BOZCAADA / TENEDOS, İKİNCİ BÖLÜM :
GİRİŞ :
Bozcaada yazımın ikinci bölümüyle siz değerli okurlarımın karşısındayım bir kez daha. Tek kanallı TRT günlerinde Beraber ve Solo Şarkılar programını takdim eden spiker tonuyla sesleniyorum beni okumakta olan 2000’li yılların okuyucularına. O tarihler ki TRT kraldı yani bir ormanın bir aslanıydı ki meraklı kulaklar onu işitmek arzusuyla yakın temasa geçerlerdi radyolarıyla, gözlerini ayıramazlardı atmış yedi ekran tüplü televizyonlarının ekranından. Çok heveslenmiş olacağım ki kısmet bir günmüş, o günse bugünmüş diyerek sesleniyorum bende sizlere Bozcaada semalarından. Nasıl memnun kaldınız mı yazımın ilk bölümünden? Eğer kaldıysanız bunu da okuyacağınızı hayal ediyorum kendi kendime. Yok biz sitene öylesine girdik, tanımayız da bilmeyiz de seni, bir iki fotoğrafa bakıp çıkacaktık diyorsanız eğer sevincimi kursağıma koyup bir parça daha az hevesle yazıma devam edeceğim kaldığım yerden. Ama muhakkak edeceğim, yani, kaçışınız yok benden. Nerede mi kalmıştık? Bir cumartesi akşamı üzeriydi feribotla Bozcaada’ya vardığımda. Sonbahardı ve serin bir hava vardı hele bir de akşam olunca. Beş kişiden oluşan Yunan bir grup sahne almıştı aynı akşam. Grup sahne alırken organizasyonda görevli insanlara teker teker sormuştum bu grubun bir adı yok mu diye. Bir kişi bile çıkmamıştı ki adı şudur bu grubun diyen. Ada Ada oturup bu isimsiz grubu izlemiştik bizler de rüzgarlı ve serin bir Ada akşamında.
Gündüz yerel tatları fazla tadamayacağımı anlayıp şarap tadımlarına ağırlık vermiştim ve son derece memnun kalmıştım bu deneyimlerimden. Aydın’la çıktığımız dalgalarla kaplı deniz üzerindeki başarısız kalamar avında tatmak zorunda kaldığım tuzlu sulardan bahsetmiş miydim hiç size? Bu her zaman şarap içilemeyeceğini, bazen ne bulunursa onun içileceğini öğretmişti bana. Ama size Münevver’i anlatmıştım değil mi? İyi ki. Bir de ben vardım yazımda nasıl bunalım nasıl buhran. Kendi içimin sıkıntısıyla doğru orantılı sizleri de sıkmak değildi gayem elbette. Bir duygu yaratmaya çalışmıştım, gayem güçlü olsun da ne olursa olsun diye. Öyle de oldu. Ama her gün benzemez ki birbirine. Her anım tutmayabilir benim de bir diğeriyle. Dolayısıyla daha neşeli başladığım şu günün şu dakikalarında bir parça maskaralık geçiyor sanki kalemimden. Kendilerini ziyadesiyle ciddiye alan adamlar gördükten sonra ve bunca ciddiye alınmaya onların da mutlu olmadığını gördükten hemen sonra, sonra da bir anda bitiveren hayatlara tanık olduktan bir süre sonra geçmişi geçmişte bırakıp, yürüyorum ileriye ve elimde var bir titrek fener yine(bu sonralar fazla geldiler tek bir cümle içine). Tek fark ışığın kalitesine bakmıyor oluşum bundan böyle. Beni yarı yolda bırakabileceği gibi, böyle kör topal kör kuyulara düşmeden hedefime varmama yardımcı olma ihtimaliyle de pekala yetinebilirim. Dedim ya; olsun. Ne çıkar öyle ya da böyle hayat geçiyor nasılsa. Daha ölmedik daha. Daha var daha. Belki çok, belki az var daha. Kimin umrunda ki bundan sonra?
Bozcaada’yı Kill Bill’i çeken Tarantino misali ikiye bölerek yazmama tepki gösterenlere cevaben söylemem gerekiyor ki; yazılarımın bin beş yüz kelimeyi geçmemesi aksi takdirde okuyucunun sıkılıp dikkatinin dağılmasından endişe duyduğum için elimde ışın kılıcım bölüyorum böyle ortadan hart diye ikiye. Böylelikle iyice dikkati dağılmıyor mu okuyucunun ya da unutmuyor mu önceki bölüm, sonraki bölüm ne anlatıyordu bu bize diye soruyorsanız eğer sanırım öyle. Yani bölsem bir türlü bölmesem başka türlü gibi bir saçma açıklamayla geliyorum önünüze. Bu yüzden iyisi mi hiç açıklama yapmamak ve içimden geldiği gibi bölmek, çarpmak toplamak ama eksiltmeden katiyetle. İyi okumalar, iyi Bozcaadalar benden size. Bir gayret ilk yazımı da okuyun diyorum siz hassas okurlara yeri gelmişken hassasiyetle. Münevver orada yatıyor çünkü boylu boyunca bir başına.
