeye çalışıyor ama öyle hissetmiyor. İmkanları ve hayatı göz önüne alındığında, mutsuz olma hakkı yok. Kendini hafife alıyor hiç durmadan. Televizyonun kumandasını çalıştıramıyor, kendisine gönderilmiş dosyanın kağıdını açmayı beceremiyor. Filmin ilk dakikalarında daha, ihtişamlı malikanesinin kapısı ardından kapanırken, dış dünyaya mesafeli, sofistike bir hayat yaşayan kadının seçilmiş esaretine tanık oluyoruz. Çok az insanın bildiği, tam on dokuz yıl evvel yaşamış olduğu kısa süren evliliğinin baş aktörü aynı zamanlarda giriyor hayatına. Hem de bahar ayında yayınlayacağı ve kendisine adamış olduğu romanıyla. Beni kalpten istediğim ilhamdan mahrum bıraktın derken, Edward’ın(Jake Gyllenhaal), Susan’dan alacağı olduğunu düşündürtüyor hemen. Bu on dokuz yıl boyunca görüşmediklerini öğreniyoruz Susan’ın ağzından. Çok değil, birkaç yıl önce aramış Susan, Edward’ı. İngilizce öğretmenliği yapıyormuş Teksas’ta ve telefonlarına çıkmamış. Tüm bunları şimdiki yakışıklı, zengin ve başarılı kocasına anlatıyor usul usul. Kocasıysa oralı değil, çünkü hem karısını hem de sevgilisini idare etmekle meşgul. Susan’la beraber aldatıldığını öğrenişine tanık oluyoruz. Bir kız çocukları var kendi hayatını yaşayan. Kocasıyla da farklı istekleri, beklentileri var. Tüm bu sanat umurumda değil diyor Susan. Çünkü üretmiyor, satıyor sadece. Yapabilecekleri de bununla sınırlı bundan böyle. Gençlikteki enejisi, işlere hemen girişivermekteki azmi yok şimdi. Çünkü o zaman yaptıkları bir anlam ifade ediyordu. Şimdiyse öyle olmadığını anlıyor. Susan tam bir orta yaş krizinde ve tam da bu krizin ortasında eline ulaşıyor Edward’ın romanı. Paralel bir hikayeye açılıyor film bu vesileyle. Susan romanı okudukça, bizler de Tony’ye dönüşen Edward ve Laura’ya dönüşen Susan ve kızları India’nın hikayesinde kayboluyoruz. Telefonların çekmediği Teksas’ın karanlık yollarında arabalarında ilerlerken üç sapığın tacizine maruz kalıyorlar. Arabalarını yoldan çıkartıyor bu üç serseri ve karanlık dakikalar başlıyor bundan sonra. Yönetmen itici karakterlerle, son derece sinir bozucu olmayı başarıyor filmde de önemli bir yer tutan yol hikayesiyle. Anne kıza göz koyan üçlü, Tony’i ekarte edip iki kadını zorla arabaya bindirip uzaklaşıyorlar. Bu esnada da bir adamın yarı ümitsiz, korkuyla çıkan cılız sesine tanıklık ediyoruz. Üçe karşı bir adam nihayetinde ve hayatı boyunca ne silah kullanmış ne de yumruk yumruğa dövüşmeyi bilmediği her halinden belli Tony’nin. Çaresiz bir adam var şimdi zorbalığın karşısında, ıssız bir gecede, tek başına. Ahmet Ümit’in Beyoğlu Rapsodisi’ndeki benzer bir olayı getiriyor akıllara. Karı koca ve bir kadın arkadaşları trekking’e gittikleri gruptan ayrılıyorlar ve benzer zorbaların zorbalıklarına maruz kalıyorlardı. Korkusundan diz çöküp yalvaran kocanın yanında karısı ve ve diğer kadın ellerine geçenlerle tecavüzü engellemeye çalışıyorlar, bereket onlar daha şanslı çıkıyor da yardımına arkadaşları yetişiyordu. Sonrasındaysa evlilikleri kocanın erkek gibi davranamamasından-her ne demekse- ve karı kocanın yaşananları aşamamalarından sessiz sedasız bitiyordu. Filmin/romanın içindeki romandaysa Tony karısının ve kızının ölüsünü buluyor ancak Şerif’in yardımıyla. Her ikisi de tecavüze uğramış. Karısı, kafatası beyzbol sopasıyla ezilmiş vaziyette, kızıysa boğularak öldürülmüş. Bir anlamda Tony, Susan’ı ve onun eğer yaşatsaydı kendisinden olacak kızını simgesel olarak öldürüyor kitapta. Bundan sonraysa intikam soğuk yenen bir yemek misali bir küçük yemle sunuluyor Susan’ın önüne Edward tarafından.
