YUNANİSTAN, BEŞİNCİ VE SON BÖLÜM : GİRİT
“Hiçbir şey ummuyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum; özgürüm.” Giritli Alexis Zorba
Hepten katılıyorum delifişek Zorba’ya. Bu özgürlükten ötürü de gezi yazımın son bölümünü bir süre ara verdikten sonra yazabiliyorum ancak. Tek nedenim bu öyle mi? Değil; çünkü karşılıklı zaman sorunumuz olduğunu düşünmüyorum. Neden? Çünkü bir türlü tamamına eremediğimden ve hep bir şeylerin eksik kaldığını düşündüğümden, ayrıca ekranları başında o kadar da hevesli bir okuyucu kitlesi göremediğimden, tembellikten ve öldürmek, bayıltmak ve cinnet getirtmek için gelen sıcak sıcak çok sıcak havalar yüzünden bir klimanın altından diğerine çaresizlikler içerisinde koşuşturmam yüzünden, aklımı tam anlamıyla toplayamayıp, konsantre olamadığımdan ve üzerine de bir ufak Çeşme turu yapmış ve dağılmış olmamdan ötürü belki de ama nihayet karşınızdayım, buradayım, gitmedim hiçbir yere. Sizler de oturun oturduğunuz yerde ki, başlayalım bir güzel Akdeniz’in beşinci, Yunanistan’ın en büyük adasını gezmeye.
Gemi Hanya’ya ve dolaysıyla limana yaklaştığında ilk inenlerden oluyorum ve bunu koşa koşa yapıyorum. Gemi hayatı, kalabalık, insanlara şirin gözükmeye çalışmamak ve bu hususta ısrarcı olmak, gemi kaptanının yaptığı anonslarda belirttiği üzere kuzeyden sert esen rüzgarlarla sallana sallana gittiğin kamaranda gece on bir’den sabah saat üç’e kadar bitişik komşundaki şiddetli kavgayı dinlemek yıldırdığından olsa gerek canımı zor atıyorum karaya. Çiftler bazen birbirlerini mahvetmek üzere bir araya geliyorlar sanki. Dört saat boyunca önce bağırıp çağırıp sonra kah ağlayıp kah tuhaf sesler çıkartarak tatillerini kendilerine, uyumam gereken saatleri bana zehir eden çift geliyor aklıma. Farsça konuşuyorlardı pardon bağırıyorlardı ve anlamadığım bir lisan da olsa tek bildiğim hiç durmadan birbirlerini suçlayıp durduklarıydı. Yoksa insan dört saat ne diye bağırır? Sayelerinde öfkeyle kalkıyorum yataktan. Onlar bağırdı çağırdı sakinleşti, ben dinledim durdum, hiç uyumadım. Hem uykusuz, hem aksi, hem mutsuz hem de aptal gibiyim şimdi. Ne bir planım var ne de programım. Gemiden ilk fırlayan bu yüzden ben oluyorum. Hanya’ya gitmek üzere kalkan otobüsler var. Bir otobüs dolusu İranlıyla gideceğiz Hanya’ya eğer binmeyi başarabilirlerse. Çok şaşkın hareket ediyorlar, kalabalıklıkları onları geveze ve zevzek yaptığından kendilerinden başkasını düşünmüyorlar, otobüs onların kararsızlığından hemen kalkamıyor, şoför ya sabır çekiyor ve kadınlar her zamanki gibi erken kalkmış, uzun uzun makyaj yapmışlar.
Yol aldıkça dikkatim dağılmaya başlıyor. Evlere, balkonlarına, mimariye, yollarda ve trafikte gördüğüm insanlara bakıyorum. Bir ada değil de bir şehirdeyim sanki. Hem de çok kalabalık bir şehir. Kazancakis’in ‘Zorba’sının ruhunu bulmak için boş yere umut etmemeye karar veriyorum. O zamandan bu zamana köprünün altından çok sular akmış. Hayat filozofu bir yol arkadaşı bulmanın imkansızlığından belki de sığınmak zorunda kaldım Kazancakis’in romanına. Gülten Akın’dan Kazancakis’e geçişim şaşırtmasın lütfen sizi. Ben böyleyim daldan dala konarım. Duraklarda kısa süreliğine konaklarım. Yaradılışımdandır içimdeki huzursuzluk, kim bilir?