BOZCAADA :
İki saat verin bana tüm dükkanlarına girip gezip çıkayım. O iki saat yeter bana. Emin olun size de yetecektir. Dolayısıyla iki günden fazla burada kalarak Ada’yı sular seller gibi ezberleyip içinize sindirmeye çalışırken kendinize yabancılaşacaksınız umarsızca, ama Ada halkınca kanıksanacaksınız yollarında yürüyüp, dükkanlarına gire çıka.
Dükkan dükkan gezmekten sıkıldığımda, kendimi sokaklarına vuruyorum. Bir uçtan bir uca. Rüzgar tam olarak nereden nereye esiyor çıkartamasam da, bir esiyor ki sormayın ve iki gene esiyor ve üç hiç durmadan esiyor. Doğal Brezilya fönü isteyen genç kızlarımız için ideal bir hava. Vuuu vuuuv konuşuyor da aynı rüzgar benimle ve diyor ki: “Sana özel muamele yapamam zira dün de estim, ondan önceki gün de, bugün de benim yarın da ve ne gece ne de gündüz ayrımı yaptım; bu böyle biline. Esiyorum çünkü esmek için yaratıldım kural kaide böyle, esiyorum çünkü canım istiyor, esmezsem canım sıkılıyor, tabiatım böyle. Rüzgar olup esmek için varsam, ifa ediyorum görevimi ve eğer daha çok sıkarlarsa beni hortum olup geliyorum döne döne. Bir de muzip tarafım var seviyorum etekleri kaldırmayı, saçları allak bullak etmeyi, her şeyi her şeye katıp bir taraftan öte tarafa savurmayı. Marilyn’in eteği benim eserim, orada gözler benim üzerimdeydi, siz bilmezdiniz. Bana saçma sapan isimler verdiniz. Yok poyraz, yok karayel. Kişilik bölünmesi yaşadım sayenizde. Siz insanlar neden böyle kalıplara sokarlar her şeyi canları istediğince?”
Böyle yalnız yürüyee yürüyee(uzata uzata hah şöyle) rüzgarla konuşur oldum, olacağı buydu deliriyorum galiba Çanakkale civarında, Ege açıklarında bir boz Ada’nın pek de kuytu olmayan bir köşesinde.

LÜTFÜ YETİŞ :
Poz verir misiniz dedim, verdi. Bi çaya gel dedi, gittim. Otur dedi, oturdum. Ne içersin dedi, kahve dedim. Kalacak yerin var mı dedi, var dedim. Seni kazıklamasınlar dedi, davetliyim dedim. Daha da bana benim hakkımda bir şey sormadı, o hep kendini anlattı ben hep dinledim durdum. Seksen yaşındaki Lütfü Yetiş daha önce gazino işletirmiş, aslen Burhaniyeliymiş. Selam etmeden geçmiyor kimseler dükkanının önünden. Motorsikletli gençler yavaşlıyorlar sesleri duyulsun diye ve sesleniyorlar ”Selam Selam!” diye. Bozcaada’nın bildik simalarından kendisi ve bir popülaritesi varmış Ada halkınca ve sosyal medyada. Bizim yollarımızın kesişmesiyse tamamen tesadüfi. Geçiyordum uğradım ben öylesine. Biz otururken kendi yaşlarında bir erkek geçmekte yanımızdan, elindeki bastona sımsıkı sarılmış. “Bastona düştük” derken bana bakıyor garip garip ama Yetiş’e söylüyor, belki de tam tersini yapmak gayreti içersinde ya da kendi kendiyle konuşanlardandır ben gibi, kim bilir? Yetiş “Bu yaşta bu olur” diyor. Düşünüp susuyor bastonlu adam önce, sonra da göz göze gelince “Ben biraz güneşe çıkayım” diyor. Eliyle bastonuna sımsıkı tutunmuş gidiyor ve yeri eze eze ilerliyor güneşe doğru dışına taşan bir öfke ve yenilgiyle.
