DIVINES :
“Ben hep aynı şeyi görürüm rüyamda. Düştüğümü görürüm. Uyanmak için her şeyi yaparım ama beceremem. Düşmeye devam ederim. Düştükçe de içim yanar ve sonunda da ne acıtır ne de korkutur. Sırf bitsin diye yere yapışayım isterim ama hiç bitmez.” Dounia/Dunya
Divines, Houda Benyamina’nın, birden çok kısa ve bir tanecik orta metraj filminin ardından çekmiş olduğu, iki saate yakın süresi olan şimdilik ilk ve tek uzun metraj filmi. Cannes Film Festivali’nde ve de katılmış olduğu birçok festivalde ödüller almakla beraber, bundan böyle gözünü yeni yıl ertesinde dağıtılacak olan Golden Globes’a kırpıyor yarıştığı ülke Fransa adına-ve evet bir sanat eseri ortaya çıkartırsın sonra da yarışma yarışma gezersin yarıştığın ülke adına. Paris’in arka sokaklarında geçen ve yer yer melodrama kucak açan ögeler barındıran filmde Dunya’yı- canlandıran Oulaya Amamra oyunculuktan öte bir adanmışlıkla canlandırıyor karakterini. En dolaysız yoldan tarif etmek gerekirse bir erkek Fatma’yı oynuyor. Yasalar karşısında sanki o yıksın diye konmuşçasına olanca pervasızlığıyla ayak diretiyor, baş kaldırıyor, yakıyor, yıkıyor, taşlıyor. Bir yandan on altı yaşın pervasızlığıyla hareket ederken, öte yandan liderlik ruhu, meydan okuması içten gelen özelliği. Nelere yol açabileceğinden habersiz, düşünmeden, kural tanımaz bir şekilde hareket ediyor. Başına buyruk tavırları oluyor her defasında karşısındakini dize getiren ve hayran bırakan. Onunsa tek bir amacı var; yırtmak, kurtulmak, daha iyi bir hayata kavuşmak. Kısaca “money money money”. Sonra da annesini çekip çıkarmak istiyor yaşadıkları mezbeleden. O kadar fakirler ki, süpermarketten çaldıkları şık ambalajlı kozmetik ürünlerle, evin içi tam bir tezat oluşturuyor. Hiç kapanmayan yatakların üzerinde oturuyorlar. Geceleri mahallenin ortasında büyükçe bir ateş yakılıyor. Ghetto’da hayat, akşam olunca ateşin başında oturup sakin sakin tellendiren Kızılderililerin hayatıyla benzeşiyor bu anlamda. Fakat girip yıkanabilecekleri bir nehir olmadığından, en temel ihtiyaçlarından biri olan banyo yapmak bile bir işkenceye dönüşebiliyor. Yıkanmaları için suyu hazırlamaya giden Dunya’nın mücadelesi musluktan fışkıran suyla sırılsıklam olmasıyla son buluyor.
Öte yandan herkes ona piç ya da piç kurusu demiş hayatı boyunca, çünkü ortada bir baba yok. Bu baba bilinmediğinden olsa gerek, kimse adını anmıyor. Dahası annesi hafifmeşrep bir kadın. Birlikte olduğu erkeklere karşı hemen hemen hiç seçici davranmıyor ve bu benim aynı zamanda bir anneyi korumakla yükümlü olmaktan ötürü hissettiğim vicdan azabının kibarcık bir ifadesi olmakla kalıyor sadece. Yoksa onu tanıyan herkes ona orospu diyor. Böyle bir annenin kızı olarak yaşamaya çalışıyor Dunya. Güzelliğini saklıyor. Okumakla, resepsiyonist olmakla bir yere varamayacağını düşünüyor. Bir çıkar yol arıyor kendine. Bu yüzden uyuşturucu satıcılığına başlıyor. Torbacı olup çıkıyor. Kafası çalışıyor, cesareti ondan önce gidiyor ama şansı her zaman yaver gitmiyor. Çok dayaklar yiyor, finalde dizlerinin üzerine çöküyor umutsuzca, gökyüzüne çeviriyor başını, dolunay var isli puslu, af diliyor gökyüzünden, nedamet getirse de nafile. Böyle bir son olmak zorunda mıydı dediklerini duyar gibiyim filmi izlemiş olanlarınızın bir kısmından. Çünkü ben de düşündüm kendi kendime, neden selamete çıkamadı bunlar diye. Reva mıydı bunca eziyet bu genç bedenlere diye. Fakirler neden hep fakir kalıyorlar diye soruyordu Rebecca. Zenginler her şeyi aldıklarından değil, fakirler asla cesaret edemediğinden bu böyleydi ona göre. Gözlerini kapatıp, hayal etmeliydin para sana gelsin diye. Para bir enerjiydi, bir akıştı sadece. Önce sen parayı bulmalıyım demeliydin kendi kendine. Ama işte parayı da bulsan, işler karışabiliyordu bir noktadan sonra. Her şeyin kontrolümüz altında olduğunu sanıyoruz ya. Öyle değil işte. Bir küçücük sapma, işte böyle her şeyi ve herkesi dönülemez bir noktaya getirebiliyor bir anda.
