BİR ŞEYLERİN PEŞİNDE, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM : BOLU, GÖYNÜK
“Adalet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek.” AKŞEYH
GİRİŞ :
Uzuun bir dünün ardından, gözlerimi, erken bir sabaha daha Sapanca il sınırları içerisinde yer alan Taraklı’da açıyorum. Akşamdan bayılarak uyuyup kimselere şu saatte kalkarım, bu saatte giderim diyemediğimden, odama girip de bir daha da çıkmadığımdan, Ferah Hanım odasında ve sessizliğin ortasında şaşkın ama ferah bir şekilde ayılmaya çalışıyorum şimdi. Aşağıdan gelen ses artık dünyaya açıldığımızı söylüyor. Kilidin içinde birden çok defa dönen anahtarı tutan elin sahibi Nazan Hanım oluyor. Umuyorum adını doğru hatırlıyorumdur ama bana nefis bir kahvaltı hazırlıyor hızlı hızlı. Ekmek almaya gidip geliyor aynı hızla. Oğlu geliyor biraz sonra. Oğlu okula gidiyor daha sonra. Yalnız başına gelmiş bir kız daha var kahvaltı bekleyen. O omlet istiyor, ben yumurtaya yerim olamayacağını hissediyor ve istemiyorum. Bana bazlamam var diyor. Taraklı’da ne yesem güzel geliyor bunu anladım ama havuç ve elma reçeli, ama daha çok havuç reçeli nasıl güzeldi anlatamam(kırk iki yaşındayım, biraz damak tadım gelişti geç de olsa, eskiden ne yediğimi unuturdum, sonra sonra bir parça minnet duygum gelişti şükür). Gerisi zeytin, peynir… Hanımeli Konağında çalışan Murat ve Nazan’ın isimlerini giderayak ancak öğrenebiliyorum, onlar da benimkini. Mevzu Tarak’lıysa, içiniz rahat olsun. Kimse sizi zorlamıyor herhangi bir konuda. Adınızı bile son dakikada söyleseniz yeterli olabiliyor.

GÖYNÜK :
Bir taksi tutuyorum Göynük’e gidebilmek için. Mecburen. Uçarcasına götürüp bırakıyor beni. Bavulumu parkın içindeki kafeteryaya bırakıyorum. Ne kalacak yerim var ne de bildiğim bir emanethane. Ama biliyorum ki koyduğun gibi bulursun böyle yerlerde emanetini. Adı üzerinde çünkü; “emanetin”. Şeytan Göynük’ü tanımıyor daha. Öte yandan şoför bugün Göynük pazarıdır diye müjdelemişti. Ne sevinmiştim o an anlatamam. Bir ilçenin pazarının olduğu gün yakın köylerden insanlar gelir ve bu da renktir. Pazarın yanındaki kahvede oturup fotoğraflar çekiyorum. Ben onlara serçe diyorum. İki serçe yakalıyorum ve masumiyetlerinden faydalanıyorum. Serçelerden bir tanesi bize ne faydası dokunacak bu çekeceklerinin diyor, size bir faydası olmayacak diyorum açık yüreklilikle. Göynüklü Şerif ve Hüseyin sabah sabah poz veriyorlar objektifime.


Göynük, Ayaş-Sapanca Koridoru adı verilen, ipek yolunun yanı sıra kral yolu, Roma yolları, Osmanlı’nın doğu fetih ve Evliya Çelebi’nin Seyahatname güzergahları arasında yer alan bir başka durağı imiş aynı zamanda. Sapanca, Geyve, Taraklı, Göynük, Mudurnu, Nallıhan, Beypazarı, Güdül ve Ayaş bu güzergahta yer alan yerler sırasıyla. Benim gördüğüm kadarıyla, ister istemez de olsa Taraklı’yla karşılaştırdığımda, çevre planlaması yerli yerinde, derli toplu, temiz, orjinalliğini korumakla birlikte restorasyon açısından kaynak bulmakta sıkıntı çekmediği aşikar olan, çokça da yaşlı nüfus barındıran, eski evleri ve konaklarıyla Safranbolu’yu anımsatan, bir bekçi misali konumlanmış Cumhuriyet döneminden yadigar Tarihi Zafer Kulesiyle göz kamaştıran, Fatih Sultan Mehmet’in akıl hocası, mutasavvıf, alim-tabip ve şair Akşemsettin Hazretleri’nin ya da benim sevdiğim adıyla Akşeyh’in türbesini barındıran, kıyısında serinlemek için iki tane de gölü olan Göynük için fetih hareketimin borusunu öttürüyorum Allah’ın izniyle. Bu topraklarda bir parça icazet almak gerekiyor göklerdekinden. Buranın havası, suyu onu gerektiriyor azıcık. Kendi küçük fethimi ortama uyum sağlayarak gerçekleştiriyorum. Umuyorum beni anlıyorsunuzdur. Burası Bolu, Göynük dolayları ve hava fetih için açık, sıcaklıksa artı on derece. Ordumu sığdırdığım valizim parktaki kafeteryada, silahlarımdan tabletim, telefonum ve yedek şarjlarımsa yanımda. Başlasın lütfen.
