GENIUS
“Eski çağları düşündüm de, atalarımız eskilerde gece olunca ateşin etrafında toplanırmış ve kurtlar da gecenin karanlığında, yıldızların altında ulurmuş. Bir insan çıkıp konuşurmuş. Bir hikaye anlatır, böylece diğerlerinin karanlıktan korkmamasını sağlarmış.” Maxwell Perkins
“Bizler olmak istediğimiz karakterler değiliz. Bizler halihazırda olduğumuz karakterleriz.” Thomas Wolfe
Amerikan edebiyat dünyasında geniş çevrelerce çokça bilinen ve önemsenen Charles Scribner’s Sons’ın editörü Maxwell Perkins’in, Hemingway ve Fitzgerald’dan sonra aniden çıkıp geliveren dahi ve taptaze yazarı Thomas Wolfe ile zamanla oluşan dostluğunun ve onu edebiyat dünyasına kazandırma serüveninin anlatıldığı, iyi oyuncular ve iyi oyunculuklarla bezeli, sırtlandığı otuzların ruhu, caz kulüpleri ve hepsi birbirinden efsane yazar ve sanat dünyasının önemli isimlerinin beyazperdeye aktarılmasıyla büründüğü karanlık atmosferden sıyrılarak renklenen, en önemlisi editörlük mesleğine bir de içerden bakmamızı sağlayan, uyarlandığı ödüllü kitaptan iyi bir senaryoyla sıyrılmayı ise başardığını düşündüğüm ama her şeyden önce kitap kurtlarına ve edebiyat camiasına daha çok hitap edeceğini tahmin ettiğim bir film geldi bir anda ve ağustos ayının kurtarıcılarından oluverdi son anda. Eğer gücünüz yeterse benim yerime en az üç nokta koyun bu paragrafı daha anlaşılır kılmak için, olmaz mı? Ve evet etrafta çok fazla anlamsız film var ve Maxwell Perkins’in dediği gibi dünyanın şairlere ihtiyacı var. Ve eklemem gerekiyor dünyanın iyi filmlere de ihtiyacı var ve arada bir de olsa karşılaşınca çok mutlu oluyor insan. Hayatta en gerekli şey mutluluk iken ve çoğunluk gibi mutsuz ve huzursuzken, sonu kötü biten masalların bile güzel tarafları olduğunu bilip anlarla yetinebilmenin ve bir yazarın ağzından sanki yaşıyormuşçasına duyduğum büyülü satırların coşkusuyla yaşamak istiyorum film bittikten hemen sonra. Ne olur ve lütfen James Joyce kadar başarılı bulunan Wolfe’un kitapları çevrilsin bir an önce Türkçeye. Aynen şöyle ve şu kadar web’den çalmış olduğum Wolfe’tan satırlar:
“… bir taş, bir yaprak, yitik bir kapı; bir taş, bir yaprak, bir kapı ve tüm unutulmuş yüzler.
Biz bu sürgüne çıplak ve yalnız geldik. karanlık rahminde anamızın yüzünü göremedik; hapsolduğumuz etinden kurtulup bu dünyada kelimelerle anlatılmayan hücre hapsine mahkum olduk.
Hangimiz erkek kardeşini tanıyabildi? Hangimiz babasının yüreğinin içine bakabildi? Hangimiz sonsuza dek hücre hapsine mahkum olmadı? Hangimiz sonsuza dek bir yabancı ve yalnız değiliz?”
