BİR ŞEYLERİN PEŞİNDE, DÖRDÜNCÜ BÖLÜM : KOCAELİ, KANDIRA
GİRİŞ :
“Elli yaşındayım, elli yaşımın iki yaşını İstanbul’da geçirdim. Kalan kırk sekiz yaşım bu sokaklarda, şu caddelerde geçti. Sokağa çık, herkes herkesi bilir. Birisiyle konuş, hemen gelir sorarlar ne konuştunuz diye. Anlatabiliyor muyum?” Bir Goynük Erkeği
Hani Mudurnu’ya gidecektim? Hani oradan tekrar Safranbolu’ya doğru yol alacaktım! Hani! Ne olduysa bir anda oldu ama aynen şöyle oldu: Bavulumu çekiştire çekiştire gittiğim otobüs duraklarının olduğu yerde Erol Bey’le karşılaştım. Akşamdan odama girip çıkmayışım ona tuhaf gelmiş olacak, bana şaşkın gözlerle bakıyordu; belki de öldüğümü düşündü sesim soluğum çıkmayınca ya da intihar etmek için Göynük Hanedan Otel’i seçtiğimi. Olur ya çekiştire çekiştire taşıdığım bavulumun içinde de vakumlanmış bir ceset vardır ve canım et çektikçe bir parçasını kopartıp yiyorumdur. En iyi ve en makul ihtimal olarak camdan atlayıp kaçtığımı düşünmüş de olabilir. Bilse ki kapının arkasına sandalye koyup yastığımın altında çakı sakladığımı, daha da garipserdi hiç kuşkusuz. Bir şey olacağından değil, önlem olsun diye yapıyorum tüm bunları. Sormasalar adımı da söylemek istemiyorum. Fakat Göynük öyle bir yer ki, daha doğrusu Göynük gibi tüm yerler öyle yerler ki, bir gece geçirdikten sonra ertesi sabah tüm esnafın-adımınızı atmadığınız dükkanlar da buna dahil- bir yabancı olarak sizi tanıyor oldukları gerçeği. Benimserler benimsemezler, severler sevmezler bilemem ama en azından bilirler, bilemezlerse de sorarlar. Bir adam diyor ki; “Elli yaşındayım, elli yaşımın iki yaşını İstanbul’da geçirdim. Kalan kırk sekiz yaşım bu sokaklarda, şu caddelerde geçti. Sokağa çık, herkes herkesi bilir. Birisiyle konuş, hemen gelir sorarlar ne konuştunuz diye. Anlatabiliyor muyum?” Anlaşılmayacak gibi değil ki. Taşra sıkıntısı ve muzdarip olma hali ancak böyle özetlenebilir. Sabah kaymakamlığın olduğu tarafa geçtiğimde, bir pastanenin önünde oturmakta olan bir adam “Hoş geldin, nereden geldin, dün öteki pastanedeydin” dediğinde şaşkınlıkla “Gidiyorum” diyorum, “Gene bekleriz” diyor. Sonra da parmağının ucuyla ilerisini gösterip şöyle diyor: “Bu kadar, orada Goynük biter.” Hayretler içinde bakıyorum gösterdiği tarafa. Gerçekten de öyle, bir sonu var Göynük’ün gözle görülen. Bıçakla kesilmiş gibi bitiveriyor bir anda. Ben yaşadığım şehirlerin nerede başlayıp, nerede bittiğini bilmeden yaşadım içlerinde. Koskoca şehrin sığındığın bir köşesinden zar zor çıkartabilirsin başını ötelere. Birden çok girişi vardır şehirlerin, dünya gibi yuvarlaktırlar. Bir sarmalın içinde yuvarlandığını düşündürtür kiracılarına. Her zaman bir alternatifin vardır öte yandan. Sığınacak yerlerin vardır. Oysa burası tek giriş ve tek çıkıştan ibaret. Girdiğin yer de belli, çıktığın yer de. Nasıl olduğunu bilemeden girmiş olduğun yerde başlıyorsun büyümeye. Yıllar göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Evlilik yaşın gelince, kolaylıkla oluyor her şey. Büyüdüğün evde şimdi çocukların büyüyor. Hastanen burada, çocuklarının okulu şurada, zaten sende gitmiştin o okula çocukluğunda. Askerlikten kazasız belasız döndükten sonra, okuyup ettiğini düşün dışarda, gelip de açtığın eczane evinin olduğu sokakta. Kaç bayram geçirdin kim bilir dayanışma içinde komşularınla. Bahçe bitişiğin Ahmet Amca öldü çoktan, Zehra Teyze de arkasından. Çocukları bölüştü miraslarını. Sen hala aynı evdesin. Çıkmıyorsun, değiştirmiyorsun, değişmiyorsun. Çocukların uzaklarda. İş yok burada onlara. Arada devlet erkanı geliyor ilçene, ziyaret adı altında. Sözler veriliyor, sözler alınıyor ivedilikle. Tam da seçim arifesinde. Umurunda olmuyor. Sana dokunmuyorlar ne iyiliğine ne de kötülüğüne. Televizyonda