NAPOLİ:
“Yolculuğu sen yaparsın, nereye olduğunu kader belirler.” Goethe
Roberto Rossellini’nin sekiz yıllık bir ilişkiyi tarafların gözünden, dilinden ve beklentilerinden hem içsel, hem dışsal bir yolculuk hikayesi olarak aktardığı “İtalya’da Yolculuk”un ilk sekansları gibi başlıyor benim Napoli’ye gidişim. Penceremden akan kilometreler, bulutlar, arabalar, manzaralar var. Tek fark benim bir köşesine büzüldüğüm otobüs koltuğum. Hususi arabanız ve toplu taşım araçlarıyla yaptığınız yolculukların farkı ilkinde kaptan ya da yakını sizken, ikincisinde bazen hiç hoş olmayan teslimiyet duygunuzun peşinizi bırakmıyor olması ve bir yerleri hep sağdan sağdan ya da soldan soldan görüyor olmanız. Ölümün gözlerinin içine bakmak ön koltukta oturana mahsus ve siz kuzu kuzu taşınıyorsunuz bir yerlere adına kader dermişçesine. Şoförün sütüne, akşam çektiği uykunun kalitesine, hiç tanımadığınız bir kişinin keyfine ve bir yere kadar da görev bilincine kalmış olmanız da cabası. Neyse ki insan emeği ölçüsünde insan burada ve herkes bir değer. En zoru da emekçi bulmak. Kömür madenlerine bunca kötü şartlar altında tıkacak adam bulamazsınız İtalya’da. Bunu en iyi toplanmamaktan dağ olmuş çöp yığınlarıyla karşılaştığınızda anlıyorsunuz. Devasa boyuttaki çöplerin kapakları kapanmıyor, üst geçitlere aylardır çöpçüler uğramamış sanki. Napoli’nin çöpleriyle başı dertte. Roma’nın da. Belki kalan İtalya’nın da.
Filmlerle gerçek hayatın farkı; iki saate yakın süredir aldığınız yolu filmde dakikalara sığdırıp içinde bir ya da daha çok hayatın özetinin geçiyor olmasında yatar. Ne çok şey yaşadı bu kahraman dediğimiz anda geçen bir ömürdür aslında. Kişinin hem geçmişine, hem geleceğine vakıf oluruz bir çırpıda. Bir sihir yoktur ortada; maharetli bir sihirbaz vardır sadece. Benim yolculuğumun sihirbazı da Rossellini, sanki eşlik ediyor filminin kareleriyle bana Napoli’de. Ama benim filmim siyah beyaz değil ve senelerden de 1953 değil ve Allahtan kurtarmaya çalıştığım bir ilişkim yok. Yoksa bir sürü güzelliği göremezdim etrafımdaki. Filmdeki çiftimizden yapıcı taraf olan Catherine(Ingrid Bergman) ve çapkın eşi Alex(George Sanders) birbirleriyle başa çıkamayınca kendi başlarını kurtarmaya bakıyorlar. Kadın Napoli civarında gezilmedik müze ve ören yeri bırakmazken, Alex soluğu Capri adasında alıyor. Ve eline geçen her fırsatı değerlendirip, rastlaştığı tüm kadınlara kur yapıyor. “Eyes Wide Shut”taki Tom Cruise’u anımsatıyor bu halleri. Bir şekilde iki adamda eşlerinin güvenli güvensiz kollarına koşuyorlar türlü badirelerden sonra. Biri Noel arifesine denk gelirken, diğerinde yortu kurtarıyor çiftimizi. Bir ilişki çevredeki bir sürü insanla şekilleniyor bir yerde. Yine kalabalıkta kaybolmaktan ve kopmaktan kurtuluyorlar, yalnız kaldıklarında birbirlerinden kaçarken. Bir kez daha ama ne ilk ne de son kez evliliğin ne içerden ne dışardan çok kolay bir şey olmadığını düşündürtüyor insana. Çok zor bir hadise evlilik. Bazen kendine tahammül edemezken..
Filmin açılış sahnesinde akan asfalt görüntüsünün hemen akabinde karşı istikametten gelmekte olan tren farklı perspektiflerden hayata bakan sekiz yıllık evli çiftimizin seyahatleri boyunca yaşayacaklarının bir öngörüsü sadece. Colette’in “Duo”adlı kitabından yola çıkılmış, fakat tüm hakları satıldığından günü gününe senaryo yazmak zorunda kalmış Rossellini. Olaylı çekimler, beklenmedik gelişmeler, gerilimli bir set ve haksız eleştirilere maruz kalmış döneminin çok önünde giden bu modern film şaheseri.
