Karadeniz’e yahut herhangi bir denize paralel, deniz manzaralı bir havaalanı barındıran Türkiye sınırları dahilindeki tek şehirde bulunmaktayım. Batum dönüşü şehre gelişim akşamı bulduğundan ılık bir banyo ve temiz çarşaflar dışında başka bir şey düşünemez haldeyim. Yarın sabah onda Sümela turuna katılacağım, ardından da minik şehir turu var. Sonrası dönüş yolu. Nereye, nasıl bir şehre geldiğimi anlamak için tur şirketinin olduğu yere kadar yürüyor ve bol bol ve bile bile insanlara yol soruyorum. Üst yoldan giderken aşağıdaki gecekonduların durumunu soruyorum. Onların yıkılmakta olduğunu, ev sahiplerine daire ya da para verildiğini, onların da bu durumdan hoşnut olduğunu, zaten böyle bir yerin yaşanamaz ve para etmez olduğunu söylüyorlar. Trabzon özellikle İstanbul’u çağrıştırıyor. O zaman anlıyorum ki, İstanbul’da en çok Karadenizliler iz bırakmış. Yüksek yüksek, sivri sivri binalar şehre hakim. Ünlü müteahhitler hep buradan çıkmış, İstanbul’a gitmişler. Dolayısıyla kusurlu ya da kusursuz İstanbul’a bir çehre kazandıranlar da hep buranın insanı olmuş. Tıpkı atalarının yaptığı Sümela gibi yüksek ve uzlaşması çok zor binalar hep onların eseri.
Bu arada ilk defa çok uyuz bir yol arkadaşım oldu kısa süreli. Uzun süre kendini parçalarcasına kaşıdı durdu. Pire torbası taktım adını. Sokak simitçisi pire torbasını gördüğü anda kovalamak için ne hareketler yaptı anlatamam. Benim yol arkadaşım uyuz ve pireli olabilir ama, sen de çok komiktin be amca. Simide pire mi gelirmiş? Bakın benim Yol arkadaşıma. Korkulacak nesi varmış Allah aşkına?
Trabzon’da. Çarşının içinden kalkacak olan otobüsümüze biniyor ve yola koyuluyoruz. Yunan bir çift, iki Avrupalı çocuk, bir de Çinli ya da Japon dışında kalan yabancı turistler hep Arap. Arapların da biri Kuveytten, diğerleri hep Suudi asıllı. Hani meşhur fıkralar vardır, bir İngiliz, bir Fransız, bir Laz aynı uçağa binmiş diye başlayan; burada durumlar da aynen öyle. Araplar kimseyle konuşmuyor. Gerçi onlar kendi aralarında da konuşmuyorlar. Şoförümüz gençten bir çocuk ve konuşkan olmakla beraber bir gıdım yabancı dil bilmiyor. Yunan çiftten kız Türkçe biliyor. Diğerleri ne zaman geleceklerini, ne kadar vakitleri olduğunu kavrayana kadar akla karayı seçiyor. Yol boyunca Kuveyt asıllı olup, buraya gelmeden gayret edip İngilizce kursuna gitmiş Khaled’le konuşuyorum. “Kuveyt şimdi elli derecedir.” diyor. Yazın yetmişe kadar çıkıyormuş. “Arabalar çok büyük ve klimalı, aksi takdirde ulaşım durur, yaşam durur.” diye de ekliyor. Neredeyse tüm Türkiye’yi gezmiş. Ama ikinci defa geldiği hep kuzey bölgeleri olmuş, yani serin olanlar. Bu kadar gezebilmesinde bir kuveyt dinarının 7500 türk lirası olmasının da büyük payı olsa gerek.