Otuz sene önce tek böbreği alınmış Yetiş’in. Aslında apandisit ameliyatına girmiştim diyor. Otuz sene sonra öğrenmiş röntgen çekilirken. O ameliyat esnasında yaşananlardan şüphe duyuyor. Zaten daha da bayıltılmamış. Şiddetli akciğer enfeksiyonları geçirmiş ama neşter vurulmamış. Bir oda olurdu diyor mahrumiyet zamanlarında her doktor bir hastayı alır aynı odada keser biçerdi diyor. Bayılana kadar görürmüşsün her şeyi. Şartlar diyor. Yetiş’in böbreğinin akibetiyse bilinmiyor. Bense kaldığım süre boyunca her sabah kahvaltıdan sonra gidiyorum yanına kahve içmeye. Bir defasında bir yaz boyunca ona yardımcı olan, şimdiyse nişanlısını tanıştırmaya gelmiş benim dede deyişinden torunu sandığım bir kızla nişanlısı geliyorlar. Buralı değil diyor dede. Ama soyadını bilmem, hiç sormadım, merak etmedim ama yaralı bir kuştu diyor geldiğinde. Beraber köfte yapıp satmışlar. Gecede bin, bin beş ciro yapardık diyor kız. Dedenin köftesi güzeldir diyor. Yeşil Köşk ve onun nevi şahsına münhasır köftecisine gelip bir köfte bahanesine dinleyin derim, konuşmayı seven, dinletmeyi bilen, insan kırmayı bilmez Yetiş’i.
BOZCAADALI VELİ DEDE VE ONUN KORUK SUYU :
Niğde’de içtiğim Niğde gazozu ve Datça’da içtiğim goca moğla gazozunun üzerine lokal bir lezzet daha yakalıyorum. O da Bozcaadalı Veli Dede’nin koruk suyu. Bir de pastaneleri var bu işletmenin tam da mitolojik isimli Üçmüz’ün hemen yanında. Değişik böyle, pipetle içime çektikçe koruğun çekirdekleri de geliyor ağzıma rahatsızlık vermeden. Tadıysa buruk fakat içerken insanın içini baymıyor, bu iyi işte. Her yudumunda eski gezilerimi anımsatıyor bana. Sırf Gümüşler Manastırını görmek için bulunduğum ve hiç beklentisiz gittiğim Niğde’yi özel bir çaba sarf etmeden bana sevdiren halkıyla geçirdiğim sayılı saatleri getirtiyor aklıma. Nevşehir’den geçmiştim Niğde’ye. Uçhisar’daydık bir önceki gün tanıştığım çiftle. Erkek kaleye tırmanmıştı, bizse karısıyla hevessiz hevessiz kaleye tırmananlara çevirmiştik yüzümüzü çene çala çala. Çevresinde turlamıştık bir ara. O oldu şimdi defalarca gitsem de bir kez olsun çıkamıyorum yukarıya. Hep bakıyorum uzaktan. Beni tutan bir şeyler var sanki kaleye çıkmamı engelleyen. Eteklerinde dolaşıp duruyorum nedenini bilmeden.
Goca moğla gazozunuysa daha yakınlarda Reşadiye’deki kahvede içmiştim sıcakta, bir yandan içim ferahlaya ferahlaya, oh diye diye. Aynı şey oluyor yine. Eski mezbahada belediyenin işlettiği kafede rüzgar yüzünden açılamayan şemsiyeler sayesinde tam üç defa masa değiştirip bir türlü ve her türlü beklediğim huzuru yakalayamazken, yine benzer ferahlığı gönderiyorum mideme. Midem rahatlasın bari, başım huzursuzken.
