LISTEN TO ME MARLON / DİNLE BENİ MARLON:
“Sen anılarınsın.” Marlon Brando
“Çalıntı bir ülkede yaşıyoruz.” Marlon Brando
“New York’a geldiğimde çoraplarım ve aklım delikti.” Marlon Brando
“Herkes nefret edebilir, herkes sevebilir. Bu ikisinden birine kendimizi adasak katil ya da aziz olurduk.” Marlon Brando
“Nevrotik bireyin özgüveni ona hayranlık duyulmazsa ortadan kaybolur.”
Şimdiye dek hiçbiri kamuoyuna duyurulmamış yaklaşık üç yüz saat süren özel ses kayıtlarından derlenmiş bir biyografi “Dinle Beni Marlon”. Seyirciler olarak oturup güzel güzel izliyoruz Brando’nun sesinden Brando’nun hayat hikayesini. Kendisi bir gün tüm bu kasetlerin özenle dinlenip ayıklandıktan sonra hayatının anlatıldığı bir filmde kullanılacağını planlamış mıydı bilinmez. Öte yandan özel hayatını saklamaya çalışıp, zamanla bir münzeviye dönüşmüş olsa bile ailevi sorunları ve trajedileri basının önüne çıkmasına engel olamamış ve yıllar içinde devleşen gövdesini beraberinde mahkeme salonlarına taşımak zorunda kalmıştır istemeyerek de olsa. Gözyaşları içerisinde oğlu için hakimden ve jüri üyelerinden çaresizce merhamet dilerkenki hali içler acısıdır. Film sıradan bir 911 aramasının, arayan kişinin Marlon Brando, maktulün, kızı Cheyenne’in erkek arkadaşı, zanlınınsa oğlu Christian Brando olmasıyla tüm dikkatlerin üzerlerine çekildiği, basını günlerce meşgul eden bir cinayet davasına dönüşme anlarıyla başlıyor. Peki işler nasıl olmuştu da bu noktaya gelmişti? Film bize neden göstermeden Brando’nun hayatından kesitler sunarken, cevaplar Brando’nun sesinden veriliyor tek tek. Bazen Shakespeare’den bir alıntı tercüman oluyor içinde bulunduğu açmazı tarif etmesine, bazen kendi anıları ve o anılardan çıkardığı çok özel, acı tatlı anları. Çocukluğu, ailesiyle olan ilişkisi, iş ve özel hayatına dair çok önemli ipuçları seriliyor önümüze tüm hakikatiyle, rehberimiz Brando’nun sesiyle.
Oyunculuğa yeni bir boyut kazandırmış bir ekolün simgesi olmuş, kadınların aklını başından alacak kadar yakışıklı, unutulmayacak işlere imza atmış, alıngan, asi, flörtöz, mimikleriyle insana absürtlük hissi verebilen ve bu özelliğini de annesinden aldığını söyleyen, sıradan olamayan, aklına estiği gibi hareket eden, milyon dolarlık antlaşmalar yapacak bir ismi yaşatabilen ama kalan hayatı boyunca ondan başarı ile alınan akıl sağlığını ve gerçeklik duygusunu korumakla güçlükle baş edebilen bir ikon. Ama kendi şöhretiyle baş edememiş bir ikon. Brando’nun o çok bilinen hayat hikayesinin bir de perde arkası var ve bunu kendisinden duymak filme tuhaf bir gerçeklik boyutu katıyor. Sanki o hiç ölmemiş gibi. Simülasyonunda yaşıyormuş gibi. Ya da sanki tüm bu yaşananlar Brando’nun değil de oynadığı bir karakterin gerçekliğiymiş gibi. Sorunlu, yalnız, anılarla dolu, kafası karışık ve kederli bir adam var geçen yıllarla beraber yalnızlaşan ve etrafında dostu kalmayan.