Sümela Manastırına tırmanışımız başlıyor. Nam-ı diğer “Panagia”. Giriş sekiz lira, tam. Bunu belirtme nedenimse yıllardır kapalı olan ve tadilatta olduğu söylenen bir bölüme çivi dahi çakılmıyor olması. Herkes birbirine diğer tarafı gösterip, neden diye soruyor. Türkiye’de böyledir diyorum, içimden. Bitmeyen restorasyon, kazı ve inşaat vaziyetleri vardır. Bu da bir yer hakkında tuhaf bir gizem yaratır. Giremedikçe görmek, göremedikçe merak eder durursun hadisenin tamamını. Her neyse insan hayranlık duymuyor değil; yüzlerce metre yukarıya nasıl çıkıp, nasıl inşaat için gerekli malzemeleri taşıdıklarını düşündükçe. Biz hakikaten cahiliye dönemine girmişiz. Bir şu bülbül yuvasına bakıyorum, bir de bir kat bir kat derken gitgide yükselen ve şehrin siluetini mahveden gecekondulara. Azimle çıkıyoruz merdivenlerden. En nihayet içerisindeyiz kilisenin. Freskler var ve görevli açıklamalar yapıyor. Bebek İsa, Havariler, Meryem Ana, Adem ile Havva’nın yasak elmayı yemeleri diye. Khaled derin derin nefes alıyor bir köşede ” Oksijın, oksijın.” diye. Aklım ortaokul yıllarındaki fen derslerine gidiyor sayesinde. Düşünüyorum daha önce Arap ülkelerinde bulundum ama hiç Araplarla gezdim mi diye. Hayır. Mola yerlerini çok seviyorlar. Sürekli ya yiyecekler, ya içecekler yahut atıştıracaklar. Tam keyif adamları yani. Sefa şeyleri bildiğin. Avrupalı turistler inişi yürüyerek yapmak istedilerse de, onlar oralı olmadı ve birbirleriyle hiç konuşmadılar. Tek gelen Çinli/Japon genç mola yerinde bir tabak sarma söyledi lahana ve yaprak karışık. Sonra da bir deney üzerinde çalışıyormuşçasına özenle yedi ekmek banarak. Bu tip turistik geziler bana Nuh’un gemisini çağrıştırır hep. Her çeşitten bir numune var. Tek eksik bir Amerikalıydı, başımızda. Sarp sınır kapısından, Hopa dönüşümüzde bir yandan yağmur yağarken ve bariyersiz uçurumun kenarından geçerken şoför ücreti toplama telaşından yolla çok da haşır neşir değildi. Sollama yaparken sonrasını görmüyorduk. Sadece gittik durduk. Sağ salim inmeyi başarabildik nihayetinde. Şimdiyse gene yüksek hızla gidiyoruz ve ani bir fren sesi ve Arapların tarafından Yükselen Salavatın hemen akabinde, Avrupa kısmından yükselen çığlık sesleri işin tuzu biberi oluyor. Yunan kız çığlık çığlığa bağırıyor. Benimse tek gördüğüm tüm yolu kaplayan ve geri geri çıkmakta olan tırla tokalaşmamıza kalan milimler. Facianın eşiğinden soğukkanlılıkla dönen tek kişi Çinli/Japon oluyor. Bir de pardon işareti yapan tır şoförü.
Karaya ayak basmış bulunmaktayız. Khaled şehir turuna katılmıyor. Yemeğe gitti. Ayrılırken gözünün önünden kuzu kapamalar geçer gibiydi. Bir yol arkadaşımdan daha oldum. Suudi çiftler, bir nine torun, ben ve şoför varız sadece. İlk durağımız Ayasofya Camii oluyor. Bahçesine girdiğimizde iki yerli turistin, bir adamla beraber boyu elli santimi bulan yeşilliklerin üzerindeki kara kaplumbağasını sevdiklerini görüyorum. Ben de vuruyorum iki tak tak. Gülüşüyoruz. On beş dakikamız olduğundan pür telaş içeri giriyorum, caminin içine. Eski kiliseden bir şey kalmadığını görüyorum. Tavan basık ve avizeler sallanıyor. Dışarıda ayakkabılarımı giymeye çalışırken caminin hem imamı hem müezzini olan Hüseyin Bey geliyor. Boşuna ayakkabılarımı çıkardığımı, benim kavrayamadığım bir bölümden beni diğer turistlerle beraber geçirdiğinde anlıyorum. Beyaz bir branda var ve onun ötesinden dokunulmamış kilise kısmının fresklerini görebiliyorsunuz. Çok seri konuşuyor, çok bilgili ama her söylediğini yakalayamıyorum. Sanıyorum önemli kısımlarını kaçırıyorum. “Gel!”diyor. Gidiyorum peşinden kuzu kuzu. Caminin duvarlarındaki Cenevizliler döneminde kalma gemi ve kayık resimlerini gösteriyor. Çözülememiş yazılar varmış duvarlarda. Tapusunu gösteriyor bana caminin. Doğru ya her karış toprağın, her mülkün bir sahibi vardır ve buranın sahibi de T.C.
