NEVŞEHİR’e DOĞRU :
“Kişinin ne aradığını kendisinin de bilmediği durumlarda, arayış çok güç bir işe dönüşür.” Kadınsız Erkekler, Haruki MURAKAMi
GİRİŞ :
Kim bilir rüzgar nereye götürür? Götürüyorsa eğer nazik esiyordur, çünkü sürüklediği de görülmüştür. Nereden alır, ne yöne çeker? Çünkü bazen o rüzgar sert eser. Bazen hiç esmez. Ağacın dallarına, dalların hışırtısına, uçuşan yapraklara, denizin yüzeyindeki dalgalara bakmazsan bilemezsin nefes alıp veren hırçın varlığını. Bazen yağmur getirir, bazen felaket. Ama görünmeyen elleri kağıt kalem tutar. Hafızası mükemmeldir. Karşına çıkacak kişileri tek tek kendisi belirler hiç üşenmeden. Notlar alır, üzerine yağdırır. Dilsizdir, mesafelidir, kolaylıkla yön değiştirir. İtiraz hakkını kullanabileceğin bir yetkili merci bulamadığından, gelene razı olmak kimsesizliğindenmiş gibi seni yiyip bitirir. Bir parça muzip düşünmeye çalışırsın, çareler tükenince. Rüzgar, sana söylüyorum beni dinle. Tüm bu ayarlamalarının, karşılaştırmalarının son anda ya da çok kısa bir süre önce oluşturulduğunu düşündüğüm için, değiştirebilme payımın olduğunu ve bu hakkın bir şekilde benim içimde saklı olduğunu düşünmekteyim. Yani kısaca yaprak düşer ama nazlı nazlı düşer. İtiraz ede ede, tatlı tatlı, bir o yana bir bu yana sallanan ve içinde ağır bir beden taşıyan bir hamak gibi görünmeyen bir el tarafından ama çokça kendi gayretiyle sallana sallana düşer. İşte böyle kader bir anda önüne düşmez. İnsanlar da karşına öylesine çıkmaz. Bir nedeni vardır tüm bu kesişmelerin, bir matematiği, bir kimyası. Olasılıklar üzerinden giderken, çarpıtılmış kanıtların peşine düşer insanoğlu. Görmek mümkün müdür peki işaretleri? Değiştirmek mümkün müdür geleceği? Elbette. Rüzgar dilsiz olabilir ama sen kör değilsin ki. Yoksa öyle misin? Ahh yavrucuğum toymuşsun da. Biraz da şaşkın. Hayatın boyutunu yüz yaşına gelmiş ölmek bilmez kör ninenle karşılaştırmaktan olmuş sanki tüm bunlar. İlla uzamalı çektikçe, öyle mi? Günleri ve geceleri genişletmek gelmiyor mu hiç aklına? Dümdüz sona doğru ilerliyorsun. Kör değilsin ama körebeden de habersizsin. Ahh duydum seni. Çocukken oynardık dedin. Gene oyna. Ne kaybedersin? Yanılt seni oluşturanı. Yanılt tüm dünyayı. Ne kaybedeceksin ki? Sanki ne kazanmıştın ki? İtaatkardın. Bir kez asi ol. Razıydın. Bu kez dirençli ol. Asilik oyununa alışmak kolay olacak. Herkese, her şeye omuz silkmeyi dene bir de. Gökyüzüne bak da söyle bir kere de. Yüksek sesle. Seni yeneceğim de. Şimşekleri çek üzerine. Yağmurlar yağsın üzerine. Kör nineni düşün. O da yaşıyor işte. Zirveye tırman, durduğun kabahat. Everest’e tırman bundan sonra. Sonun belliydi madem, ne değişecek ki? Bir saniye zirveye çık, tüm ömrün yere çakılmakla geçsin. Boşver. Hayat bütün bunlara değer. O bir ana değer.
Yuvarlanarak düşüyorsun ve bana lanetler ediyorsun. Seni duyuyorum. Çok acı çekiyorsun. Ama et acısını unutur. Sen zirveyi düşün bir de her düşüşünde.
