LOUDER THAN BOMBS / SESSİZ ÇIĞLIK
“Bilgelik her yaşta vardır.”
“Yaşlandıkça vücudundan şüphe duyuyorsun.” Gene
“Buraya geldiğim için mutluyum. İyi geldi. Hala bir şeylere karşı tutku hissedebileceğimi hissettim.” Isabelle
Norveçli yönetmen Joachim Trier’nin Amerikalı oyuncular ve Isabelle Huppert’i de dahil ederek ilk defaya mahsus İngilizce olarak çektiği filminde, yönetmenin sinemasını takip eden izleyicileri için son derece tanıdık, varoluşçu temalar içeriyor bu iki saate yakın süren deneyim. Kendilerini sorgulayan karakterlerin, sıkıntılı geçiş dönemlerini anlatan yönetmen yakın plan yüz çekimlerinde kamerasını sabitliyor olası bir anlam arayışı içerisinde. Yüzler anlatıyor merakı, şaşkınlığı, keşfi, çaresizliği, duyarsızlığa bir tepkiyi ve hiçliği. Filmin ilk saniyelerinde yeni dünyaya gelen kızını kucağına almış genç bir babanın onunla gayri resmi yollardan tanışmasına şahit oluyoruz. Minicik ellerini tutuyor kızının. Isabelle açılmamış gözleriyle kendi dünyasında yaşarken, babasının onunla baş etme egzersizleri yapıyor oluşundan habersiz, bilincine henüz varamadığı zaman kavramından bağımsız içgüdüleriyle yaşıyor sadece. Hastane odasındaki genç eşinin alnına teşekkür amaçlı bir öpücük konduran Jonah, yiyecek almak üzere odadan çıkıyor ve bir süre dönmüyor. Filmin genel temaları ve yaşanacaklar üzerine ilk ipuçlarını da vermiş oluyor böylelikle filmin ilk sahneleri. Aile için bir araya gelmeyi, kendini kendi ailene ait hissetmenin bile çoğu zaman ne kadar güç olabileceğini, doğumu ve ölümü, soyutlanmayı ve kaçışı en nihayet de bırakışı anlatıyor film. Jonah iki sene önce bir trafik kazasında ölen dünyanın başarılı kadın fotoğrafçılarından biri olan Isabelle’in büyük oğlu. Ailenin yeni doğmuş ilk çocuklarına Isabelle adını koymaları buradan geliyor. Conrad yaşının avantajından, daha da bilmediğimiz bir sürü nedenden ötürü yas sürecini daha kolay atlatmışa benziyor. Evli ve çalışıyor. Bundan sonra da bir kız babası aynı zamanda. Babasıyla beraber yaşayan ama ölmüş annesi bir saniye bile gözünün önünden gitmeyen küçük kardeşi Conrad içinse aynı şeyleri söylemek mümkün değil yazık ki. Sancılı bir geçiş dönemi Conrad’ın baş etmeye çalıştığı. O bir ergen aynı zamanda. Silindir gibi ezip geçmiş onu bu beklenmeyen kayıp. Fiziksel olarak Jonah annesine benzese de, depresif halleri ve sanatçı kişiliğiyle Conrad tam manasıyla annesinin mirası. Kulaklıklarıyla duvarlar örüyor çevresiyle arasına. Tek başına yapılan şeylerle meşgul oluyor. Video oyunları oynuyor saatlerce. Başka bir dünyada ona dünyanın dertlerini unutturacak bir liman sanki bu sığındığı sanal alem. Babasıyla da iletişim kurmayı reddediyor. Kendini zar zor taşıyormuş gibi görünüyor dışarıdan. Kambur yürüyor ve insanların yanından ruh gibi geçiyor. İçine kapanık bir çocuk olan Conrad, annesini özleyen bir çocuk olarak yaşamayı seçiyor. Liseye gidiyor ama okulda da iletişim kopukluğu yaşıyor. Tek bir erkek arkadaşı, bir de hoşlandığı aynı sınıftan bir kız var. Abisi Jonah keşfediyor ilk önce ondaki yeteneği. Ne de olsa sanatçı bir ailenin çocukları ikisi de. Kendisi sosyoloji üzerine uzmanlaşırken, evin küçük çocuğunun içindeki yazma kabiliyeti ve paylaşamadığı acısından ötürü taşıdığı derin düşüncelerden ötürü özgürleşemediğini düşünse de koruma içgüdüsüyle kendini gizlemesi gerektiğini öğütlüyor küçük kardeşine. Annesinin sesiyle irkilerek uyandığı sabahlar oluyor Conrad’ın. Ve kimi zaman başını onun omzuna dayıyor. Ve yönetmen çocuğun anne özlemini ve yokluğundaki hiç gitmeyen varlığını ve dindiremediği özlemini çok güzel yansıtıyor beyazperdeye.