Hüseyin Bey’le Tanrı hakkında konuşuyoruz kısacık zaman diliminde. “Sevdiğinde, aşık olduğunda kalbini vermenin, açıp göstermenin imkanı var mı? Gözlerin yansıtır duyduğun aşkı, sevgiyi. Gözler yanıltmaz. Yalan konuşmaz onlar. İşte sana ispatı Tanrı’nın varlığının. Kalbin ve gözlerin.” derken sevecen bakıyor. Ben de artık delil aramaktan vazgeçtim. Dünya bir suç mahalli değil. Sürekli eşelemekren, nerededir, var mıdır, yok mudur diye sormaktan yoruldum. Ne Hacı Bektaş’taki Ünal Bey’e, ne Ayasofya Camii’ndeki Hüseyin Bey’e hiçbir şey sormadan, hep onlar gelip bana anlattılar. Hep onlar konuştular, ben dinledim. Aklı başında adam bulmak zor bu devirde. İki satır kelam edecek adam da. Ben Allah’ın şanslı kuluyum. Ben çağırmadım, fısıldadım sadece. Onlar sesimi duydular ve geldiler. Şükran.
Defalarca sordum kendime. Her yola çıkışımda bir panik, bir sıkıntı olur içimde. Neden ben şimdi şuraya gidiyorum ya da neden geldim bu şehre, bu ülkeye diye. En sonunda kavrayabildim ancak nedenini. Buradayım çünkü burada olmam gerekiyormuş. Yiyecek ekmeğim, içecek suyum, beraber edecek bir çift sözüm varmış karşıma çıkan insanlarla. Hayatta sebepsiz hiçbir şey yok. Tesadüf diye de. Varım çünkü var olmam gerek. Her nefesimin ulaştığı bir yer var, ben bilmesem de. Atmosferde, belki de dünyanın uzak ucundan etkileyeceğim bir nefes var benim nefesime karışacak. Çok uzaklarda o nefes henüz. Daha var ona ulaşmama. Yapacaklarım bitmedi daha. Arayış olmadan yaratıcılık olmuyor. Tüm tehlikelerine rağmen geziyor olacağım. Bir gün ölürsem de tüm organlarım benden sonra doku ve organ bağış kartımın yönlendireceği yeni sahiplerine emanet. Bu şehir bana hangi duyguları mı çağrıştırdı? Ölümü, en çok. Her an gelebilirmiş gibi.
Atatürk’ün evine gidiyoruz ve tadilatta olduğunu görüyoruz. Şaşırmadım. Tüm Trabzon tadilattan geçiyor olabilir mi acaba? Çılgınlık olsa da bir şehri hepten yıkıp yapmak mümkün olabilir mi acaba? Müthiş bir sis var burada. Amanebar’ın “Diğerleri” filmini çağrıştırıyor sisli manzara. Hayalet bekler kıvama geliyoruz. Çıksa şaşırmayacağız. Bekliyorduk diyebilecek haldeyiz.
Son durağımız Boztepe ve kuşbakışı Trabzon manzarası oluyor. Aynı puslu manzara bizi karşılayan burada da. Arap turistler kaçıncı tostlarını, cipslerini yerken ben bayılacak haldeyim. Dialog kurup, erken gidelim demek için yanlarına yaklaşıyorum ürkerek. Konuşunca konuştular. Konya’da yüzüme bakmayan adam aklıma geldi. Eşleri kapalı olmasına rağmen yüzüme baktı erkekleri ve İngilizce anlaşabildik. Çok önemsiz gibi görünen ayrıntılar, çok değerlidir bazen ve size karşılıklı kendinizi iyi hissettirir. O hesap; moral bulduk, yorgunduk, erken ayrılabildik Boztepe’den.