YOLDA GEÇEN BİR GÜN :
Ercan Havalimanı’nda tanıştığım aslen Adanalı Yıldız Hanım’ın anlattığı gotik hikayelerle bir saat rötar yapan uçağımızı bekliyoruz. Geçim derdi, çocukların derdi, beyinin keyfi, Kıbrıs’ın pahalılığı, kilosu altı buçuk liralık domatesi alıp da yemenin verdiği sıkıntı, düşük ücretler ve emekli maaşının kıtlığı. Çok çocuk ve çok hikaye, Adana ile Kıbrıs arasına sıkışmış hayatlar. Çareyi beraber tuvalete gitmekte buluyoruz uçağın rötarı uzayıp gittikçe. Ben valizimi geride bırakmak istemeyince burası Adana değil diyor. Sorumluluğu üzerine atıp, tıpış tıpış gidiyorum peşinden. Bir şey olmamış vaziyette buluyoruz eşyalarımızı döndüğümüzde. Kendini anlatmayı seviyor Yıldız Hanım; konuşkan çokça, tuhaf detaylarına takılıyor hayatın. Durmadan şükür diyor. Derdini dinleyen ben, şükrettiği gözlerini dikip görür müyüm acaba bir kere de diye merakla baktığıysa gökyüzü. Suretiz, elçisiyiz ama haksızlık oluyor gibi geliyor bir anlığına. Tüm çocuklarını, onların ne iş yapıp nerede yaşadıklarını ve oturdukları evlerin kime ait olduğunu öğrenmem on dakikamı almıyor. İki şişeden fazla içki getirilemeyeceğini tembihliyor bana sıkı sıkı. Adana işi sıkı tutuyor diyor. Gele gide ine bine işi öğrenmiş Yıldız Hanım. Ama dediği de çıkıyor. Valizlerini bar tezgahı gibi şişe şişe içkilerle donatanlar gümrükte takılıyorlar. Geçemeyenlerin acı çığlıklarıysa hala kulağımda. Kolay değil, boşa gitti onca para.
Çok az fark ediyor hava durumu Adana’da, Kıbrıs’tan sonra. Ilık bir havada çekiştiriyorum valizimi. Adana’yı havalimanıyla ıskalıyorum her zaman olduğu gibi. Kalabalık, karışık, insanları çok çılgın. Yıldız Hanım valizlerimizi beklerken yan koltuğunda oturan adamın ter koktuğunu, erkeklerin de roll on kullanması gerektiğini söylüyor. Herkes her gün banyo etmeli diyor. İki adamın arasına sıkışıp kendini kasmaktan mahvolarak geldiğini anlatıyor. Haline bakıyorum. Hiç de öyle mahvolmuş görünmüyor. Bilakis o adamları mahvetmiştir. İstediğini söyleme cesareti taşıyanlardan çünkü. Natürel kadın, Yıldız Hanım. Sıkıştım kaldım ben burada diyebilmiştir. Kalan ve beraber geçirdiğimiz sınırlı dakikalar boyunca daha da bir sürü şey anlatıp durmuştu. Ama tek gözüm bir türlü çıkmayan valizimde olduğundan, ettiği bir çok lakırdı da havaya gitti. Bir nefes yanımda Yıldız Hanım. Hepsi buydu. Sizinle bu kadarmış Yıldız Hanım.
Nereye geldiğimi anlamaya çalışıyorum. Yürüyerek havalimanından çıkıyorum. Gökyüzü pırıl pırıl. İnsanlar hep esmer burada. Yıldız Hanım gibi. Uzun boylu, iri kemikli bir kadındı. Vücut ağırlığını ilk önce tabanlarının arkasına vererek yürüdüğünden tüm ağırlığını yasladığı haşmetli gövdesiydi onu korkutucu bir hale sokan da buydu. Gür ve yer yer beyazlaşmış siyah saçları ensesinden itibaren lüleleniyor, az bakımlı, hiç makyajlı, ama temiz görünüyordu. Yalnızken erkeklerin bana doğru arsızca baktıklarını, o geldiğinde kaçamak bakışlar attıklarını hissetmiştim. İzbandut gibi duruyordu yanımda. Küçücük kalmıştım onun gövdesinin gölgesinde. Eğilerek bir şeyler söylüyordu daima. Ürkütücü tarafı aşırı korumacılığından da geliyordu. Beni sahipleniyordu, oturduğu mahallesini, Adanasını, sahip olduğunu sandığı, dahil olduğu her şeyi. Anlattığı hikayeler değil de kendisi daha gotikti. Eşine almış olduğu 70’lik rakıların fiyatını son bir kez de burada kontrol etmişti. Sonuç memnuniyet vericiydi.