Bu kadar ağır bir cezayı hak etmiyordu hiçbiri diyorsunuz, değil mi? Ama etkileyici bir son olarak da hatırlamadan edemeyeceksiniz uzunca bir süre boyunca. İbretlik bir hikaye yok karşımızda. Didaktik de değil. Dunya ve eylemlerinin didaktik bir tarafı yok. Şöyle yapma bak sonun Dunya gibi olur, diyebildiniz mi? Hiç sanmıyorum. Siz olsanız pısar otururdunuz, öyle mi? Önünüze gelen yemek neyse onu yerdiniz, öyle mi? Erken ölmeden yaşamak temennisiyle günleri sayardınız, öyle mi? Sizi tek tek tanımıyorum, o yüzden de bilmiyorum. Tek bildiğim boyundan büyük işlere kalkışmış, sözünü esirgemeyen, cesur bir kızın varlığı. İçinde yaşadıkları sefaletten bir çıkış yolu arıyor sadece. Ama hep sapa yollara giriyor, trafiğin akışına ters istikamette, serseri bir kurşun gibi gidiyor. Bazen rüzgar kesiyor hızını, bazen insanlar. Paris sokaklarının ara ara neden kızıştığını görmemize vesile oluyor tüm bu yaşananlar. Devletin bir kurumu olduğu için ve daha önce de bu mahallede hem de Dünya’nın püskürtmesine maruz kaldıkları için öfkeli kalabalığın şerrinden korkan itfaiye, polis gelmeden yangına müdahale etmeyi reddediyor. Polis geldiğinde ise çok geç kalıyor. Homurtular yükseliyor Romanların yaşadığı, tetanoz kapılası A3 kampının gençleri arasından ve sonuç bir sokak çatışmasına dönüşüyor. Taşlara, sopalara karşılık, polis önlemini alıyor hemen. Bariyerlerini kuruyor hemen iki taraf da. Dolaysız yollardan sebebiyet verdikleri bir ölümün bileti kolluk kuvvetlerine kesiliyor. İşte böyle başlar çatışmalar. Bir kıvılcım yangına dönüşür ve otorite ve onu temsilen her şey hedef haline geliverir. Fransa’nın öfkeli çocuklarının mahallelerinde hayat öyle kolay olmadığı gibi, bir sokak arkası, belki 200 metre sonrası Eyfel’ken ve anlı şanlı bulvarlardaki şık kafeler nazlı nazlı müşterilerini beklerken, sefalet, kavga hiç düzelmeyen kötü bir yazgı gibi sürer gider bu mahallelerde. Bir kayıp tetikler gençlerin öfkesini. Zaten kaybedeceği pek bir şeyleri de yoktur çoğunun. Ama öfkeleri büyüktür, yaşadıkları sefaletin bitmeyişinden, olası vasat geleceklerinden. Dunya ise kabullenemediği kaybının çaresizliğiyle çatışmanın ortasında kala kalır öylece gözyaşlarını akıta akıta.
Film Fatiha suresinin bir caminin içinde nameli nameli okunduğu sahneyle açılıyor. Dunya’nın umrunda değil ibadet, dua, din. Hem çok korkuyor gökyüzünün hakiminden hem de bildiğini okumaya devam ediyor. Kilisenin içinde uyuşturucu takası yaparken af diliyor Tanrı’dan. Filmin yirminci dakikasına kadar Dunya’nın nasıl bir hayatı olduğuna tanıklık ediyoruz, çevresindekilerle ilişkisini ve karakterini öğreniyoruz. Bu dakikalardan sonra ise bundan sonra yaşayacakları var genç kızın. Hayatının kadim dostuysa dışarıdan saf görünen, içinde Dunya hayranlığı besleyen, siyah, iri ve tombik Maimouna. Marketten çaldıklarını satıyorlar beraber okulun önünde. Birbirlerini yüreklendiriyorlar her düştüklerinde. Okulda gerçekleştirdikleri sınava hazırlık çalışmasında, Dunya bir anda çıldırıyor. Öğretmene ağzına geleni söylüyor. Toplumun uşağı olmamıza yardım ediyorsun diyor, kadın ben sizin para kazanmanıza yardımcı oluyorum dediğinde. Kadını o kadar aşağılıyor ki. O oluyor ve okul hayatını bitiriyor kendi sivri diliyle. Maaşın 1500 avro(bizdeki asgari ücret aşağı yukarı), bunun 800’ü kiraya gidiyor, 300’ü carefour pahalı olduğundan gidilen ucuza gıda maddesi temin ettiğin bir başka mağazalar zincirine(bizdeki şarküterisiz Bim, A101), 100 elektrik ve su, 20 internet, tatilse herşey dahil Türkiye(hem de avronun bu kadar kıymetli olduğu bir başka yer bulamazsın dünyanın bir başka yerinde, itibarsızlık böyle bir şey galiba anlıyoruz biz de. Tatile Türkiye’ye gideceğim, ıyy ucuz ve hd. Şimdiyse o da yok bombaların ve Ortadoğu’nun şerefine). Öğretmenin hayatını özetliyor bu vesileyle. Beğenmiyor onu, tipini, üstünü başını. Onunsa büyük hayalleri ve o büyük hayalin gerçekleşmesi için beklediği bir büyük fırsat var kendi kendine yaratmaya çalıştığı.
