NEVŞEHİR, İKİNCİ BÖLÜM : HACIBEKTAŞ
“Mezhep kavgası politik bir suçtur.”
KURGU KISMI:
Gözlerimi açtım. Sıcacık yatağım daha da ısınmadan içerisinde doğruldum, sonra da kalkıp otel odasının penceresinden dışarıya baktım. Nevşehir’de soğuk bir gün olacağı belliydi. Yüzümü yıkadım. Makyaj yapmadan önce bıyıklarım çıkmış mı diye ayna karşısında dikkatli dakikalar geçirdim. İstenmeyen bir tüy güzelliğimi bozabilirdi. Tüy yoktu. İç rahatlığıyla makyajımı yaptım. Giyindim. Özenliydim. Botlarımın üzeri tozlu olduğundan, bavulumun içinden çıkardığım özel süet boyasıyla boyadım her ikisini birden. Bağcıklarımı bağladım. Sırtımdaki kamburu attım. Süzülen bir kuğu misali lobiye indim. İnsanlara gününüz aydın olsun dedikten sonra kahvaltı salonuna geçtim. Açık büfeden tabağıma aldığım dört tane siyah zeytin, üç tane karnı kırmızı biberli yeşil zeytin, iki dilim hellim peyniri ve cherry domateslerini birbirleriyle temas etmeyecek şekilde konumlandırdım. Aralarındaki mesafeli ilişki bir iki yudum ılık çay eşliğinde ağzıma berabercene tıkılıp mideme gönderildikten hemen sonra bozuluverdi. Yıllardır altlı üstlü oturmaktan birbirinden bıkmış ve içten içe kin gütmüş kırk yıllık komşular misali karıştılar bir anda. Benim içinse sorun yoktu. Ben ağzıma atmaya bakarım. Sonrasında yaşananlar kendi meseleleridir. Beni ilgilendirmez. Minik kahvaltımın ardından lobiye geçip ağzımı küçük küçük açarak esneyip hoşbeş edecek birkaç tanıdık yüz aradım. Bulamayınca lobi çalışanlarının ve karşıma çıkan tüm otel çalışanlarının zamanını gasp ettim. Kendimi çekmek zorunda hissettirdim onlara. Çektiler de. Çekmeyip de ne yapacaklardı? Sonra ufak bir şehir turuna çıktım, yorulmadan geri döndüm. Terlemek istemedi canım. Gazetelerin ön sayfasından yükselen savaş çığlıkları ve ölümler ilgimi çekmedi. Kapattım. Moralim bana lazımdı. Saatim on iki’yi gösteriyordu. Öğle yemeğine indim ve
Bu kurgu kısmıydı. Beni bir de böyle hayal edin istedim. Kabul ediyorum yazarken ben de kendimden sıkıldım. Şimdi gelelim benim gerçekte neler yaşadığıma.
NEVŞEHİR :
O sabah kafamda bir tuhaflıkla kalkmıştım. Kafamın içindeki uğultunun sebebini anlamak için ağırlaşmış gözkapaklarımı araladım. Yerde uzanmış yatıyordum. Altımdaysa ne bir yatak, ne de bir şilte vardı. Üzerine yattığım sağ tarafım yüzünden sağ kolum ve sağ bacağım acı içinde kalmıştı. Kendime bakmaya çalıştım. Kazağımın altını araladım. Ufak morluklar vardı. Sanki biri tarafından tekmelenmiştim. Aynı morlukların bileğimde de olduğunu gördüm. Odanın diğer taraflarına baktım. Rutubetten akmış duvarların üzerine çivi bile çakılmamıştı. Pencereler içeriden gazete kağıdıyla kaplanmış, günler öncesi tarihli gazetenin kalan sayfaları yerlere saçılmıştı. Soğuktan buz gibi olmuş ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırarak ısıtmaya çalıştım. Kaçırılmış ve unutulmuştum. Ya da kaçırılmıştım ama unutulmamıştım. Dirseğimin üzerinde doğruldum. Nihayet ayağa kalktım. Her yerim ağrıyordu. Kapıya doğru yöneldim. Elbette kilitliydi. Biraz zorladım hatta bedenimde kalan son gücü denedim üzerinde ama gene nafile. Pencereye yöneldim. Gazete kağıtlarını parçalayarak aldım. Demir vardı üzerlerinde. Çığlık atmayı denedim. Sesim önümdeki ıssızlıkta kayboldu. Bir evin giriş katıydı burası. Hafızam yavaş yavaş geri geliyordu. En son Nevşehir garajından bindiğim bana özel arabanın Toki konutlarından aşağı süzülmek yerine, yönünü değiştirip ara sokaklara saptığını ve bunu fark ettiğimde çığlık çığlığa koltuk ve döşemeyi yumrukladığımı, buna karşılık şoförün tepkisizliğini anımsadım. Robot gibi hiç konuşmadan, karşımıza çıkması olası insanları ezmek pahasına büyük bir hızla geçiyordu daracık