ZAFERLERE GEBE İLK DURAĞIM : TARİHİ ZAFER KULESİ
…’ne dilim dışarda tırmanıyorum. Kalabalık bir grup karşılıyor beni. Çıktığıma değdi diye düşünürken, bu kalabalığın kule çevresinde çalışan işçiler olduğunu kavrıyorum. Fetihle dopdolu aklım, egomu ısırmaya başladı bile. Ortalık toz duman ve hüsranımı umursamaz görünen işçilerinse tek dertleri öğle yemekleri. Fikir ayrılıklarıysa yemekten önce çay isteyip istemedikleri. Dünya için küçük, anı yaşayanlar için büyük hevesler fethimi bölse de benim de aklımda öğle yemeği var aslında. Ne yesem acaba? İçine giremediğim, hatta yüz metreden fazla yanına yaklaşamadığım Zafer Kulesi ilk mağlubiyetim oluyor böylelikle. Maça bir sıfır yenik çıkıyorum ve bu hiç hesapta yoktu. İçeri aldığım dilimle yokuş aşağı iniyorum sessizce.
AKŞEMSEDDİN TÜRBESİ :
Göynük’ün üzerindeki izlerinin silinmesinin mümkün olmayacağı, Göynük’ü Göynük yapan mutasavvıf. Şam doğumlu, Hacı Bayram Veli’nin müridi, Fatih Sultan Mehmet’in hocalarından, İstanbul’un da manevi fatihi aynı zamanda. Saçı sakalı ak olduğundan ve hep beyaz esvaplara büründüğünden “Akşeyh” olarak anılmaktaymış. Şimdiyse şöhretten uzak sakin sakin yatmakta ebedi istirahatgahında. Bir yanında asası diğer yanında oğullarıyla. Bir zamanlar ve çok zamanlar önce yani sene 1453’ü gösterirken, ellerinde çiçeklerle padişahını karşılamak için bekleyen halk, padişah sandıkları beyaz sakallı, ağır duruşlu olan Akşemseddin’e uzatırlar çiçek demetlerini. Akşemseddin göz ucuyla Fatih’i göstererek: “Sultan Mehmet odur, ona veriniz” derken, FSM, onlara: “Gidiniz, çiçekleri gene ona veriniz. Sultan Mehmet benim, ama o, benim hocamdır”, der ve İstanbul’a ilk Akşemseddin girer. Mutasavvıflığı ise aynı zamanda tıp, astronomi, biyoloji ve matematik alanındaki çalışmalarını kapsayan çok yönlülüğünden de gelmektedir. Mikrobiyolojinin babası sayılma nedeni tarihte ilk mikrop teorisini ortaya atmasından kaynaklanıyor. Az yiyip, az uyuyarak, halka az karışıp, Allah’ın adını sık zikrederek manevi huzura erilebilir ancak diyen Akşeyh’e, Diyar-ı Akşemseddin olarak bilinen Göynük’ten soruyorum sesimi bir anlığına da olsa duyacağını umarak; kaderin esirin diye buyurmuşsun hani, ya kader eserinse? Aklın varsa kimsenin bulunmadığı tarafa doğru yola çıkma demişsin, ben hep tersini yaptım Hocam, sakın kafa tutmak için böyle yaptım sanma, içimden öyle geldi, beni anla. Ekmeği ve helvayı soğuk ye demişsin, nefsini köreltmek için bu da anladığım kadarıyla, bu yüzyılda biz rejim diyoruz ona, kısaca. Bir de Allah sevdiği kulunun rızkını kısar da verir demişsin, çünkü dünya nimetlerinin azlığı gönül aynasının pasını siler diye de eklemişsin. Fatih Sultan Mehmet olmak varken, yüzlerce yıl sonra tebaa olmak hoşumuza gider mi sanırsın Hocam! Bunların dışında kalan tüm nasihatlerini okuyorum teker teker. Yusuf Bey Caddesi üzerindeki duvarlar onun öğütleriyle kaplanmış boydan boya. Göynük’ün üzerine sinmiş, onunla bütünleşmiş adeta. Oysa ki Ömer Sikkin(bıçakçı demekmiş) ya da yanlışlığa mahal vermemesi açısından Bıçakçı Ömer Dede Türbesi ile Debbağ Dede Türbesi de ziyaretçilerine açık vaziyette. Debbağ Dede’ninki evlerin arasına sıkışmış olsa da Ömer Sikkin’in türbesi ferahta. Okuduklarım kadarıyla Akşemsettin Hazretleri ile arasında bir çeşit erk kavgası olmuş, Hacı Bayram tarafından kurulmuş olan Bayramiyye tarikatı aralarındaki sürtüşmeden ötürü ikiye ayrılmıştır. Ömer Sikkin’in temsil ettiği kola Bayrami Melamiliği, Akşemseddin Hz.’nin temsil ettiği kola da Bayramiyye-yi Şemsiyye adı verilmiştir. Türbesinin içerisinde çerçeveletilmiş bir de yazı vardır. Der ki; “Bismillahirrahmanirrahim! Rabbimiz! Müslümanların dağınıklığını gider, hep birlik ve dirlik ver. Kalplerimizi birbirimize ısındır, bizleri birbirimize sevdir, bizden bütün şerleri ve zararları uzaklaştır(s.a.v)AMİN.”