Filmde olaylar aile bireylerinin farklı bakış açılarından ele alınıyor. Burada da filmin başarılı ve eşine az rastlanır kurgusu devreye giriyor. Detaylara odaklanıyor yönetmen. Kamera Isabelle’i canlandıran Isabelle Huppert’in karakteristik yüzüne odaklanıyor uzun uzun. Yakın plan çekimlerdeki oyuncuların abartısız mimikleri çok şey anlatıyor bizlere. İç sesler konuşuyor kimi zaman. Bazen de bir kitaptan okunan bölümlerle, Conrad’ın iç sesi, düşünceleri karışıyor birbirine ve içiçe geçiyorlar zamandan bağımsız. Bu bile gözlerinin nemlenmesine neden olabiliyor Conrad’ın ve bizler onun gizlediği mütevazi gözyaşlarına şahit oluyoruz. Hoşlandığı kız sarhoş olup çişini yaparken, bir yol bulup ayakkabısının altından akan sıvıyla beraber Conrad da tutamadığı gözyaşlarını döküyor usulca. Ağladıkça açılıyor ve sıyrılıyor azar azar depresyonundan. Nedenini anlamadığım bir şekilde Donnie Darko’yu hatırlatıyor bana kimi halleri, biraz da Robert Redford imzalı Sıradan İnsanlar’ın aynı isimli karakteri Conrad’ı. Nam-ı diğer hip hop’çı Billy Elliot…
Film bir yandan da bir savaş fotoğrafçısının hayatının ne kadar çetin geçtiğini gösteriyor bize. Yaşarken “Yüksek Riskler Altında Çekilen Unutulmaz Fotoğraflar” ödülünü alıyor Isabelle. Vikipedice tasdiklenmiş bir başarı meslek hayatı. Öldüğünde elli yedi yaşında olduğunu öğreniyoruz ve de kocasına sadık kalmadığını. İşinin acımasızlığının ve onu ülkeden ülkeye sürükleyişinin yanısıra, geride bıraktığı boşluğun çok da kolay bir şekilde doldurulduğunu fark ediyor ve bunda acımasız bir şeyler görüyor. İki farklı hayatı aynı bedende ve zihinle yaşıyor sanki. Döndüğünde evine alışamayan Isabelle, gittiğindeyse evini özlüyor. Gördüğü bir sürü acı ve ölümden sonra sabırsızlık içinde dönmek istediği yuvasına bir an önce kavuşabilmek için aktarmalı uçaklarla uçuyor günlerce. Havayollarını mesken tutuyor kimi zaman. Döndüğündeyse tek yapmak istediği uyumak olurken, uyandığında kaçırdığı bir zaman var geride kalan ve bu zaman zarfında olanlar onu daha çok yabancılaştırıyor evine ve ailesine. Aradan geçen bir ay bile olsa, bu kısacık zaman zarfında çok şeyi değişmiş buluyor. O ise hala daha kendini yolda hissetmektedir. Şimdi bulunduğu yerde bir yanlışlık vardır. Ailesi orada olmasını istemediğinden değil, ona ihtiyaç duymamalarındandır bu yanlışlık ve o da ölümü yolda kucaklar ve bunun bir tercih olduğunu öğreniriz. Isabelle bildiği ve tanıdık bir ölümü seçmiştir.