Limandan kalkmış olan otobüsten indiğimizde ancak Hanya’ya geldiğimi idrak ediyorum. Göz aşinalığım olan herkesten uzaklaşıyorum bile isteye ve de seve seve. Kuzey ülkelerinden gelen çok yoğun bir nüfus sarıyor bir süre sonra etrafımı. Bir yerin yerlisini bulmanın ne zor şey olduğunu hatırlatıyor insana, hele ki büyük şehirlerde. Köylerine gitmek gerekiyor ne yapıp edip. Ne sezgilerine göre hareket eden Zorba’yı, ne de atalarımın izini bulabileceğim anlaşılıyor iyice, bu garip kalabalığın içinde. “Burada olmamın bir nedeni olması gerekiyordu ama” diyorum kendi kendime. Düşünüyorum içimden sessiz bir hayvan gibi. İçim içimi yiyor oluyor liman kısmına geldiğimde. Doğu’nun Venedik’i, bana, İstanbul’un ve Boğazlar’ın eski zamanlarının fotoğraflarını anımsatıyor. Yüzyıllar öncesinin ruhu sinmiş taş binalara. Dokuysa bu bölgede korunabilmiş bozulmadan. Denize nazır restoranlar ve kafelerde bunu bozamamış. Tanca’da oturmuş ilham kovalayan şairler, yazarlar geliyor gözümün önüne. Bir sürü ruh dolaşıyor çevremde. Fotoğraf çekme telaşım çok anlamsız geliyor. Bir kafeye oturup, Yunan kahvesi söylüyorum. Hava kapalı ve yağmur gelebilir her an için. Olsun diyorum, yağsın üzerime. Belki susamıştır şairin dili. Yazamaz olduğundan artık, bir damla su iyi gelecektir kendisine. Belki de Hanya’yı görmek iyi gelecektir ona, Konya’yı görmüşken defalarca. Hanya’nın kelime anlamına bakıyorum ilk defa. Rumca “hanlar” demekmiş. Hanlar, hamamlar belki de, bir deniz feneri ileride, Küçük Hasan Paşa Camisiyse hemen köşede, tarihi Hanya Limanı içerisinde. Çarşısında bulunan Katolik Kilisesi’ne komşu Folklor Müzesini bir çırpıda geziyorum vaktim yettiğince. Fotoğraflar, albümler, mutfak eşyaları, dönemin yöresel kıyafetleriyle bezenmiş odalar. Bir sürü detay kaplıyor etrafımı. Penceresindeyse kilise manzarası. İki euro’da müze parası.
Ara sokaklarından garajına varıyorum ve gidiş dönüş olmak üzere Resmo’ya biletimi alıyorum. Bir saatte Girit’in bir idari bölümünden diğerine gidiyorum en ön koltukta. Yol arkadaşım üç yaşlarında İsveçli sarışın bir minik olacakken şoför uyarıyor derhal anne ve babasını çocuklar ön koltukta oturamaz diye. Halbuki uslu uslu oturmuştu yanıma çitlembik, mavi gözleriyle de benimle iyi anlaşmak isteğinin tedbirli ve utangaç bakışlarını atmıştı hemen alttan alta. Ama olmadı işte. Annesi bağlandığı koltuktan emniyet kemerini çözerek kurtardı onu. Onun yerine kendini kurtaracak kadar İngilizcesi olmayan bir güvenlik görevlisiyle geldim Resmo’ya. O da sarışındı. Üç yaşındaki ilk ve kısa süreli yol arkadaşımdan da 40 yıl ve on dakika fazla oturdu yanımda. Bense neden Resmo’ya gidiyorum diye sordum durdum kendi kendime bu bir saat süresince. Sonra da koşa koşa önce ara sokaklarından birkaç fotoğraf çeke çeke, sonra da deniz tarafında balıkçılar, iç kesimde oteller ve pansiyonlar barındıran ve bir de kale yolu olan viyadüklü yoldan indim nihayet düzlüğe. Bozcaada Ayazma’dan geçtim, Foça’ya indim bir anda. Eski Foça ama. Yenisi taş yığını ne de olsa. Fakat Eski Foça’dan çok daha şirin bir yermiş burası. Fırsat bulursam balık yemeye çalışacağım bir saat filan ayırıp. Kalabalık masalarda şaraplar içiliyor keyifle, şarkılar söylüyor insanlar. Aklım kalıyor bir an. Lindos kadar olmasa da daracık sokakları olan eski şehrine giriyorum ve burası bir şekilde çok çok hoş bir kıyı kasabası havası taşıdığından ve Hanya ne kadar büyük bir şehre benziyorsa, burası da tam aksine şirin bir cennet olduğundan olsa gerek ummadığınız bir kalabalık tarafından karşılanıyorsunuz içerilerde de. Fakat çok hoş doğrusu. Bol bol tahta kaşık satıyorlar dükkanlarda,; Poseidon’un üç uçlu mızrağı misali büyük tahta çatallar, kepçeler, boy boy kaşıklar… İnsanlar her yerde dolaylı yollardan aş derdinde. Hayat böyle.