sokaklardan. Beni düşüncelerimden uzaklaştıran bir el kapının kilidini çevirdi aynı anda. Bir tanesi tıknaz ve kısa boylu, diğeri esmer ve korkutucu derecede iri iki adam tam karşımda bana doğru yönelttikleri alaycı bakışlarıyla bir şeyler fısıldaştılar. Panikten ve korkudan ne dediklerini anlayamadım. Neredeydim? Kimdi bu insanlar? Kısa ve tıknaz olan kayboldu bir anlığına. Sonra elinde yarım ekmek ve beyaz peynirle döndü. Tabağın üzerindeki sözde sabah kahvaltımı yere koydular ve kapıyı kapatıp kayboldular. Tabaktakileri yemek içimden gelmedi ama çok da acıkmıştım. Ekmeğimden bir parçayı dişlerimle kopardım. Ekmeğe karşı hırslanmış gibiydim. Bir parça peynirden attım ağzıma. Hırsla çiğnedim ikisini aynı anda. Peynir yağ gibi eriyiverdi ağzımın içinde ilk etapta. Bir an geldi, doygunluktan mahsunlaştım. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Saatime baktığımda, on iki’yi gösteriyordu ve
Bunu son romanımda kullanabilirim. “Nevşehir’de bir kırık kaçırılma öyküsü”. Bir bölümün adı bile olabilir. Okuyucu aksiyon sever. Biraz hareket katmam gerek yazdıklarıma. Böylesi heyecanlı olmakta. Aksiyonlu kurgu. Bunu da mı beğenmediniz yoksa? Ama şimdi geliyorum kendi hayatımın kurgusuna.
GERÇEK KISMI :
Yaşlıyım. Daha az gülüp, daha çabuk yoruluyorum. Her neyse, enerjim eskisi kadar yüksek değil ama bana yetiyor. Soğuk iklim insanı erken uyandırdığından, tüm yorgunluğumla yattığım yataktan, dinlenmiş olarak kalkıyorum. Bölgelere ayırmıştım gelmeden şehri. Orjine dönüp dönüp baştan başlayacaktım. Nevşehir merkez, ilçeler enfes. Zamanın daraldığı hissinden kurtulamadığımdan palas pandıras giyinip yola fırlıyorum. Aynada uzamış bıyıklarıma bakma fırsatım da olamıyor haliyle. Çok yazık. Benim günlerim de işte böyle yollara fırlayarak geçiyor. Kahvaltım kraker ya da yollardan aldığım poğaçalarla telaş ve panikle başlayıp, öyle de bitiyor.
O kadar hızlı yürüyorum ki beş dakika içerisinde durakta oluyorum. Az bir nüfusla Hacıbektaş’a hareket ediyoruz. Saflaşmış ya da hep safmış bu kadın, yanında onu yönlendiren bir adamla şaşkın şaşkın biniyor arabaya. Adam onu kolundan tutarak çekip çeviriyor. Hiç konuşmuyorlar aralarında. Kadın yol boyunca yola bakıyor sadece, inen binen umurunda değil. Uzun süre aynı havayı solumuş ve nihayet dışarıya çıkmış bir çocuğun saflığı var bakışlarında. Yollar alıyoruz beraber ve iniyoruz beraber. Aynı heyecansızlık var üzerinde. Çarşamba pazarına denk geliyorum. Hem soğuktan, hem adetten insanlar öğlene kadar pazar yapıp toparlıyorlarmış. Üç bacılık var bir tezgahın önünde(burada öyle diyorlar bacılara: bacılık). Biri fotoğraf hususunda hevesli. Çabuk çabuk diyor bana, müşterileri kaçırmamak için. Gülüyorum ben de kendisine. Kıpkırmızı domatesleri, karnabaharları tezgahında sergileyen iki adam takılıyor gözüme. Birisi ufak tefek ve zayıf, diğeri tombul toraman. Yanyana Laurel ve Hardy’e benziyorlar. Aynı anda bir amca yaklaşıyor tezgaha. Benim fotoğraf çektiğimi görünce doktorumuz geldi diyorlar kendisini göstererek. Nasıl yani diyorum ben de. Aletsiz tansiyon ölçer eliyle, bir hastalığımız olsa ona gideriz diyorlar. Öyle mi diyerek fütursuzca uzatıyorum kolumu kendisine, ölçsün diye. Besmelesini çekip saymaya başlıyor. İçimden on dört dokuz geçiyor. “Büyük on dört, küçük dokuz” diyor. Büyük olan bir puan fazlaymış ama olur o kadar soğuk havalarda diyor. İsmini soruyorum. Kadir Doğan’mış. Oğlu varmış, Burdur’daymış. Bana yanında taşıdığı defterini gösteriyor. İçinde almış olduğu notlar var. Eski zamanaların şamanlarına benziyor. Seyyar, natürel doktor. İlk defa besmele eşliğinde tansiyon ölçtürmüş bulunuyorum halk pazarında. Hayat garip. Çok garip işte.