Caminin hem imamı hem de müezzini; bu yuvarlak dünyada tek bir düz çizgi Dunya’nın tek çekindiği insan yani Maimouna’nun babası oluyor her zaman. Hiç tanımadığı babası yerine koyuyor onu belli ki. Kimsenin ne söylediğini umursamayan kızın, bu adamın onu tek söz söylemeden yargılayan bakışları karşısında yanakları kızarıyor hemen mahcubiyetten. Tek onun karşısında deviriyor başını, kapatıyor çenesini. En büyük zararı da ona veriyor en sonunda, istemeden de olsa. Başlarda adam ona cennet annelerin ayakları altında, annene iyi bak dediğinde bir davayı sahiplenir gibi sahipleniyor annesini kurtarma meselesini. Kimsenin kimseyi kurtaramayacağını dünya üzerinde düz bir çizgi olduğumuz gerçeğini idrak edene dek kavrayamıyor yazık ki. Ve de amma da zor şeymiş bir çocuğun annesine annelik etmesi!
Kardeş gibi oldukları Maimouna ile beraber Phuket’e gitmek en büyük hayalleri. Masmavi gökyüzü, turkuaz rengi deniz, pırıl pırıl bir güneş ve altlarında çiçek gibi hayali bir Ferrari’yle çok sert alıyorlar virajları! Ayaklarının altındaysa fren, nadiren kullanma gereği duydukları. Hayranlarına gülücükler atıyorlar; Colgate gülüşü, çikolata şirinliği. Beraber kazanıp beraber harcıyorlar gelen parayı. Annesi bu para nerden dediğinde camide zekat verdiklerini söylüyorlar. Biraz paranın sefasını sürüyorlar aptalca harcayarak. Annesine Cartier parfüm alıyor. Yaşadıkları yerse aynı getto hala. Annesi soruyor şaşkınlıkla zekatla Cartier mi alınırmış diye.
Üzerine tükürerek tanıştığı dansçı bir çocuktan hoşlanıyor Dunya. Düşmek üzereyken elini uzatıp güven veriyor ona. Kısa sürecek aşkları karşılıklı olsa da duygusal anlamda çok şey katıyor ona bu yakınlaşmalar ve izlerken kayda aldığı dansı. Huzursuz ruhunun sakin kalabildiği nadir anlar bunlar. Ama melodram ağlarını örüyor ve istasyonda bırakmak zorunda kalıyor hoşlandığı çocuğu. Kırmızı Başlıklı Kız masalının sonu bir hayli acıklı bitiyor bu sefer, yazık ki. Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un kızkardeşi olan Dunya’yı çağrıştıran isim benzerliğinin yanında, vicdan, pişmanlık, suç ve ceza gibi benzer temaları çağrıştırması açısından bir referans oluşturuyor ama orada bile bir çıkış yolu buluyordu baş karakter Raskolnikov; kaldı ki söz konusu kitabın yazarı umutsuzlukların dahi efendisi Dostoyevski’ydi.
Sadede gelecek olursak, başarılı müzik seçimleri, toplu halde oyunculuklar, bir ilk film olmasına rağmen gözüm kapalı bir kadın yönetmen filmi olduğunu tüm duyarlılığıyla yansıttığı sahnelerden ötürü unutulmazlar arasına gireceğini düşündüğüm, fedakarlık, dostluk, ilk aşk, büyümek ve kısaca hayat hakkında çok şeyler söyleyen bana çokça “La Haine”i hatırlatan vurucu finaliyle bu senenin benim için favorilerindendir, belirtmesem olmazdı.
Bir Cevap Yazın