Bu satırların da içerisinde yer aldığı tuğla gibi kalın kitap ilk haliyle Max’in önüne geldiğinde kendisi Hemingway’in “Silahlara Veda” adlı romanını redakte etmekle meşguldür. Güzel değil ama eşsiz sıfatı kullanılmıştır Wolfe’un kitabı için. Puslu ve yağmurlu bir New York’ta onun ne düşündüğünü öğrenmek için sabırsızlanan metnin sahibiyse yağan yağmura aldırmaksızın bir cevap almanın sabırsızlığıyla beklemektedir insan selinin ortasında. Max’e gelince aynı akşam, iş dönüşünde eline aldığı ve trende okumaya başladığı satırları okumaktan kendini alamaz olur bundan sonra bulduğu her fırsatta. Bir dehayla karşılaştığını anlamasıysa çok zamanını almaz. İyi kitapları okuyucularla buluşturmaktır ne de olsa görevi. İş icabı başlayan dostluklarına aile bireyleri de dahil olur zamanla. Beş kız babası Max’in hiç sahip olamadığı oğludur Tom bundan sonra. Tom içinse yirmi iki yaşında kaybettiği ve “Zamana ve Nehre Dair” adlı romanının adını koyarken bile bahsi geçen nehrin aslında babasını çağrıştırdığından ötürü bu ismi vermek istediğini söylediği babasıdır Max. Uğruna eşini, çocuklarını kısacası ailesini ve işini terk eden, itibarından da vazgeçen Aline Bernstein bile, Wolfe’dan, kendisine ayırmasını istediği uzun ve düzensiz çalışma saatlerini çalmayı başaramaz. Ne de Max’in eşi ve kızları o derece maharetli çıkarlar. Ve nihayet kitabın editoryal çalışması bitip de basıma hazır hale geldiğinde bütün o kavgalar, çekişmeler unutulur ve masanın üzerinde paketlenmiş haliyle içerisinde saatli bir bomba varmışçasına bir doğumgünü pastasına benzer haliyle kitap durmaktadır öylece. Bir kitabın hangi sancılarla ortaya çıktığına tanık oluruz. Acı, karşılıklı ya da ayrı ayrı sinir krizleri, gerginlik ve gözyaşı, vazgeçiş, soyutlanma, kopuş, yabancılaşma, umut, beğenilme arzusu, takdir görme arzusu, para kazanma gereksinimi, uykusuz geceleri birbirine bağlayan uykusuz gündüzler, vs.
Fitzgerald, Max’in işyerine uğradığında içinde bulunduğu sıkıntılı çaresizlikten ötürü Hollywood’a dönme isteğini Max’e söyler. Max bunun iyi bir fikir olmadığını ve onun bir yazar olduğunu söylemesiyle, Fitzgerald’ın bunu sadece para için yaptığını ve iyi ve yetenekli bir yazar için Hollywood’un düşüş olduğunu kavrarız. Kelimelerin ağırlığının yanında, görselliğin kitlelere ulaşan tatlı akışkanlığı ve ikinci plandaki senaryo değersizdir Max gibi bir editörün gözünde. Ve evet öyledir, kısmen.
Kitap, eleştirmenlerce beğenildikten çok da uzun olmayan bir süre sonra 5000 sayfa, yani tam dört kasa el yazmasıyla döner Wolfe sahalara ama ilk önce Max’in çalışma odasına. Yazmak tutkusuyla karşı karşıya kalır insan bir anda. Yazmak ve yaratmak. Wolfe’un takma bir isimle yazdığı otobiyografik romanlarının bir başka özelliğidir çok uzun olmaları. Writer’s block’un kapısına hiçbir zaman dayanmadığı yazar, hiç durmadan bir şeyler karalar durur. Küçücük apartman dairesindeki buzdolabının üstünü bile yazı masası olarak kullanır yeri geldiğinde. Max ona dur demese sonsuza kadar yazacakmış gibi bir hali vardır. Saraya tutulmuş gibi yazar ya da sanrılar tarafından kovalanıyormuşçasına. Fitzgerald’larla akşam yemeğine davet edildiğindeki küstah ve kibirli tavrı, yemeğe alkollü gelmesi, çok çaresiz görünen Zelda’nın zerre umrunda olmaması, zaten yeni hastaneden çıkmış ve elktro şok tedavisi görmüş ve beyni pelteye dönmüş kadını ürkütmesi, Max’le olan dostluklarını zedeler. Max onu zalimlikle suçlar. Fakat bilmez ki genç dostunun hayatının otuz sekizinci doğumgününe on sekiz gün kala sona ereceğini. İçgüdüsel bir tezlikle yazmaktadr Wolfe. Her zerresiyle, her anıyla, bir daha hiç yazamayacağı malum olmuşçasına romanlar, daha kısa romanlar, bir sürü hikayeler yazar durur. Hep telaşlı, hep gürültülü, hep tantanalı bir şekilde hareket edip, konuşur, ve yazar. Böyle bir yaşam enerjisi olan adam elbette daha mütevazi ve durgun bir hayatı olan Max’i derinden etkilemeyi çok kolaylıkla başarır. Bir daha onun gibi bir yazarın karşısına çıkma ihtimalinin olamayacağının bilincinde olan Max’se, bir yandan da Aline Bernstein’ın ve Hemingway’in sözlerini önemsemeden duramaz. Hemingway onun için değişik bir idrak ve hayal yeteneği var der. Bu arada bu seçilmiş kalemlerden Hemingway ilerleyen yaşında tüfekle kendini vuruyor, Fitzgerald kalp krizi geçirmiş olmakla beraber daha çok unutulmaktan, son olarak Wolfe’sa beyin tüberkülozu dolayısıyla oluşan çoklu tümörler yüzünden ölüyor. Üstelik yaşamı boyunca takip ettiği babasının da öldüğü hastanede, aynı koridorun az ilerisinde. Ve ne yaparsan yap ölüyorsun işte. Babanın izinden gitsen de gitmesen de, dünyada senin yazdıklarını okumak için heveslenen milyon tane hayran olsa bile, ölüyorsun ölüyorsun, ölüyoruz ölüyoruz. Dünya saatiyle bir kez, bilmediğimiz şekillerde defalarca kez ölüyoruz belki de. Ölmeden önce vakti ve duygularını kağıda dökerek ifade edebilenler içinse son mektubu kime yazdığın çok önemli belki de. Tom bunun için Max’i seçiyor ve beynindeki tümörlere rağmen başucuna gelen hemşireden istediği kağıt kalemle yazdıklarının hastaneden postaya verilmesini sağlıyor son bir gayretle.