Nihayet havalimanının dışındayım. Taksiler nerede olduğumu ve olduğum yeri tanımama fırsat vermiyorlar bir türlü. Bir akşam gene valizimi çekiştirerek yürümüştüm bu yollarda. Tarsus dönüşüydü. Biraz anımsar gibi oluyorum ama hepsi bu. Taksilerin içindeki adamlar yarı bellerine kadar dışarıda arabaların içinden o kadar çok bağırıyorlar ki aptallaşarak dolu bir taksiye biniyorum. Şoförün ağzında sınırlı sayıda dişi var ama konuşmaya da meyili var. Yanında oturan Antakyalı olduğunu söyleyen mimar çocuk benimle konuşmaya çalışıyor. Telefonumu istiyor. Şoför “Ooo bu ne hız” diyor. O trafikte dönüp bana “Verme sakın” diyor. Vermeyi düşünmüyorum zaten. Sonra da yanındaki çocuğa dönüp “Ooo sen de ne hızlı çıktın” diyor. İki kaçıkla şehirlerarası terminale gitmeye çalıştığımı idrak ediyorum o an. Antakyalı küçük garajda iniyor. Küçük bir para krizi yaşıyorlar aralarında. Şoförün tek mevzusu oluyorum yalnız kalınca. Bana dönüyor ve “Ooo nikah kıyacaktı neredeyse bu ne hız böyle Antakyalı’da, bunlar hep böyle midir” diye soruyor. “Siz siz olun vermeyin böylelerine telefonunuzu” diye de ekliyor. Vermeyecektim zaten. On dakikalık yolu üç dakikada alıyoruz beraber. Adana insanı hakkında bir parça fikir verebildim sanıyorum. Çılgın şehrin çılgın insanları. Ne olduğunu anlayamadan iniyorum arabadan. Yüzünde tebessüm “Kısmetlisiniz” diyor. Nereye çekersen çek. Ben sadece valizimi çekiştiriyorum. Ona da garajdakiler izin vermiyor. Ben daha bavulu göremeden bir grup insanın eline geçiyor valizim.
-Nereye?
-Nevşehir.
-Ne zaman?
-Derhal.
-Götürelim.
Pratik şehrin pratik insanları sayesinde iki açma alıp on dakika içerisinde otobüsteki tek kişilik koltuğuma kuruluyorum. Pozantı, Niğde, Nevşehir. Güzergah böyle. Bayan hostesimiz çabuk çabuk ikram ediyor, ondan da çabuk ikramları geri topluyor. İnesiye kadar tek bir çöp bırakmamak için kartal bakışlarıyla tarıyor her bir yolcu koltuğunun arkasına çöp sıkıştırılacak yerleri. Sıcak içecek isteyenlerden hoşlanmadığını anlıyorum. Kola, meşrubat ve su içenlere memnuniyetle bakarken, çay kahve içenlere gizleyemediği bir öfke duyuyor. Su istiyorum ben de sadece.
Öğlen kalkan üç otobüsünden indiğimde ve Nevşehir otogarına vardığımda hava kararmış oluyor çoktan. Bir günüm gelmekle geçiyor Kıbrıs’tan Nevşehir’e. Saat yedi buçuk ve ben ancak gelebiliyorum. Sabahın köründen beri geliyorum ve sıkılmış oluyorum karanlığın çöküşünden, hiçbir şey görememekten. İstediğim kadar bileyim, istersem onuncu kez geleyim, bir şehrin akşamına düştüm mü kendimi huzursuz hissediyorum istemeden.
Günün fotoğrafı olarak taksinin arka koltuğunda ne ara ve hangi şartlar altında çektiğimi hatırlayamadığım bu pozu buluyorum. Sanki bir başkası çekmiş bırakmış müthiş taksi maceramdan geriye bir anı olarak kalsın diye. Sabancı Merkez Camisi, Adana’dan bir küçük anı sadece.

Bir Cevap Yazın