Susan bir yandan romanı tedirginlikle okurken, diğer yandan gençliklerini anımsıyor. New York’da bir tesadüf eseri yolda karşılaşıp yemeğe çıkıyorlar beraber bundan yıllar yıllar evvel. Susan Yale mezunu ve sanat tarihi dersi alıyor Columbia Üniversitesi’nde. Edward’da Columbia Üniversitesi’nin bursu için burada bulunuyor. Teksas’ta beraber okurlarken Edward’ın büyük bir yazar olacağını düşündüğünü itiraf ediyor Susan. İkisi de birbirinin ilk aşkı aslında ve Edward’ı düşünceli ve nazik buluyor her haliyle. Yetiştiği ortamdan ve ailesinden yana yakınıyor ona. Dindar, tutucu, cinsiyetçi, ırkçı, Cumhuriyetçi, materyalist, narsist ve benzeri sıfatlarla tanımlıyor onları. En çok annesinden şikayetçi Susan. Edward’a göreyse her ikisinin de gözlerinde aynı hüzün var. Asla onun gibi olmak istemiyorum dese de yıllar sonra dönüştüğü şey annesi oluyor genç kadının. Annesinin, o gün, yemek masasında söylediği her söz tek tek gerçekleşiyor bir kehanetmişçesine: “Hepimiz eninde sonunda annelerimize dönüşürüz”. Annesi de kızının geleceğini söylüyor ona. Bu bir çeşit inatlaşma aslında. Yemek masasında kozlarını paylaşıyorlar Susan’ın evlilik planlarından bahsetmesi üzerine. Kendi ailesinden intikam alıyor bu vesileyle. Ailesinde olmayan her şey Edward’da var çünkü-kırılganlık, yetenek, sanatçı ruh, romantizm, idealistlik- ve Edward’da olmayan her şey de ailesinde var buna karşılık-para, arzu ve hırs. Susan onu kendisinden güçlü ve iradeli buluyor. Yazar olabileceğine dair inancı var; kendiniyse sanatçı olmak için fazla sabit buluyor. Annesi ki bu kısacık rolüyle Laura Linney harikalar yaratıyor kabarık saçları ve sakin sakin ama büyük kararlılıkla çizdiği acımasız gelecek tablosuyla. Edward’ın Susan’a istediği hayatı yaşatamayacağından oldukça emin. Biliyor ki üst gelir grubuna ait bir yaşantıya sahip ailenin imkanlarıyla, Edward’ın sunduğu hayat arasında uçurumlar kadar fark var ve birkaç yıl sonra şimdi adını anmak istemediği tüm bu burjuva şeyler kızı için çok önemli olacak. Üstelik artık Edward’la evli olduğu için de, babası onlara destek olmayacak. Onun hakkında sevdiği tüm şeyler nefret ettiği şeylere dönüşürken, Edward’ı kırarak sonlandıracak ilişkisini. Öyle de oluyor nitekim. Büyükler bilir lafı, annesinin söyledikleri bir bir gerçekleştiğinde çınlıyor kulaklarımızda. Susan Edward’ın kalbini paramparça ettiği gibi, üzerine basıp geçip gidiyor ve hayatına kaldığı yerden devam ediyor yakışıklı Hutton’la. Edward’sa öğretmenlikle geçinip, yeterli seviyeye ulaştıktan sonra ancak yıllar önce yazmaya başladığı ve o zamanki haliyle Susan’ın hiç beğenmediği romanını en sert şekilde tamamlıyor nihayet. Bir eserin yaratım aşamasına tanıklık ediyoruz bu arada. Terk edilmenin, zayıf bulunmanın acısını çıkartıyor Edward. Susan’ın hayatı hiç istemediği bir şeye dönüşürken, Edward her anlamda zafer kazanıyor. Gerçek sanatçı olan o, yaratıcı olan o çünkü. Olgunluk döneminde en iyi eserini veriyor sonunda, basamakları tırmanacak bundan böyle ve hayattan beklentisi daha pek çok. Susan’sa en tepede ve bakmakla yetiniyor sadece. Kimse kendinden başka şeylerde daha iyi yazamaz dedikten yıllar sonra, bir sürü acıyla hayatta pişmişken, eserinin esin kaynağı bir sürü düş kırıklığından beslenerek başarılı bir roman ortaya çıkartıyor nihayet. Ve evet kimse kendinden başka şeylerde daha iyi yazamaz ve görünmez dili vardır kelimelerin… bir kitabın, bir şiirin hemen hemen her satırına nüfuz etmiş olan.
Filmin bir sahnesinde, yağmurlu bir günde cama çarpan ve ölen serçeden sonra canlanan anılarında müstakbel kocası Hutton ile Edward’dan olma bebeğine kürtaj yaptırıp döndükten sonraki pişman Susan’a geçişin melankolisi hakim tondur film boyunca. Yağmurun altında ıslanmış bir başka serçe vardı arabanın önünde ve Edward hiç olmadığı kadar perişan görünüyordu bu haliyle. Onun ölümü ve yeniden doğuşu bu anlara tekabül ediyordu belki de. Romandaysa tecavüzcülerden teker teker intikam aldıktan sonra en nihayet içindeki yaralı Edward’ı öldürüyordu Susan’ın gözleri önünde. Öldürdüğü serçesinden pişmanlık duyan Susan’sa, hayatı boyunca bunun vicdan azabıyla yaşayacağını düşünüyordu. Katolik bir ailenin kızı ve kürtaj olması yasakken, kocasından gizli giriştiği bu olay yüzünden acı çekmiş durmuştu belki de gizliden. Filmin sonunda, boş bir masada tek başına içkisini yudumlarken, yıllar yıllar önce seninle mutsuzum dedikten hemen sonra panikleyerek bırakıp kaçtığı Edward’a yaptıklarının cezasını çekiyordu şimdi içten içe.
Susan: “Neden yazmak için bu kadar acelecisin?”
Edward: “Bizi hayatta tutsun diye. Eninde sonunda öleceğimiz için bir şeyler biriktiriyorum. Yazarsam eğer, sonsuza dek süreriz.”
Bir Cevap Yazın