Aydın’la oturmuş börek çörek yerken bana tekneden indiğinde toprağı öpmek zorunda kaldığı kendi deyimiyle en baba hikayesini anlatıyor içinden babasının da geçtiği, hatta bizzat rol aldığı. Bundan yıllar yıllar önce tatlı bir havada kendisi gibi balıkçı babasıyla çıkmış olduğu balık avında yaşlı babasının bir anda dönelim diye paniklemesine önce kulak vermese de adamın yaşına ve tecrübesine sığınarak geri dönmek üzere dümeni kırmış sahile doğru balıkları beklemeden. Çok fazla zaman geçmemiş üzerinden bir fırtına kopmuş, yağmursa bardaktan boşanırcasına. İçi boş yarım bir ceviz kabuğu misali sallanıyorlarmış böyle koskoca denizin ortasında. Ne dönebilmişler, ne kalabilmişler oldukları yerde, sürüklenip durmuşlar akşamdan sabaha korku içinde. Yaşlı babamın üzerine bir battaniye verdim, sardım üşüttüm hasta olmasın diye, sonra da tek başına sabaha kadar mücadele ettim dev dalgalarla diyor batmayıp kurtulalım diye. Toprağı öpmüş tabii karaya ayak basar basmaz. Bayağı bayağı dizlerini kırmış, eğilmiş yere. Nasıl bildi baban diyorum fırtınanın kopacağını. Ta ilerde, gökyüzünde, enine doğru ince bir çizgi görmüş. İşte o çizginin gelmesi çok ani olmuş. Tecrübe bazen çok şey demektir insan hayatında. Aydın’ın babası görebilmiş, söyleyedebilmiş ama fırtınadan kaçamamışlar. Yıllar yıllar sonra bunu bana anlatacağı varmış Aydın’ın ve benim de paylaşacağım varmış burada sizlerle. Tıpkı ilk yazımda Münevver’i görmüş kadar olmam gibi. Bir garip elçi oluyorsun hayat yolunda. Vesilelerle yönünü bulmaya çalışıyorum bende. O yüzden her çağrıldığım şehre gidiyorum muhakkak. Merak ediyorum ne olacak, hayat neler anlatacak diye. Aydın’ın hikayeleriyse bitmez, bir Melville çıktı içimden onu dinledikçe. Birkaç deniz, birkaç ada hikayesine konu olacaklar onlar bundan böyle.
AYAZMA ve AKVARYUM KOYUNDAKİ TOPLU VİLLALAR :
Ayazma’nın kelime anlamını araştırıyorum internette. Ayaz kelimesinden türetilen sözcük ”Ayazma”ya dönüştüğünde hem soğuk su kaynağı hem de çardak ve serinlenilen yer anlamına geliyormuş. Ayrıca Ortodoks Hıristiyanlarınca kutsal sayılan kaynak veya pınarlara da verilen ismmiş. Bir de İstanbul’un Fatih ilçesindeki Fatih Camii içindeki çeşmenin de ayazma çeşmesi olduğu dolayısıyla da bir mucizesi olduğu düşünülüyormuş(kaynağım vikipedi). Bana gelince sadece iki defa parmağımı sokabildim denizinin içine. Onda da ayak parmaklarım seni reddederiz dediler isyan halinde hem de önlem olsun diye, bu suya girip de onları üşütürüm diye. Çıkabilecek ve bastırılması güç bir iç isyana karşı ben hep gelip baktım uzaktan. Çift akıntılı denizi izledim kah, kah güneşi batırdım denize. Ama öyle de güzel batıyor ki o güneş o denize, aklın durur böyle bak dur ben gibi hiç gerek yok bir damla bile içkiye.
Koreli Restorandan izliyorum bir gün güneşin batışını. Önümdeki masaya geliyor o. İçimden geçiyor muhakkak bir karenin içinde olması gerek diye. Sonra dönüyor ve göz göze geliyoruz. Gök mavisiydi gözleri, hırçındı mizacı. İzlemeye gelmiş manzarayı. Bir paket sigara ve bir şişe biraydı masa arkadaşları.
Akvaryum koyuna yaptırılmakta olan yaklaşık yirmi beş villa umuyoruz ki başka başka villaların, şantiyelerin önünü açmayacak, Türkiye’de köyü olmayan tek ilçenin bakirliğini bozmak yolunda kazulet bir örnek teşkil etmeyecektir. Umuyoruz. Ben değil sırf, tüm Ada halkı için dileğimdir bu. Adalılarınsa endişesi. Kurumsal çalışan araştırmacı gazeteci kimliğim olmadığından benim yazabileceklerim ve ulaşabileceğim insan sayısı son derece sınırlı, elimden gelense bu kadar. Kapatılan Taksim Parkı geliyor bir anda gözümün önüne. Hepimiz tek partili olamayız a canlar. Olmayalım da. Kabuslardan uyanamayız sonra bir daha. Ama kim olursak olalım, nerede olursak olalım yeşil alan olmadan yaşayamayız. Taştan tuğladan zindanların içine tıkılarak mutlu olunamadığını da gördük. Mutluluğu ararken mutluluğun ne olduğunu sormalı insan kendi kendine. Nedir mutluluk? Belki sevenlerin için güzel bir cenaze, saygın bir isim bırakmaktır geride mutluluk. Hüseyin Kağıt değil de Fazıl Say’ın sahne aldığı bir törendir bu, mesela. Mesela Genco Erkal ”Yaşamaya Dair” diyecektir ve bir başka Sürgün’ün sesinden seslenecektir. Mesela mesela Bozcaada masal gibi bir Adaymış kendi çapında yaşayıp giden. Bozmayın onu da, etmeyin sürgün asla. Sakın ha.
Bir Cevap Yazın