Resmo’ya beraber seyahat edemediğim ufaklık çıkıyor karşıma, yolda ve kök söktürüyor babasına gelmeyeceğim, gitmeyeceğim hatta durmayacağım diye. Asfalta tutkalla yapışmış gibi. Babası kımıldatamıyor yerinden. Sarı damar. Babası sabırlı davranıyor onun huysuzluğu karşısında. Bir de o siyah çoraplar dizine kadar, o kadar komik görünüyorlar ki yan yana. Kızlar babalarını bir tarafa çekiştirip dururlar yaşamları boyunca. Büyüyünce dertler azalacak, çekiştirmeler bitecek sanmasın bütün o kız babaları. Şiddetlenerek artacaktır, buna emin olun. İki kız babası benimki de. Oradan biliyorum ve söyleyebiliyorum sonsuz bir güvenle.
“Bir sürü dükkan, bir o kadar insan, pek az kedi ve köpek sahipsiz dolaşan
Denizde dalga, güneş nihayet yukarıda, bir kadeh şarap yuvarlamalı biraz vakit bulunca.
Bir kadeh şarap, biraz da kalamar, aperatif olarak kalamata bunlardan başka
Masalar doldukça, garsonlar koşturup durdukça, alkol şişede durduğu gibi durmadığından, keyfim geliyor bak en sonunda.”
Paylaştığım bu saçmalığı yazarken ne düşündüm bilmiyorum ama not etmiş olduğumdan illaki, biraz da birkaç satır fazla olsun diye belki, bazen de insanın kafasının içindeki en ahmakça düşüncelerini ve en gamsız anlarını paylaşması gerektiğine olan inancımdan ötürü biraz da paylaşmış bulunuyorum bu satırları. Daha da ne diyeyim size? Portishead’den SOS’i dinliyorum bir yandan. “Çok güzeldi, çok iyiydi.” diyor. Yani bir zamanlar öyle imiş. Şimdiyse ulaşmaya çalışsa da aklını kapatan bir sevgili var. Beth Gibbons’sa parçanın ruhunu değiştirmiş karizmatik sesi ve tarzıyla.
Kazancakis’in romanı “Zorba”dan yaptığım alıntıyı ne kadar uygulayabiliyorum hayatımda diye düşünüyorum ve hemen akabinde paylaşıyorum şimdi burada dürüstçe. Katılmak ve onaylamak başka yaşam felsefesi yapıp uygulamaksa bambaşka olan bir durum bu aslında. Ben mesela bir çok şey umuyorum hayattan aksini söylesem de, medet umuyorum en çok biçare kulundan. Kendim için bir sürü şey istiyorum bunu açıkça söyleyemiyorum yalnızca. Hiçbir şeyden korkmuyorum diyordum ya, çok şeyden korkuyorum aslında. Korkum güvensizliğimden en fazla. Kimseye güvenmiyorum mesela. Herkes haindir çıkarları doğrultusunda, ben de dahilim bu gruba. Bir gün bir canlı bombaya tesadüf etmekten ve zerrelerimin duvarlara yapışmasından ve bir kefeni bile dolduramamaktan, ayrıca trafikte seyir halindeyken kaza yapmaktan ya da kazanın gelip beni bulmasından ve arabanın camının gelip de boynumu koparmasından ve bu sefer de dikilmediğim takdirde tek parça olarak kefene girememekten, bir manyağın bana takıp enseme kurşun sıkmasından ki bu sefer de yüzümün bütünlüğü bozulacak ve yine kefene yakışmayacağımdan, garip saatlerde eve dönerken ya da yurtdışında ıssız ara sokaklarda, mezarlıklarda derinleştim derinleşeceğim diye dalgın dalgın gezinirken bir tecavüzcünün hedefi olmaktan, yobazın fesadından, söylediklerimden ve söyleyemediklerimden ve daha da sayıp moralinizi bozacağını bildiğim birçok şeyden ödüm patlarken hani korkmuyordum hiçbir şeyden! Özgürlükse bu dünyada canlı kalmış, nefes alan son yakın hısım akrabanın da ölümüyle gerçekleşecek bir durum olduğundan şu an için mümkün gözükmüyor eğer ben elimi kana bulamazsam. Ve bu dünyada hele ki bu ülkede özgürlüğünü kısıtlayan şeyden bol bir şey olmadığı bilindiğinden demek ki özgür bile değilmişim.Ben çok yanlış anlamışım hayatı, çok geç anladım. Bundan sonra Zorba var elimde tekrar okuyacağım. Belki Kazancakis’tir o hep aradığım hayat filozofu hayat ve yol arkadaşım.
”Hepimiz bir yerlerde hayatlarımızın canına okuyoruz azar azar ya da bulunuyor o hayatların canına okumaya meraklılar. ”
Girit bu kadar kısa mı sürdü??
BeğenBeğen
En büyük adaya sayılı saatler verdiler.
BeğenBeğen
Bir hafta gezseniz bitmeyecek bir ada. Sayılı saatlerde bir bakıyorsunuz ancak.
BeğenLiked by 1 kişi
Doğrudur, belki bir dahaki sefere, daha uzun bir zamanda ☺️
BeğenBeğen