göründükleri gibiler. Bazısı daha kısa ya da uzun sadece. Hap kadar kimisi. Gözükmüyorlar kalabalığın içinde. Geldikleri gibi de gidiyorlar nihayet, sakinliğe bürünüyor gene taşran. Vaatleri moral veriyor çevrendekilere. Konuşma konusu oluyor günlerce. Sonra da unutuluyor günler geçtikçe. Devam ediyorum, çıkışa yaklaşıyoruz el birliğiyle. Hep birlikte düşüyor saçlarınıza aklar. Kaç düğün, kaç sünnet yapıyorsunuz beraber. Taktığınız altınları koysaydınız bir köşeye, o köşeyi dönmüştünüz hep birlikte. Ne yaparsın küçük yerlerde adet böyle. Ömrün de bir sonu var elbette. Kemal’in kız lösemiden öldüğünde gözyaşların vardı bol bol harcadığın. Kemal öldüğünde o kadar ağlamadın. İçin cız etti sadece, çocukluğunda en çok onunla oynadın, sonrasında kahvedeki en iyi okey arkadaşındı. Bir kez olsun gönül koymadı beni yeniyorsun diye. Hafızanın bir kısmını gömdün onunla birlikte. O yüzden gözyaşların Kemal’den sana hediye. Şaşmayan bir saati var evrenin. Çıkışı merak ettin değil mi? Yok çıkışı girdiysen bir kere. Sonsuza dek ruhun da bedenin de Göynük’te, gidemez bir başka yere. Sen buraya aitsin, burası da sana. Bu düzen böyle. Aklıma geliyor da, elli yaşının, sadece iki yaşını dışarıda geçiren adam herhalde askerlikten bahsediyordu, sonra da gelmiş işte yuvasına, kendisini güvende hissettiği, sıkıştı mı borç para bulabileceği, veresiye alışveriş edebileceği toprağına. Bakmayın öyle, bunlar için mi dönülürmüş Göynük’e diye. Asıl bunlar için dönülür Göynük’e.
Bütün bunlar bir yana, kendi adıma konuşmam gerekirse, çevre planlamasına söyleyecek söz bulamadığım gördüğüm en düzenli ilçeydi Göynük. Fakat sokaklarında yürürken hep düz bir çizgi üzerinden geçtiğinizi düşünüyorsunuz, en ufak bir sapma yok sanki ve bu çizgiden şaşmak isteyenler için tek kaçamak olarak Çubuk ya da Sünnet Gölü ziyareti var yakınlarda. O an karar veriyorum işte: Kocaeli üzerinden Bursa’ya geçmeye çalışacağım. Pembe kayaların pembesini görüp, Bursa’nın yeşilini tadacağım. Var gücümle insanların içinde boğulacağım.
KANDIRA CEZAEVİ :
“Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani, duvarın ardındaki dışarıyla” N. Hikmet
Önce Kocaeli’ne ulaşıyorum. Google map diyor ki, Kandıra üzerinden geçtiğin takdirde Kefken’desin. Ne güzel, yemyeşil bir coğrafya uzanıyor sağlı sollu. İçim açılıyor bir anda, ne güzelmiş buralar. Sakin ve yeşil coğrafyayı bölen bir manzara çıkıyor bir süre sonra karşıma. Kandıra Cezaevi’ne geliyoruz. Öğle vakti ve görüş saatlerine denk gelen saatler bunlar. Yakınlarını görmeye gelmiş insanlar kararlı adımlarla girişe yöneliyorlar. Arabalar, otobüsler, polis araçları, teller ve geniş bir araziye yayılı koskocaman bir beton yığını. Cezaevinin önünde duruyor otobüs. Doğulu bir kadın ve yanında ona nazaran genç bir adam inmek için hamle yapıyorlar. Nasıl Doğulu olunur değil mi, peki nasıl Batılı olunacağını biliyor musunuz, siz onu düşünürken ben de diğerini düşüneyim. Sonra da hiç konuşmadan kapatalım bu mevzuyu, bu sayfayı, tüm bunları. Bütün otobüs dönüp dönüp bakıyor onlardan yana. Neden? Çünkü herkes mahkum yakını nasıl olur diye merak ediyor. İnsan işte, uzaylı değiller mesela, üçharflilere de benzemiyorlar. Hayvan hiç değiller. Bugün doğulu olur, yarın batılı; bir mahkum yakını. Bugün kara kaşlı kara gözlüdür, yarın sarışın mavi gözlü. Bugün kadındır, yarın erkek. Bugün eştir, yarın anne. Kabahati işleyen kader’in mahkumuysa ortancıl, ya da en ufaklarıdır gözünden bile sakındığı. Bazen yanlış zamanda yanlış yerde olmuştur, bazen arkadaş kurbanıdır, bazen kıskançlıktan, bazen siyasetten, bazen el çabukluğundan, bazen kolay yollardan, bazen çekten senetten kısmen sepetten, bazen dürtüsel, bazen planlı ama suç denen olgu insanın içinde saklı.