Isabelle intiharının sinyallerini kocasına veriyor aslında, anlattığı rüyadan sonraki konuşmasıyla. Bir şeyin onu yok edeceğini ve hayatının bir daha asla eskisi gibi olmayacağı hissinin açmazından kurtulamıyor bir türlü. Kocası da onun bir gün gideceği ve bir daha da dönmeyeceği korkusunu taşıyor. Burada Isabelle’in kurtulamadığı kendisi ve hiç geçmeyen melankolisi. Kocasıysa beraber bir geleceğin imkansızlığını hissediyor içten içe. Bu yüzden bir kaza değil Isabelle’in ölümü. Bir intihar. Tıpkı daha önce kocası direksiyon başında dalmışken ve karşıdan bir araç gelirken sesini çıkartmadan ne olacak şimdi der gibi öylece bakışıyla ilk provasını yaptığı gibi. Savaş bölgelerinde, zor şartlar altında ölümü kucaklarken bir yandan, ölümü fotoğraflıyor Isabelle ve onu içten içe yiyip bitiren şey bu aslında. Kendi kendine bunu soruyor benim işim nedir diye. İnsanlar küçük kaygılarının içinde boğulurken, başka yerlerdeki daha büyük ve önemli olayları belirtmesinin önemini sorguluyor hiç durmadan. Onları örnek olarak göstermek için kullanmanın risklerini tartıp biçiyor. Normal şartlar altında insanlar fotoğraflarının çekilmesini önemsemez ve umursamazken, uygarlık kurallarının geçerli olmadığı savaş zamanlarında, bu insanları örnek göstermek için kullanmanın riskini almış oluyor üzerine. Bir yandan işini taşımanın, öte yandan bir vicdan taşımanın ağır yükü var bu kadının omuzlarında.

Eski oyuncu, şimdiyse Conrad’ın gittiği okulda ders veren iyi aile babası Gene her daim anlayışlı bir eş ve düşünceli bir baba olmuş. Karısının uzun yokluklarında kurduğu düzende çocuklarına annelerinin yokluğunu aratmamak için gayret göstermiş hep. Çok zor bir kadınla bir çeyrek yılı geçirebilmiş, kendi kariyerinin asla karısınınki kadar önemsenmeyeceğini bilerek. Isabelle’in ölümünden iki sene sonra okuldan bir sınıf arkadaşıyla gizlice flörtleşerek çıkmaya başlarken, bu defa kendi kumaşından bir kadını seçişine tanık oluyoruz. Dik başlı olmayan, kabullenmiş bir kadın, meslektaşı ve bir kolej öğretmeni. Tıpkı kendisi gibi. Ve hayat normale döndüğünde Isabelle olmadan yollarına devam ediyor baba ve oğulları.
Duygusal anlamda tatminkar bir film Louder Than Bombs. Aile kavramını sorgularken bir yandan da ergenliğin yakın zamanda bir de travma atlatmış bir bireyi ne kadar zorlayabileceğini gösteriyor. Bu rolüyle Devin Druid’i özellikle çok beğendiğimi belirtmek istiyorum. Her işini hiç üşenmeden takip edeceğim müstesna bir yönetmenle tanışmaktan ötürü de filmin benim için ayrı bir yeri olduğunu da söylemeden geçmeyeceğim. Gerçek duygular olmadan ve gerçekten duygu yoğunluğu yaşamadan bir filmi bu kadar içselleştirerek çekmenin mümkün olamayacağı ve bunun hassas bünyeli Kuzey’in solgun yüzlü çocuklarından birine mahsus bir özel durum olduğunu ve senaryosunun bana Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam’ını hatırlatmasının da az buz şey olmadığını son kez eklemek istiyorum.

Bir Cevap Yazın