RIVER
“Ben iyi bir memurum. Ama bu dünyada bu yeterli değil. Bu dünyada, senin kafa sallaman, gülümsemen ve bir bira içip “Günün nasıl geçti?” demen gerekiyor. Bu dünyada kimse farklı, garip veya hasarlı olamaz. Yoksa seni bir yere kapatırlar.” River
“Kendi deliliğinden kendine bir yol bul. Kendi kaosun içinde kendine bir düzen bul. Yoksa beni nasıl bulacaksın?” Stevie
“Dünyayı doğru dürüst göremiyorsun. Bu senin nimetin ve lanetin.”
“Neden gittiğini bilmediğin birisini, nasıl olur da bırakabilirsin?”
“Sonsuza dek yanında kalacağım
Bu loş gecenin karanlığından hiç ayrılmayacağım.
İşte burada yatacağım, sana hizmet eden böceklerin yanında sonsuza dek dinlenip uğursuz talih yıldızımın boyunduruğundan şu dünya yorgunu bedenimi kurtaracağım.
Ey gözler son kez bakın!
Kucaklayın son kez ey kollar!
Ve dudaklar, ey siz nefes kapıları, yasal bir öpüşle mühürleyin
Doyumsuz ölümle yaptığım bu süresiz anlaşmayı!
Gel, acı ölüm; gel ey rezil yol gösterici!
Sen, umutsuz kaptan, deniz tutmuş şu yorgun tekneyi
Yalçın kayalara bindiriver artık!
Sevgilime! Aşkıma!” Romeo ve Juliet / W. Shakespeare
Londra’nın doğu yakasında, yüksek binaların ışıltıları yukarıdan şehrin çehresine pırıltı verip sadece kendilerini aydınlatırken, akşamın karanlığında, İskandinav kökenli ve aynı zamanda diziye ismini veren Dedektif John River(Stellan Skarsgard), henüz ismini öğrenemediğimiz yan koltuğundaki neşeli bir kadınla arabanın içinde az evvel aldıkları hamburger ve muzlu milkshake eşliğinde radyoda çalan doksanlardan kalma klasik bir disko şarkısı “Love to love”a eşlik ediyorlar. Tatlı bir flörtleşmeyle açılıp, akabinde yaşanacak tüm travmalara, bir sürü kötülüğe karşı ilaç gibi bir başlangıç oluyor bu parça. Altı bölümlük mini dizinin son bölümü de aynı parçanın eşliğinde bitiyor ve altı bölümün tümü sona eresiye kadar yaşanan cinayetleri, intiharları ve intihar girişimlerini, sevdiği için kahrolmayı, sevdiği için ölmeyi, çok çok acılar çekmeyi, çaresiz kalmayı, gözyaşlarına boğulmayı, kayıpla baş edebilmek adına deli gibi çırpınmayı, dışlanmayı, vatanından çok uzakta tutunmaya çalışmanın ne demek olduğunu, neticesinde göçmen olmayı, yalnızlığı, tecriti, birkaç yüz pound için adam öldürecek hale gelmeyi ve daha da birçok olumsuzluğu unutturuyor bize Tina Charles’ın şarkısı. Bir şairin sözleri gibi bir diziydi River: “Mutluluk iste. Çünkü ömür dediğin bir an.” River’ın sevdiği kadın kollarındayken ya da hemen yan koltuğundayken geçirdiği kısıtlı ama kıymetli ve en önemlisi mutlu olduğu anlar kalıyor geriye. Kötülükler siliniyor, her şey geçiyor ve değişiyor, tıpkı hayat gibi.