“Düşünce insanların ve kaderin gözünden
Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım;
İrkilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden
Bahtıma lanet okur, yüreğimi dağlarım.” 29. Sone, William Shakespeare
New York’a geldiğimde aklım ve çoraplarım delikti derken hem meteliksiz olduğunu hem de ne yapacağını bilmediğini vurguluyor. Kazara oyuncu olmasaymış eğer ne olabileceği hakkında pek de bir fikri yok. Sorduklarında dolandırıcı olurdum herhalde diyor. İnsanın içinden, er ya da geç sen yine de oyuncu olurdun Marlon demek geçiyor. Zorlu bir çocukluğu atlatıp, kendisini New York sokaklarına attığında insanlara duyduğu merak su yüzüne çıkıyor. Sokaktaki insanı izleyip, kişilik tahmininde bulunurmuş kendi kendine. Bu o sıralar farkına varamasa da mesleğe adım atarken onu çok beslemiş olsa gerek. Kendi kaçmak istediği geçmişiyle barışması çok kolay olmamakla birlikte, hep bir şeyleri sakladığını düşündüğü insanların kendi haklarında bilmedikleri şeyleri tahmin etmek ilgisini çekermiş. Gözlem yeteneğinin sonsuz olduğunu çıkartıyor bundan insan ve mayası insan ve duygular olan mesleğinin malzemesini öyle ya da böyle sevdiğini hissettirtiyor içten içe. Aktörlüğe ara verdiğinde ise insan hakları için mücadele ediyor. Zenci hakları için Martin Luther King’in yanında yer alıyor, sonrasında ise Wisconsin’de silahlı Kızılderililerin yanında yer alıyor. Çalıntı bir ülkede yaşıyorsunuz derken, toprakları işgal edilen ve öldürülen Kızılderililer oluyor bahsettiği. Kızının ismi de oradan geliyor; “Cheyenne”. Film boyunca Brando’nun çok bilinmeyen taraflarına tanıklık ediyoruz. Vietnam’a tepkili. Amerikan halkına hitaben siz cahilsiniz, aptalsınız ve aydınlatılmanız gerek diyor. Oğullarını Vietnam’da kaybeden ailelerin ülkeleri için ölen çocuklarıyla gurur duyduklarını söylediklerinde, çocuklarını bir hiç uğruna öldürdüklerini ve dolayısıyla kurban ettiklerini söylemekten çekinmiyor. Hollywood starlık sisteminin yarattığı bir aktör bir süre sonra bir sistem muhalifine dönüşüyor. Sanatın ve sanatçının olmadığını, sadece paranın olduğunu dile getiriyor. Bizler birer işadamı, tüccarız diyor. Süreci anlamayı öğrendikten sonra da Tahiti’ye yakın bir ada satın alıyor. Elbetteki para karşılığında. Tahiti’de yani “sebepsizce seni öpenlerin adasında” geçirdiği zamanları ise hayatının en mutlu zamanları olarak nitelendiriyor.
Brando Hitler Almanyasından kaçan Yahudilerin takas okulu olan The New School’a giriyor. Ve meşhur Stella Adler’dan ders almaya başlıyor. En büyük şansı bu oluyor belki de mesleki anlamda. Bir profesyonelin tecrübeli kanatları altına giriyor. Adler hem bir profesyonel hem de bir ebeveyn gibi her düştüğünde topluyor onu. Ve Güney’den gelmiş, bir parça buruk aktör adayında gelecek görüyor aslında “Sende gördüğüm şeyi, dünya bir gün senden duyacak” derken. Brando, şöhret merdivenlerini bir bir tırmanmaya başlıyor aldığı önemli roller sayesinde. Sahnelerden, sinemaya geçiş yapıyor. Method oyunculuğunu üst üste gelen başarılı ve doğru projelerde bir bir sergileme fırsatı yakalıyor. İlk filmi “Men”de belden aşağısı felçli savaş gazisi Ken karakterini canlandırıyor. Bunun için bir rehabilitasyon merkezinde kalmaya başlıyor bir ay boyunca ve bu süre zarfında çevresindeki paralize olmuş insanları gözlemliyor. Bir engellinin elindeki tek şeyin zihni olduğunu keşfediyor. Annesi paralize olmuş bir insan olarak bu gözlemin çok doğru olduğunu söyleyebiliyorum sadece. Brando’nun bu filmdeki oyunculuğu ise eleştirmenlerce övülüyor. Daha sonra Actors Studio’nun kurucusu Elia Kazan’ın yönetmenliğinde “İhtiras Tramvayı”ndaki her tarafından adrenalin fışkıran ağzı bozuk, serseri Stanley Kowalski karakteriyle seyircisiyle bir sefer de beyazperdede buluşuyor. Viva Zapata, Julius Caesar, The Wild One ve ona bir oscar heykelciğini bahşeden yine bir Elia Kazan filmi “Rıhtımlar Üzerinde” geliyor. Bunlar kariyerinin en parlak döneminde cereyan ediyor ve fiziksel olarak zirvede. O ise aklına estiği gibi hareket eden bir asi. 60’lardan önce insanlar isyan isterken, doğru zamanda doğru ruh halinde isyan uğruna isyan ettiğini kabul ediyor. Adler ona en çaresiz ve kendisini yenik hissettiği anlarda korkma, kimsen o olmaya hakkın var derken Brando’nun tüm hayatı boyunca insanların onu görmek istediği değil, onun özünde olduğu adamı bulmak için çırpınışını izliyoruz. Arayışlarını ve doyumsuzluğunu sevgisiz kalışına bağlıyor. Pek çok insanın aksine kendisi deli gibi sevmekten korkuyor olabilir mi, bunu öğrenmek mümkün olmuyor.
