Pazar pazar sabah daha sekiz bile olmadan kendimi yani canımı en önce Hopa sokaklarına yani dışarıya sonra Batum dolmuşlarının kalktığı yere atıyorum. Biliyorum bugün pazar, biliyorum haftasonu ama hiç mi kadın olmaz ortalıkta benden başka? Doğuma giden, yürüyüşe çıkan, ekmek almaya koşan! Neyse ki kıt Türkçeleriyle konuşan Gürcü kadınlar biniyorlar ara ara. Müşteri almak için girdiğimiz yerlerdeki ilanlarda kiril yazısıyla karşılaşıyorum. Sanki burası Gürciye ve bu hesaba göre karşı taraf da Türkistan gibi bir yer olmalı. Yağmur atıştırırken vardığım sınırdan rahatlıkla geçiyorum öte yakaya. Koşa koşa yapıyoruz her şeyi ve bu benim Türk kara sınır kapısından ilk ve son geçişim olabilir. Değişik geliyor. Günübirlik ve üç günü geçmeyen seyahatlerde alkol ve tütün getirmek yasak diyor. Sürem kısıtlı olduğundan seve seve uyuyorum mecburi kurala. Free shop’da vakit geçirmek işime gelmiyor. Döviz bürolarından birine giriyorum. Lira veriyor, lari alıyorum. Kağıt paraları bir şeye benzemiyor ama madeni paraları pırıl pırıl. Paralarını alır almaz Batumi dolmuşlarına biniyorum. Halk İngilizce bilmiyor. Gürcüce, Lazca ve Türkçe çat pat anlaşmaya çalışıyorum. Tam tahmin ettiğim gibi Türkçe ilanlarda, gece kulübü, otel, disko ve restoranların ilanları çıkıyor karşıma. Hopa ve Sarp arasındaki mesafenin iki katını gidiyoruz. Ücretse sadece bir lari. Pırıl pırıl bir birliği bırakıyorum az ama yetecek kadar Türkçe bilen şoförün avucunun içine. Karadeniz’in hemen öte yakasındayım ve sanki kendi topraklarımdaymışçasına rahat ve güvende hissediyorum kendimi. Hatta daha bile rahatım. Bir sürü kadını yollarda görünce mutlu oluyorum. Nerede olursanız olun caddelerinde kadınların rahat rahat yürüdüğü her ülkede, her şehirde kendinizi iyi hissedersiniz. Nerede eril ve erkek egemen bir dünya varsa biz kadınlar ancak suni tenefüsle yaşatılmaya çalışan sebzelere dönüşürüz kendi içimizde. O yüzden sevdim ben bu şehri. Benzer coğrafyalarda aşağı yukarı 12 saat önce tek başına yürümeyi başaramazken ve yüzümde onlarca gözün varlığını hissederken, burada bir başıma dil bilmesem bile son derece rahatım. Aynı insanlar, benzer fiziksel yapılar, yakın lisanlar. Herkes karışmış, saf bir kötülüğe rastlamak ender görülen bir durum. Hiçbir Yahudi bir Müslümandan, bir Katolik Protestandan, bir Şii bir Sünniden daha kötü değil, daha iyi de değil. Yalan yanlış politikalar, lüzumsuz politikacılar ve açgözlü, zalim adamlar var aramızda ve dünyanın sonuna dek et tükettiğimiz sürece asla iflah olamayacağız. Gandhi vurulmasaydı, et yememezlikten ölmeyecekti ve gençliğindeki tecavüz suçunu itiraf eden Tolstoy vejetaryen olmayı seçtiyse bunu tüm hücreleriyle de benimsemişti nihayetinde. Ve Darwin, ve Da Vinci ve Einstein ve diğerleri.