Sevgili Max,
İçimden geldi. Bu cümleleri senin için yazmak istedim. Uzun bir yola çıktım ve çok tuhaf bir yerde bulundum ve bana yaklaşmakta olan karanlık bir adam gördüm. Ondan çok fazla korktuğumu söyleyemem. Fakat, delicesine yaşamak istiyorum. Seni tekrar görmek istiyorum. Sana asla söyleyemediğim şeyler için, yapmam gereken bütün işler için. İçimde büyük bir pişmanlık ve ızdırap var. Hayata açılmış bir pencereymişim gibi hissediyorum. Ve bunun üstesinden gelirsem, umarım daha iyi bir adam olacağım ve seninle yaşayabileceğim. Fakat hepsinden öte, ne olursa olsun, tüm söylemek istediğim, botta tanıştığımızdaki gibi, o kasım gününde olduğu gibi, binanın tepesine çıktığımız zamanki gibi ve bütün tuhaflıkların, zaferlerin ve hayatın gücünün ayaklarımızın altında olduğu an gibi, seni hep hissedeceğim.
Her daim saygılarımla,
Tom.
Bu gördüğüm ve duyduğum en zarif ve en şık veda olmuştur. Wolfe, Max aracılığıyla dünyaya son bir gayretle ve kendi tarzıyla yani yazısıyla mesajını göndermiştir giderayak. Bir filmin en azından benim içimde çağrıştırdığı o yazarı okumalıyım dürtüsü, o filmin bir gücü olduğunun açık ara göstergesidir. Kopyalar asıllarını, asıllar tarihi, sinema sahiplerini yaşatır. Bu dünyadan çok önemli eserler vererek ayrılmış, uzak kıtadan ve okyanus ötesinden bir yazarı hatırlatan ve tanımayanlara tanıtan bir deneyim için sinemanın gerçek sahipleri olan izleyiciler, Thomas Wolfe ve satırlarıyla tanışmak için çok geç kalmamışızdır umarım. Film boyunca şapkasını çıkardığı görülmeyen Max’e gelince, en nihayet Tom’un mektubunu okurken bir yandan gözyaşlarına boğulurken diğer yandan yemek masasında ya da akşamın kör karanlığında olsun bir türlü vazgeçmediği şapkasını çıkartır başından ve gözyaşlarına boğulur filmin son saniyelerinde.
İlk kitabını adadığı ve kendisinden yirmi yaş büyük sevgilisi Aline Bernstein ilişkisini bitirirken Tom’a yalnız zaman geçirmesini tembihler. Ancak bu şekilde büyüyebilecek ve bir zamanlar sahip olduklarının kıymetini anlayacaktır. Hayatı boyunca hiç yalnız kalmamıştır Tom. Kalabalık ve çok kardeşli bir aile içinde büyümüş, derken Aline’le tanışmış, sonra da Max’i bulmuştur hayatta tek dostum dediği. Hayatta her daim sahiplenilmiş, korunup kollanmıştır. Hep kahramanlarıyla vakit geçirdiğinden olsa gerek, tek başına kaldığında nasıl vakit geçirdiğini görmesi gerekmektedir. Fakat tüm bu yalnızlıklar ve daha da bir çok şey için Tom’un vakti tükenmektedir yazık ki. Demek yalnızlığı çok beceremeyecektir Tom. Günümüz yazarlarından Karl Ove Knausgaard’ın altı ciltlik Kavgam serisinde yazdığı kendi hayatıyla Thomas Wolfe’un izinden gittiğini düşündüm bir anda. Hiç olmazsa onun kitapları çevriliyor dilimize azar azar.
Bir Cevap Yazın