“Sevilmediyseniz,
Sevgiyi tanımazsınız.
Nerede olduğunu bilemezsiniz.
Ne görüntüsünü ne de sesini
Onu bulmak için en olmadık yerlere bakarsınız.” Marlon Brando
Ona absürtlük duygusunu, doğa ve hayvan sevgisini verdiğini söylediği annesini anımsamayı seviyor Brando. Nefesindeki likör kokusuyla hatırlıyor onu. O tatlı nefesiyle. Halbuki annesi bir alkolik, bir ayyaş. Hayatta bir noktadan sonra kayboluyor ve gittiği yerde onu bulmak, çekip çıkarmak mümkün olmuyor. Brando sadece ara ara onu kodesten çıkarmaya gidiyor. Gücü buna yetiyor ancak. Kocası tarafından tartaklanan bir kadın annesi. Babası oğlunu da tokatlamayı ihmal etmiyor fırsat buldukça. Babası bir seyyar satıcı ve bar dövüşçüsü. Sert bir mizacı var, eve gelmediği zamanlarda fahişelerle takılıyor ve annesinin kaybolma nedenini anlamış oluyoruz böylelikle. Ünlü olduktan sonra babasıyla çıktıkları bir televizyon programında baba oğulun arasındaki iletişimsizlik gözler önüne seriliyor. Birbirlerine zor katlandıkları her hallerinden belli baba oğul program sonrası gülücüklerle dolu pozlar veriyorlar Brando’nun hayranlarına. Bir adamın varlığının başka bir adamın varlığını tehdit ettiğini görüyoruz. Ömrü boyunca babası gibi olmamaya, onun gibi davranmamaya çalışan Brando ise farkında olmadan ebeveynleri gibi davrandığını itiraf ediyor. Ve nihayet babası öldükten sonra ancak onu affedebiliyor. Ebeveynlerimizi suçlayarak değil onları affederek ancak günahkar olmaktan kurtulabiliriz. Brando’nun babası da bir günahkardı. Çünkü annesi onu terk ettiğinde sadece dört yaşındaydı. Brando’nun kızı Cheyenne’de başka nedenlerden ötürü babasını suçladı ta ki yirmi beş yaşındaki son intihar girişiminden mutlak bir sonuç alıncaya dek. Kimi sabahlar “Lanet olsun ne hayat bu!” diye uyandığını söylüyor kayıtlarda. Ve bu cümleyi kurmak için Marlon Brando olmamıza gerek yok. Hayatının bir döneminde gönül kuruluğundan muzdarip olmamış insan herhalde yoktur bu dünyada. Hepimiz bir gün kırılma noktasına gelmişizdir. Yok gelmediyseniz eğer merak etmeyin er geç o virajları almak zorunda kalacaksınız bir başınıza. Kaldı ki en zoru kalabalıklar içinde yalnız olmak ve nereye gidersen git beraberinde o derin, zaman zaman sızlayan kara safrayı taşımak. Acıyla baş etmeye çalışan Brando’nun tavsiyesiyse binlerce dolarını psikanalistlere akıttıktan sonra, herkesin kendi psikanalisti olması hususunda. Hiçbir şey yapamadılar ki diyor. En iyisi kendi kendinin analisti olmak diyor hayatı boyunca bol bol meditasyon yapmış aktör. Ve evet kimse kötü doğmuyor. Sadece.. Hayat işte..
“Yarın, yarından sonra ve bir yarın daha
Sürüp gidiyor günden güne küçük adımlarla;
Geçmiş günlerimiz ise nice sersemlere ışık tutmuş,
Ölüm yolunda toz toprak olmazdan önce.
Sön, cılız kandil, sön! Hayat dediğin nedir ki:
Yürüyen bir gölge, bir zavallı kukla bu sahnede:
Bir saat boy gösterip, boyun kırıp gidecek!
Bir daha da duyulmayacak artık sesi.
Bir aptalın anlattığı bir masal bu:
Kuru gürültüler, deli saçmalarıyla dolu.” Macbeth, William Shakespeare(Sabahattin Eyüboğlu çevirisi)
Bir Cevap Yazın