Bugün pazar ve günün erken saatlerindeki kalabalığın nedenini anlıyorum. Karşımda Virgin Mary Kathedrali var. Ayine denk geliyorum. Nasıl kalabalık anlatamam. Bahçelerine giriyorum. Kadınlı erkekli bir sürü insan, bir o kadar da dilenci var. Sultanahmet’i çağrıştırıyor bu görüntü bana. Yaşlı yaşlı, dişleri dökük kadınlar küçük buketler halindeki otları satıyorlar. Kimisi de mum satıyor. Bir lari veriyorum ben de bir dilenciye. Adam çok mutlu oluyor ve benimle Türkçe konuşuyor ve ben dumur oluyorum. O kalabalıkta daracık kilise kapısından bir grup itişerek içeri girmeye çalışırken, diğer grup çıkma telaşı içerisine giriyor. Bu kalabalığa çantamla girdiğim için telaşlanıyorum önce. Ezileceğim neredeyse. Ama dediğim gibi hırsız yok, hepsi dilenci. Nihayet kiliseden içeri girdiğimde rahat bir nefes alıyorum. Özellikle kadınlar ellerinde İncil, dudakları kımıl kımıl mırıldanıyorlar. Her yer yakarış, her yer uğul uğul. Dualar çok az metre arayla başımızın üzerindeler ve şimdilik bir bulutun içinde birikiyorlar ve zamanı geldiğinde üzerimize yağacaklarmış gibi hissediyorum iyice dolduktan sonra. İsa’nın, anne kucağındaki bebek İsa’nın ve Bakire Meryem’in resimlerine öpücük konduruyor kadınlar defalarca. Parmak bir dudakta, bir resimde. Bir kadın dudaklarının ucuyla öpüyor resmi. Ölecek sevgisinden. Mumlar yakılıyor. Arada hastalar var. Yüzleri kireç gibi, saçları sıfır numara. Onlar da var güçleriyle dua ediyor. Bir köşeye sinip dinlemeye koyuluyorum. Yüksek tavanlı kilisede hangi duaların yerine ulaşıp, hangilerinin ulaşmayacağını düşünüyorum. Tanrı’nın en meşgul günlerinden biri olsa gerek. Tanrım sağlık ver, geçimim kadar para, çocuklarıma gelecek, kocama bir iş, beni affet, koru beni bizi, aşık olduğum adam beni sevsin, oğlumun başına bir şey gelmesin, kötü alışkanlığımdan kurtulayım, işim tutsun, huzur ver, mutluluk ver, Yüce Meryem, Baba- Oğul- Kutsal Ruh, kolla beni bizi ülkemi, ne olur unutma beni, göster mucizeni. Benim duyduklarım bunlardı. Dualar evrensel. Değişen bir şey yok. Camiler, mescitler kilise ve katedrallere dönüşmüş sadece.
Arka bahçesinde büyük bir ateş yakılmış ve az evvelki otları ateşe atıyor insanlar. Alevler yükseliyor, ateşin alanı genişliyor giderek. Kiliseden çıkanların peşine takılıyorum. Bir sonraki durağımız ayin oluyor. Yine aynı mahşeri kalabalık ve bu sefer girmemle çıkmam bir oluyor. Burası iki katlı bir bina ve ayini açık olan pencerelerden birinin önünden dinliyorum. En azından havadar.
Sokaklarında dolaşıyorum. Piazza Meydanı’nda soğuk olduğundan dışarıda oturmuyorum. Türk mahallelerine giriyorum. Tencere yemeği yapmakta olan bir sürü restoran var. Aynı sokak bizim ürünlerimizi satan marketlerle dolu. Haçapuri yiyebileceğim bir restoranı tarif ediyor bir Türk. Bir gram İngilizce bilmeyen bir hanım işletiyor burayı ve benim gibi ayinden çıkıp gelen bir sürü insan var. Peynirli ve yumurtalı haçapurimin yanında köpüren bir soda söylüyorum, üzümlü. Peyniri çok lezzetli ve hamuru tuzlu, doyurucu bir pide yediğim. Yaklaşık yedi lari ödüyor ve çıkıyorum.
Teleferiğe biniyorum. Üç lari. Beş adam var önümde sırada. Beni de onların arasına katıyor görevli. Kabin altı kişilik. Üç tanesi sarı Rus. Yol boyunca kikirdeştiler ve Rusça şarkılar söylediler ve yol boyu tamek marka kayısı suyu içtiler. Böyle ortamlarda ister istemez bir yakınlık doğuyor kişiler arasında. Konuşma gereği duyuyorsunuz. Yanımdaki iki adamdan birine Türk müsünüz deyiveriyorum sırf bu yüzden. Adam “Hayır.” diyor. Üç Rus indikten sonra adam karşıma geçip”Neden öyle sordunuz?” diyor. “Ben Türk’üm. Benzettim sizi de, siz nerelisiniz?” deyince, İngilizcesi daha iyi olan “Ermeniyiz biz.” diyor. Dönüş yolu boyunca Erivan’dan, İstanbul’dan, Tiflis’ten ve Bakü’den konuşuyoruz. Biraz da Ermeni mutfağından. Ben inerken üzülüyorlar ama yapacak bir şey yok, biraz daha sahillerinde gezmem gerek ve bol bol da fotoğraf çekmeliyim.