Çarşının ortasındaki Cemil Usta’da buluyorum kendimi. Kuymak söylüyorum. Trabzon ekmeği eşliğinde ve ayran ve salata, üzerine de finduklu baklava yedikten sonra bir daha acıkamaz oluyorum sabaha kadar. Saatse beş var yok ve az sonra otobüsüm kalkacak merkezden. Hava sisli ve uçaklar kalkmıyor, dolayısıyla ben de kalan tek bayan yanını alıyorum ve otobüste başka da yer yok. Hemen cam kenarına sızıyorum ben de. Ordu’ya kadar bu sızıntım devam ediyor. Bir anda gelmesin yol arkadaşım, otobüsü kaçırsın istiyorum. Ya ölmüşse diyorum. Nereden geliyor bu düşünceler onu da bilmiyorum. En nihayet otobüsü sağa çekiyor şoför ve yol arkadaşım biniyor otobüse başında bandanasıyla. “Ben kemoterapi hastasıyım.”diyor. Anlaşılmayacak gibi değil ve bana tüm hayat hikayesini anlattı yol boyunca. Çocuk yapmak için tüp bebek tedavisi olurken kanser olduğunu öğrenmiş. Ne ilginçtir ki yıllarca tedavi olurken doktor ona tek yumurtalığının olduğunu söylememiş ve anca aşılayıp paralarını almış durmuşlar. “Çok istedim, Tanrı beni cezalandırdı.”diyor kendi kendine. Kendini ne çok suçlamıştır kim bilir bu sözler kolayca dudaklarından döküldüğüne göre. Kaşlarını boyamış. “Kirpiklerim bile döküldü.” diyor. “Saçlar bir kadının en önemli yeri, senin saçların canımı yaktı.”diyor. Saçlarını sarı, tenini kumral hayal ediyorum bense. Değilmiş. “İlaçlar insanın rengini açıyor, ben esmerim. Simsiyahtı saçlarım, seninkiler gibi. Zaten kemoterapi salonunda herkes birbirine benziyor, ayırt etmek çok zor oluyor insanları uzun terapilerden sonra.” dedikten sonra fotoğraflarını gösteriyor telefonundaki. Simsiyah ve upuzun saçları varmış dökülmeden önce ve esmer tenli, zayıf ve hoş bir kadınmış. Saçlarının çıkmış olduğu fotoğrafları gösteriyor ama eskisi kadar hoş değiller, dalgalar gelmiş saçlarına. “Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, aynı şekli almıyor.” diyor. Morali bozuluyor eski hallerine baktıkça. Annesini, kardeşlerini, kocasını, yeğenlerini, arkadaşlarını, kimi bulduysa herkesin fotoğrafını gösteriyor. Hızlı hızlı yapıyor tüm bunları. Yaşam onu kovalıyor gibi. Molalarda beraber iniyoruz ve tuvalete gidiyoruz. Sabahı sabah ediyoruz en nihayet ve iniyoruz beraber. Elini sıkıyorum, bol şans diliyorum. Birbirimizin telefonlarını almıyoruz. Bir daha karşılaşmayacağımızı biliyor gibiyiz. Arkasından bakıyorum 74 doğumlu yol arkadaşımın. Daha çok genç. Fotoğraflardaki hali geliyor gözümün önüne. O hoş kadından geriye kalanlara bakıyorum. Bir başka ten, bir başka form şimdiki. Koşarak çıkıyor otogardan. Ben hala bakıyorum arkasından uzun uzun; over kanseri, bağırsak ve karaciğerine yayılmış yol arkadaşımın. O kadar hayat dolu ve belli etmese de yalvarıyor ki yaşamak için. Yaşat lütfen, ertelet hiç olmazsa.
mehhh. Trabzon uzun bir sehir, kuyrugina basip gecmissin be 😉
BeğenBeğen
Kanatlarına takılıp uçacağım günler de gelir bir gün Trabzon’un.:)
BeğenBeğen