Hacıbektaş-ı Veli Müzesi’ne giriyorum. Her zamanki gibi ücretsiz. İkinci Avlu olarak da bilinen Dergah Avlusu’ndan geçiyorum. İlk önce Balım Sultan Türbesi’nin yanındaki mezarlığa gidiyorum. Genç bir erkek var benim gibi ziyaretçi olarak gelen. Gözümü yüzüne çevirdiğimde kafasını çeviriyor. Arkasını dönerek oturuyor mezarlığın başına. Türbenin içine giriyorum. Görevli sakin, nazik ve bilgili. Hiç duymadığım ya da gözden kaçırdığım şeyler anlatıyor bana. Ulusoy’lardan bahsediyor. Eşikten atlıyoruz beraber. Çıkarken aynı gençle karşılaşıyoruz. Buğulu gözlerini kaçırıyor yine benden. Elinde Kur’an bir yandan dua okurken bir yandan duvarlarda gezdiriyor ellerini. Kutsuyormuş gibi duvarları, alçı gibi sürüyor duvarlara duaları. Bunu yaparken transa giriyormuş gibi oluyor. Görevli beye soruyorum kimdir, kimlerdendir diye. Hep gelir cevabını alıyorum. Hep gelirmiş, okur okur gidermiş. Ben o karışık aklımla Fatiha’yı zor getirirken aklıma, kendisi okurmuş okurmuş, gidermiş sonra da Ankara’sına. Beni görmezden gelmeye çalıştı belki ama ben onu, yüzünü ve buğulu gözlerini nerede görsem tanırım. Ara ara aklınıza olur olmadık anlar, yüzler gelir ya. Onların hiç biri anlamsız değildir. Her rastlaşmanın, her izin küçük ya da büyük anlamı var bu hayatta. Biz o Abdal’la bir gün yine bir yerde karşılaşırız. Abdallar var Anadolu’da. Kalabalığa karışmadan yaparlar ibadetlerini, gözlerden ırakta. Pirleriyle karşılaşma umudu taşıyan Abdallar. Bir zamanı var bu karşılaşmaların. Beklemek lazım. Sabırlı olmak lazım. Bir Veli’nin dediği üzere arayıp bulmak gerek, murada ermek içinse sabırlı olmak gerek. İnsanları mazur, kendini kusurlu görmek gerek. Başkalarını tam, kendini noksan görmen gerek. Hak ile arana perde koymaman gerek.
Saatime bakıyorum. Tam on iki olmuş. Pazarcılar tezgahlarını toplamaya başlamışlar bile. Minibüs durağının içine giriyorum. Görevliye en yakın saatli bileti kestiriyorum. Bir yandan da simit yiyorum, aynı anda telefonumu şarj etmeye çalışıyorum ve uslu uslu oturuyorum. Üç kız var benimle birlikte fakülte öğrencileri olan. Yarıyıl tatiline girmenin mutluluğu içindeler. Birkaç müzisyen, Bulgar göçmeni pazarcı bir kadın, yerlilerinden de erkekler var. Herkes birbirini tanıyor. Tek ben varım ne olduğu belirsiz. Gözleri bir yerden ısırıyor olsa da tam adını koyamıyorlar varlığımın. Nereden geldim, nereye gidiyorum, kimlerdenim gibi sorular soruyorlar. Telefon, ulaşım ve koordinasyon işini yapan adam en çok ilgileniyor benimle. Annem nereli, babam nereli, kardeşim var mı? Nereli olduğumu öğrenince olduğum yerle ilgili bütün tanıdıklarını sayıyor. Ben hiçbirini tanımıyorum. Gidince sor diyor. Gitmiyorum ki diyemiyorum. Gitmeli miyim acaba, ya bu bir işaretse? Hışımla kapı açılıyor. İçeri giren adam öfke içinde ve soru sormayı ve anlatmayı seven adamın yanına oturuyor başı diğer yöne çevrili vaziyette. Konuşkan olan şu an hatırlamadığım ama ötekinin damarına basan birkaç cümle sarf ediyor. Hışımla içeri giren ve hala daha öfkeli olan “Sus artık kafamı dinleyeceğim” diyor. Bulgar göçmeni hanım Gönül Bey diyerek arayı yumuşatmaya çalışıyor. Diğer adamalar da minibüs geldiğinde öfkeli olanı, takma kafana diyerek sakinleştirerek uğurluyorlar. Bizi Nevşehir’e götürecek olan şoförümüz oymuş meğer. Geriye dönüp baktığımdaysa Gönül Bey konuşmaktaydı aynı hararetle. Bulgar göçmeni hanıma soruyorum kocan var mı diye. Var diyor. Neden sordun diyor. Erkeksiz yaşamak güç olsa gerek Anadolu’da diyorum. Her yer erkek. Onlar soruyor, onlar konuşuyor. Anadolu’da benim gezdiğim yerler arasında, İslam Rönesansı olarak kabul edilen Alevilerin yaşadığı Hacıbektaş’ta bile yalnız bir kadın olarak yaşamak güç olsa gerek. Öyle geçiverdi içimden, soruverdim ben de hesap etmeden.
Bir Cevap Yazın