Bildiğim kadarıyla tek cami olarak kalan Orta Camii’nden çıkarken yakalıyorum bizim gençleri. Etrafıma bakıyorum; 03, 08, 42… loto sandınız değil mi? Hayır, caminin önündeki sokaktaki araba plakalarından hatırladıklarım bunlar. Camiden çıkan gençlerin yüzünde bir maneviyat arayışı ve ürküntü hissediyorum. Haçlı seferleri arasında kalmış, vatanından uzağa düşmüş, Hıristiyanlaşma ve kılıçtan geçirilme korkusu içerisindeki müslüman gençlerin buldukları ilk ve tek camiye sığınışları ve yüzlerindeki ifadeleri de ayrı ayrı hiç unutmayacağım. Tahminim pazar ayinine denk geldi bu gençler ve kalabalıktan korkup, gavurlar basmış memleketi, neler oluyor vatan elden mi gidiyor diyerek soluğu burada aldılar. Nereden mi biliyorum? Yol tarifi yaparken sürekli meydandaki büyük kiliseyi referans vermelerinden. Geçmişler yani o taraftan bol miktarda. Bir daha da pazarları bu tarafa gelmez bunlar, haftanın diğer günleri dururken.
Elektronik malzemeler satan büyük bir mağazaya giriyorum. İnanılacak gibi değil ama silme Türk müşteri var. En ama en son çıkan Iphone’un fiyatı 1300 lira burada. Trabzon’dan buraya bunun için geldim diyen bir kafa yapısının orta yerine düşüyorum. Yeni bir düzenlemeyle eskisi gibi sadece nüfus cüzdanıyla elektronik alınamayacağını öğreniyorum, öğreniyoruz beraber. “Nasıl olur?” diyor bir tanesi. Yüzündeki ifade bir nevi acının saf hali. Yiğidim, Trabzon’dan boşuna gelmişsin bu taraflara diyesim geliyor. Enteresanı tüm satışta çalışan kızların Türkçe bilmesi. Bülbül olmuş hepsi bizimkilerin elinde. Nüfus cüzdanıyla, pasaportsuz giriş yapanların hayal kırıklığı ise anlatılmaz, yaşanır sadece.
Bir larilik dönüş yolculuğum başlıyor. Nispeten daha eski bir dolmuşun ön koltuğunda Gürcü bir çocukla konuşa konuşa gidiyoruz. İlk defa İngilizcesi iyi bir Gürcü’ye rast geliyorum. Erken inmesi hayal kırıklığı yaratıyor. Gürcüce şarkılar açıyor şoför bize. En kısa ve en keyifli yolculuklarımdan biridir. Üçümüz içinde ferah bir nefes olduk o kısacık anda. Bazen çok önemsiz görünen çok güzel anlar oluyor insan hayatında ve bitiveriyor erkenden. Burada yazmışsam önemsemiş olmalıyım o kısacık anı.
Tekrar döviz gişesindeyim ve larilerimi veriyor, liralarıma kavuşuyorum. Bir lariyi saklıyorum kumbarama atmak için. Dönüş daha kalabalık. Akın akın Türkiye’ye gelmekte olan Gürcüler var. Bu sınır kapımızda olaylar aşağı yukarı böyle gelişiyor. Kah seks turizmi, kah ucuz elektronik için Gürcistan’a geçen Türkler ve aylık geliri 120 Türk lirasına denk geldiğinden, yaşamak için, geçinmek için ikinci bir iş yapmak üzere Türkiye’ye gelen Gürcüler var. Hiç fabrika yok ve yağmur çamur çok olduğundan tarımdan da ekmek yiyemeyen halk çareyi Türkiye’deki ucuz işçilikte görmekte. En buhranlı anlarında sığınırsın Tanrı’ya. Bir buhran var Gürcistan’da ve insanlar burada da “Ya medet!” diyorlar. Zor gurbet ellerde çalışmak.
Bir Cevap Yazın