Gözlerimi kaçırmaya çalışırken ana oğul olduklarını düşündüğüm insanların yüzünde gördüğüm rahatsız ifadenin tek karşılığı var; “utanç”. Kadın o kadar huzursuz ki. Kendilerine bakılmasından, suçlu bir yakınlarının olduğunun anlaşılmasından, bu durakta iniyor olmalarının tek bir sebebi olmasından kaynaklı utançları. Ne olursa olsun, insanın içi sızlıyor. İnince kurtuluyorlar mıdır? En azından mahkum yakını mahkum yakınının halinden anlıyordur da meraklı gözlerle süzmüyordur ötekini. Aynı gemide batan insanlar birbirlerini daha da neden dibe çeksinler ki?

PEMBE KAYALAR :
Kefken’den geçilerek gidilen ve Cebeci yolunda ilerlerken karşınıza çıkan tabelanın yönergesiyle nihayet varıyoruz adı gibi pembe kayaların olduğu sahile. Karadeniz’in hırçın dalgalarından nasibini aldığı belli olsa da, bugün hava güneşli ve deniz de bir hayli sakin. Güneşi batırmak gerek burada. Benimse ne o kadar vaktim, ne de sabrım var. Yazın tıklım tıkış oluyormuş burası, bütün o sahiller. Şimdiyse akşamdan kalmış boş bira şişeleri var. İki adam geliyor meraklı, bir de ben meraklı. Suyun içinde yumuşakken, dışarı çıkarıldığında sertleşen kayalar insan gücüyle kesilerek Osmanlı döneminde Sultanahmet Camii ve Rumeli Hisarı başta olmak üzere, kullanılmak üzere gemilerle taşınmış buradan İstanbullara. Buradan ötesi Şile, Ağva. Şoföre buradan intihar etmek için atlayan oldu mu hiç diyorum bir anda. Afallıyor, hiç duymadım diyor. Burası Karadeniz ne de olsa, insanı melankolikleştiriyor. Daha sert bir havada nasıl olabileceğini hayal etmeye çalışıyorum. İnsanın gözü tüm bu pembeliği görmeyebilir. İnsanın kendine karşı bir suç işlemesi gelebilir. Aniden, dürtüsel…
KERPE VE ROMENLER :
Pembe Kayalar’ı görmüş oldum. Pembe miydiler? Evet, pembeydiler ve de suskun kayalar idiler. Sakin sakin oldukları yerde güzeldiler ama hepsi bu. Benimle konuşmadılar. Sonuç olarak bir an önce Kerpe’ye geçmem gerekiyor. Yeşilliğin içinden geçerek yaptığım bir kısa yolculuktan sonra önce belediye işçileriyle, sonra da temizlik işlerinde çalışmak üzere görevlendirilmiş matrak çingenelerle karşılaşıyorum. Ayaküstü konuşuyoruz. İçimden keşke fotoğraflarını çekebilseydim diye geçiriyorum, sonra da yanlarından ayrılıyorum. Çok fazla vaktim yok ve hızlı bir şekilde kısa bir tur atıyorum Kerpe’de. Her yer yazlık. Pek çoğu açılmamış. Her yer boş henüz bu mevsimde. Dönüş için harekete geçtiğimde kadınlı erkekli çingene pardon Romen grupla karşılaşıyorum tekrar. Onların ilerlediği beyaz minibüse doğru gidiyor ve binmek istediğimi söylüyorum şoförüne. Müdürümüze sorun diyor. Kibar bir bey olan müdürleri yolun başında bekliyor, rica ediyorum ve biniyorum izniyle ön koltuğa. Maalesef çok kısa süren, eğlenceli ve bol kahkahalı yolculuğum başlamış oluyor böylelikle. Fotoğrafınızı çekebilir miyim diye soruyorum. Biri çek çek ama meşhur et bizi diyor. Grubun en konuşkanı ve en kıdemlisi geldiler çektiler sonra da gittiler, kârımız ne ki bizim diyor. Sizin bir kârınız olmayacak diyorum. Öte yandan haklı da. Mavi tenteli evlerinin olduğu mahallelerine geldiğimizde grubun lideri olan kadın ben iniyorum diyor, birkaçı daha iniyor onunla beraber. Kalanların bir telaş pür telaş fotoğraflarını çekiyorum. Kocaeli’nin Kandıra ilçesinin Akdurak Mahallesindeydim bu fotoğrafı çektiğimde, belediyeye ait bir beyaz minibüsün içinde. Güneşten ve fotoğrafı çektiğim yerin imkansızlığından bu kadarı geldi elimden. Bu kare için burada olduğumu hissettim bir an için sadece. Fotoğraflarını çekmeyi geçirmiştim içimden, bir kısa yolculuk yaptık beraber dünya üzerinde. Hayat işte.

Bir Cevap Yazın