Mavi bir Mondeo’nun peşine düşen River, arabadan inen genci takibe başlıyor Londra sokaklarında. Fakir mahallelerden geçerek nihayet, varıyoruz gencin saklandığı eve. Elli dokuz yaşındaki River sonsuz bir gayretle, nefes nefese tırmanıyor merdivenleri. Genci tam kıstırmışken, panikten ve korkudan intihar gibi bir atlayış yapıyor ve çok kat aşağıya, bir arabanın üzerine düşüyor. River’ın amiri Chrissie bu yaşanan kovalamacadan ve oğlanın ölümünden sorumlu tutuyor onu. River’sa içinden Stevie’ye ateş edilen arabanın aynısı olduğunu söylüyor mavi mondeo’nun. River, amirinin yanından ayrılırken, az evvel yan koltuğunda oturan kadınla konuşup gülüşerek terk ediyor olay mahallini ve ilk defa amiri Chrissie’nin gözünden görüyoruz ki, River tek başına yürüyor ve kendi kendine konuşuyor. Ve Stevie tekrar giriyor kadraja. Başının arkasında koca bir delikle ve saçları kendi kanına bulanmışken. Bu noktadan sonra River’ın gizemi çözülüyor yavaş yavaş. Üstlerinin isteği üzerine psikiyatriste gitmek zorunda kalıyor ve bu durumdan hoşnut olmadığını her halikarda belli ediyor. Doktorun vereceği psikolojik rapor onun meslek hayatını bitirecek ya da tam tersi. River’ın çözülmesi ve doktoruyla arasında güven bağı oluşturması bir hayli zamanını alıyor. Bu değişik vaka doktorun da ilgisini çekiyor. Hiç evlenmemiş, çocuğu olmamış, ailesinden kimsesi kalmamış River yeni iş ortağı Ira’ya itirafında tüm samimiyetiyle, yardım edemediği kimseyle konuşmadığını söylüyor. Karşı taraftan bir çıkarı, bir beklentisi yok. İnsanlarla menfaaat üzerine dayalı bir ilişkisi de yok. Hiç almıyor, kendince koşulsuz verenlerden River. Bu onu tüm içe dönüklüğü, gariplikleri ve münzeviliğine rağmen, kendisini tanıyanların sevdiği ve saygı duyduğu bir insana dönüştürüyor zamanla. Stevie’nin ölümünün üzerinden üç hafta geçmişken, kendisine babası Müslüman, annesi Yahudi orjinal Gazze şeridi Ira, mesai arkadaşı olarak tayin ediliyor. Kendi kendine konuşan, dövüşen, dans eden, gülen, ağlayan, duvarları ellerini kanatıncaya kadar yumruklayan ve aralarında hava değil, kelimeler de değil, ölüler bulunan River’ı önce garipseyen Ira, onun mesleki başarılarını, insanlar üzerindeki ikna kabiliyetini, düştükleri umutsuz durumlardan çekip çıkarmak için parçalanışını gördükçe önemsemeye başlıyor ve asla, ne olursa olsun yargılamıyor onu ve davranışlarını. Kendi kendine konuşan teyzesinden bahsediyor River’a, gün gelip de amcası Ralph’i boğmaya kalkan. Beraber gülüp, beraber kederleniyorlar. Uzun mesailer onları birbirine yaklaştırıyor. Evde karısına da hiç durmadan ondan bahsettiğinden, dayak yediğinde kocasının onu ne kadar önemsediğini, değer verdiğini söylüyor kızgınlıkla genç kadın ilk defaya mahsus hastanede karşılaştıklarında. Akşam yemeği teklifine kuzu eti sevmem diyerek sıcak bakmayan River, bir sonraki yemek teklifini Ira’nın morarmış gözünü, sargıya alınmış kolunu da hesaba katarak uysalca kabul ediyor.