Daha eleştirel bir bakış açısına sahip İngiliz çiftimizden adam, İtalyanları deli gibi araba kullanan, gürültücü ama aynı zamanda gürültü ve can sıkıntısını bu derece uyumlu bir şekilde görmediğini itiraf edecek kadar da dürüst bir şekilde tanımlıyor. Başbaşa kalmayı beceremeyen ve hayatları boyunca hiç birlikte ama yalnız seyahate çıkmamış olan çiftimiz kendilerini her fırsatta insanların arasına atıyorlar. Napoli’de bir başına çıktığı seyahatlerde Catherine’in önünü kesenler rahipler, rahibeler, cenaze, hamile ya da çocuklu kadınlar oluyor. Hepsini bir işaret olarak algılayan zamanında çocuk istememiş kadının düştüğü şaşkınlığı ya da yaşadığı ürperti, huzursuzluk ve korkuyu kelimelere sığdırmadan, görüntülerle ifade eden çok az film vardır kanımca. Akıllara ziyan, mature İtalyan rehberlerle müze ve ören yerlerini gezerken hissettiği korku kocasına ve ilişkisine duyduğu güvensizliğin yansımalarıdır. Olumsuz, güvensiz, perhizkar ve tekinsizdir yürüdüğü her noktada. Şu hiçbir zaman kimseciklerle paylaşılamayan yalnızlık hissinin de seyirciye en derinden aktarılabildiği nadir filmlerdendir ayrıca.
“Dolce far niente!”
İtalyanların İtalyanları en kolay özetlediği tabir olsa gerek. Tembellik ne tatlı, tatil ne güzel diyebilirsiniz ama gezmek de maddi manevi her anlamda yorgunluk aslında. Sabahın köründe düştüğünüz yollarda oradan oraya savruluyorsunuz gün boyunca. Pompei ve Napoli aynı gün hiç kolay değil mesela. Ama özellikle Pompei için değer her şeye. İnsana edebi ve ebedi hayat duygusunu aşılıyor çünkü. Vezüv’den alev alev yağan cüruf ve lapillerin bir yorganmışçasına binlerce insanın üzerini örttüğü yollarda yürüyoruz yüzyıllar sonra, etrafımda dünyanın çeşitli ülkelerinden gelmiş bir sürü tanımadık yüzle beraber. En güzeli böylesi bir başına keşfetmek bir yeri. Zemini hissediyorum ayaklarımın altındaki. Yer benden sağlam hissine kapılıyorum. Garip, haliyle. Hayat bir garip, bazen. Tanrı bazen tutar, bazen yağdırırmış. Buraya da yağdırmış olduğu aşikar, zamanında.
Lupanare’sine yani genelevine giriyoruz. Duvarlarda menüler var. Bilgimiz görgümüz artıyor ister istemez(kimse istemez görünmüyor ve üçüncü dünya ülkesinde şekillenmiş olan kafamdaki sabit fikirse şu:adamlar bu konuda da bizden ileriymiş). Her yönden insan ruhunu şekillendiren bir gezi oldu bu kanımca. Yemyeşil ağaçlıklarla bezeli yollarında yürürken ciğerlerimiz oksijenle, menülerin çarpıcılığıyla zihinlerimizse yaratıcı imgelerle doldu. Yaradılışımızın mutlak gerçeği olan üreme içgüdüsü ve hazzın duvarlardaki tasvirlerine bakan insanlar sükunetlerini korudular. Öncesinde ve sonrasında hamamlarını, bahçelerini ve evlerini gezerken yüksek yüksek tonda çıkan sesler nedense yerini fısıltıya bırakır oldu ve tek rehber var harıl harıl anlatmakta taş duvarların tarihini. “Samimiyim ama bir de tarafsız olmayı başarabilsem.” diyen Goethe ise hep benimle.
Napoli, Toledo caddesindeki Etnografya Müzesi’nde Pompei’den arta kalanlarla karşılaşacaksınız. Kimi cinsellik içeren(Secret Museum), kimi filmlere konu olmuş resimler ve heykeller burada sergileniyor. Kabil hisleri taşımakla beraber içinde bir Rumi yatan Caracalla’nın heykeli, yine Caracalla’nın Roma’daki hamamlarında bulunan Herkül Farnese, kölelerinin eti aracılığıyla balıkları besleyen hayvan dostu Tiberius, kundakçı Neron, hepsi buradalar. Roma dönemi eserlerinde karşımıza çıkan en belirgin özellikse tevazu içermeyen gösterişli işçilikler ve sergilenişlerindeki azamet. İçlerine sanki Tanrı parçacıkları serpilmiş her bir heykelin ve dönemin ruhunun yansıması olan devasa figürlerin size kendinizi küçük ve elinizden gelenin ne kadar az olduğunu hissettirtmesi boşuna değil. Sınırsız acı çekebilir, kahkalarınızın oktavına ayar veremeyebilir, korkunç üzüntülere gark olup, kederden içinizi çürütebilir, hayatı hem kendinize hem önünüze gelene kahredebilir olmadı zevk-ü sefa içinde hayatın tam da ne olduğunu idrak etmeye fırsat bulamadan ayrılabilirsiniz bu dünyadan. Hepsi bir yaşamda gizli kalacaktır. Sevdiklerinizden başka kimse sizi anmaz olacaktır ileride. Çok yazık olmayacak mıdır size? Çok yazık olmayacak mıdır bize? Her heykel, her büst, her resim, her portre bana bunu hatırlattı Napoli’de. Sibylla Mağarası ise bir başka sefere.
Bir Cevap Yazın