River daha önce ilaç kullanmış, ama bunu asla açıklamamış. Stevie durumunu bildiğinden kontrol altına almaya çalışmış onu hep. Yardımcı olmaya çalışmış. Ama asla normal şekilde teşhis konmamış onun bu sıradışı durumuna. Annesinin daha bir çocukken kendisini terk ettiğini ve büyükannesiyle büyüdüğünü öğreniyoruz. Ölülerle konuştuğu için de, iş haricinde hiç arkadaşı olmamış. Sahip olduğu tek şey ölüler. Kimler yok ki çevresinde. 19.yy’da kadın cinayetleri işleyen bir seri katil Dr. Thomas Neill Cream, yirmi yıllık ortak mazileri olan ve asla ona olan aşkını itiraf edemediği Stevie, “Juliet” Erin, davalarını çözmeye çalıştığı bütün ölüler ve araftakiler. Bu kalabalıkta normal insanlardan dostlar yaratmak çok da kolay olmasa gerek! River onları hayalet olarak kabul etmiyor. Cennet ya da cehenneme de inanmıyor. Öbür dünya tarzı bir şey değil onlar. Sıkışmış kalmış ruhlar, huzura erememiş ya da erdirilememiş, söyleyecek son bir sözleri olan River’ın tabiriyle birer “manifest”ler yani capcanlılar onun gözünde. Çocukluğundan beri görüyor onları. Kalmaya ihtiyaçları olduğu sürece kalıyor ve sonra gidiyorlar. Ve her zaman insanlara nazaran daha dürüstler. Günlük hayatta en çok korkulan kişi, tamamiyle güven duyduğumuz kişidir derken, belki de en çok onların nankör olamayacağından bahsediyor olsa gerek. Çünkü buna gerek duymuyorlar ve hepimiz giderken, geride kendi gerçeklerimizi ve sırlarımızı bırakıyoruz. Bir de bizi seven insanları bırakıyoruz arkamızda ve onların sevgisini ve özlemini dindirmek mümkün olmuyor. Hayat unutturmuyor, hayat yenileniyor sadece.
Stevie’nin yokluğu koskocaman bir boşluk River için. Onun ölmeden önce kenarında rujunun izi kalmış milkshake bardağını saklıyor özenle, duvara çiviliyor onu, ağzının değdiği pipeti de içinde muhafaza ederek. Delil olarak saklanan ve poşetlere konmuş eşyalarına dokunuyor. Gözlerini kapattığında onu tarif ederken gözyaşlarına boğuluyor. Stevie yaşarken ona bir kez olsun seni seviyorum diyememiş halbuki. Ve bu içe kapanık adam çok zor söyleyebiliyor bu iki kelimeyi bir araya getirip de, dizinin en sonunda. Seni hayattan çok seviyorum diyor. Stevie ise sır gibi saklamış olduğu geçmişine rağmen yoluna devam edebilmiş bir kadın. Kırk dört yaşında. Problemli ailesi, kendisini kolaylıkla harcayabilen bir annesi, on altı yıl sonra hapisten çıkan erkek kardeşi, on dört yaşında uğradığı tecavüz, hamile kalışı ve çocuğunu doğuruşu, tecavüzcüsünün güçlü, varlıklı ve hep çevresinde oluşu, öz oğlunun onu ablası olarak bilmesi hayata tutunmasına ve herşeye rağmen gülerek bakabilmesine mani olamamış. Ölümü bile oğlunun elinden oluyor ve gülerek karşılıyor onu, başka da ne yapabilir ki? Sevgiyi, cinsellikten ayırdığı sözlerinde “Cinsellik sadece kaşıdığın küçük bir kaşıntıdır. Ama sevgi seni alaşağı eden bir kaşıntıdır. Ona kendi ellerinle ulaşamazsın.” diyor. Neredeyse beraber bir çeyrek asır geçirdiği mesai arkadaşını seviyor o da kendince. Sevgiyi sevgiliye karşı kelimelere dökmek çok kolay olmasa da, bazen insan sevdiğine çok geç olmadan bunu söyleyebilmeli. Ömür bitmeden, tükenmeden ve de en önemlisi aradaki gerçek sevgiyi tüketmeden.
Abi Morgan dizinin yaratıcısı ve senaristi. Ana karakterler dışında kalan yan karakterler ve tüm bölüm oyuncularının ayrı ayrı diyaloglarının ve kompozisyonlarının başarısının altında bu kadının kalemi var. Anthony Minghella’nın “Truly, Madly, Deeply” adlı filminden esinlenmiş. Birinci ve üçüncü bölümlerde çözümlenen bir intihar ve bir cinayet vakasının naifliği ve derinliği ve usulca bölümlere dahil oluşları o derece etkili ki ana hikayenin önüne geçiyor kimi zaman. Bir Romeo vicdan azabından kendini hapishane parmaklıklarının arkasına mahkum etmişti daha ilk bölümde. River onu, katil olmadığın için üzgünüm, sen sadece insansın diyerek teselli etmeye çalışıyordu ve de kurtarıyordu. Hepimizin insan olmaya çalıştığı bir dünya burası ve ne yapacağımızı bilemiyoruz kaç yaşında olursak olalım. Bir ergeni kahrından öldürebilen aşk, yaşlı bir adamı da mahvedebiliyor. Sevmenin, sevilmenin yaşı, rengi, cinsiyeti, ülkesi, dini ve dili yok. Tek bir dil var Babil Kulesi’nin tepesinde. Ve o dilin adı sevgi. Her şey bir gün birini sevmekle başlıyor. Nasıl seveceğimizi, kimi seveceğimizi bilmeden seviyoruz. Seviyoruz sadece. Kitaplarda ve filmlerde her zaman ilgi uyandıran ve karmaşık olan aşk için birden fazla kelime olmalı; aşkın öldürdüğünü, hayat kurtardığını, suçlu hissettirdiğini ve aşkın sevdiğini kaybetmiş birini kurtardığını gördüm diyor River(Abi Morgan). Ve sevmek hayat kurtarıyor gerçekten.
Üçüncü bölümde işlenen bir aşk cinayeti. Bir kadın kocasının başucunda beklerken bir itirafta bulunuyor dedektiflere: “Birisini her gün görürsün ama bir gün fark edersin ki onunla uzun zamandır doğru düzgün konuşmamışsın.” Gözyaşları döküyor ağır durumdaki kocasının başında. Kocaysa River’a görünüyor “Gidiciyim değil mi?” derken. Gerçekten gidici ve bir sırla gitmek üzere bu orta yaşlı adam. Üstelik evlilik yüzüğünün olduğu yerde yeller esiyor ve tüm bu gerçeklerle yüzleşmek istemeyen bir karısı var başucunda. Boş zamanlarında balığa çıkan adam bir yalnız sporunu kendine hobi edinmiş. Çünkü yalnızken rol yapman gerekmiyor ve hem taşıdığın hem de gizlediğin sırrınla bir başkası gibi davranmak zorunda kalmıyorsun çevreni saran insanlara karşı. Hastaneye itiraf etmek ve ölmeden son kez sevgilisini görmek için gelen erkek sevgilisinin varlığını görüp kendini kandırmaktan vazgeçen karısı bir hışımla girdiği hastane odasında bas bas bağırıyor kocasına piç diye her defasında daha çok yükselen bir tonla ve daha büyük bir hınçla. Aslında kendine kızıyor neden ve nasıl görmedim ben diye.
Yaşam ve ölüm gibi, canlılar ve ölüler, iyilik ve kötülük gibi ikiliklere referans olarak karakterler birbirlerine kıyaslama soruları soruyorlar durmadan o mu bu mu diye. Whitney mi Beyonce mu, Linda mı Yoko mu, Revolver mı Sgt. Pepper mı… Ve yaşamak mı, ölmek mi? Elbette yaşamak, çünkü yaşamak ölmekten iyidir. River bile ölülerle daha yakından haşır neşir olmaka beraber yaşamayı ve bu dünyayı tercih ediyor.
İzlemeye başladıktan kısa bir süre sonra dizi Henning Mankel’in Wallander’ını anımsatıyor. Melankolik ve alkolik sayfiye dedektifi Wallander’ın yeriniyse içe kapanık, problem çözücü ve duygusal zekası yüksek River alıyor. Altıncı His’teki ölülerle konuşan küçük Cole’un büyümüş halini oynuyor sanki. Ölüler onu bırakmamışlar hiç, geçen zaman zarfında.
Nordic noir olarak adlandırılan ve İskandinav ülkelerinden çıkma polisiye türünü anımsatan ve ne yazık ülkemizde 2015’in az ses getiren mini dizilerinden biri olarak kalan, biraz geç de olsa karşılaşmaktan mutluluk duyduğum, sırtını bir usta kaleme ve iyi oyunculuklara dayamış polisiyeyi izlemenizi tavsiye ederim.
Bir Cevap Yazın