HANEDAN BUTİK OTEL ve GÖYNÜK BELEDİYESİ YÖRESEL EL SANATLARI MERKEZİ:
Otelin sahibi ve işletmecisi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Coğrafya Bölümü mezunu ve emekli coğrafya öğretmeni olan Erol Bey, Göynük’ü, konaklarını ve daha da bir sürü şeyi hızlı hızlı anlattıktan sonra beni alıp belediyeye ait olan Yöresel El Sanatları Merkezi’ne götürüp bırakıyor. Benden önce on kişilik gazeteci grubunu ağırlamış otelinde. On kişi gezmek nasıl bir şey diye düşünmeye başlıyorum. Baş edemeyeceğim bir durum sanırım. İnsanlar tanıdıkça sevilesi değil, kaçılası şeylere dönüşüyorlar ve yaradana rağmen yaratılan her zaman sevilmiyor. İçimdeki insan sevgisini saklandığı yerden çıkartamazsam iyice içime kapanıp tek kişilik bir köy besleyeceğim yüreğimde, çaresizce. Şimdi de bir sürü kadının ortasında kalıveriyorum. Fakat bakıyorum da, çoklar ve mutlular. Nasıl mı? Mutlu musunuz, hayattan bir beklentiniz var mı dediğimde, mutlu muyuz değil miyiz bilmiyoruz ama bir beklentimiz de yok diyorlar. Büyük hırsları yok, küçük endişeleri var. Genç kızlar gelip gidiyor ara ara. Hiçbirinin yanlış zamanda, yanlış bir aileden doğduklarına dair şüpheleri ya da tam tersi yanlış çocuklar mıyız düşüncesi taşıdıklarını sanmıyorum. Tasasız görünüyor gençler. Coşkuları içlerinde saklı, zaten hepsi de kapalı. Hanımların fotoğraflarını çekerken gülüşmeden edemiyorlar kendi aralarında. Temiz, titiz kadınlar hepsi, belli. Evlerine git mis gibidir şimdi. Akşam yemekleri sabahtan yapılmıştır, buradaysa şimdi çay vakti. Bir çaylarını içiyorum ben de, gitmeden. Kültürel miraslarımızı yeni nesillere taşımak adına, kadınlar açısındansa altın bilezikmişçesine birer sertifika sahibi olmaları ve günlük cüzi bir ücret karşılığında harçlıklarını çıkarmak için tokalı örtme yapmayı öğrenip, öğretmeleri çok çok önemli. Aklıma geliyor da içim cız ediyor bir an kapatılan Köy Enstitülerini düşününce.
ÇUBUK GÖLÜ, ÇOBAN KADIN VE KARA HOROZ :
Merkezde bulunan taksi durağından sıradaki araca biniyor ve Çubuk Gölü’ne doğru düşüyoruz yola. Genç bir çocuk götürüyor beni. İyiniyetli de. Rahat ediyorum arka koltukta. Her yerde Ankara Belediyesi’nin izleri var diyorum. Öyledir diyor. Arada Gökçek eşiyle gelir, eski belediye başkanıyla yemek yer ve döner diyor. Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşeyh’e duyulan bir minnetin gelenekselleşmiş hali sanki bu yapılanlar. Otoriteyle hiç sorun yaşamamış Göynük’ün, her daim bir koruyanı kollayanı olmuş ve bu konuda da hiç sıkıntı çekmemiş sanki. Hep kayrılmış, hep kollanmış. Bu ayrıcalığıyla beni bile şaşırttı doğrusu.
Çubuk Gölü yolu nazik popolarımız için çok ergonomik değil ve çalışmalar sınırsız bir şekilde sürdüğünden hoplaya zıplaya ilerliyoruz. Daha doğrusu çalışma yapan kimse yok. Yol boyunca koyun sürüleri kesiyor yolumuzu. Hele bir tanesine çobanlık eden kadın asla aklımdan çıkmayacak. Elinde değneği ve tüm telaşıyla, arabadan kaçışan koyunlara bağrıyor çığlık çığlığa. Peşlerinden koşuşturuyor, çoban köpeğini koyunların peşinden gönderiyor. İlçedeki kadınların şehirliler gibi yaşadığını anlıyorum. Benden farklı yaşamıyorlar. Asıl emekçi bu çoban kadın. Sürüsünü gütme telaşında, ayağında plastik ayakkabılar, içinde de yün çoraplar koşturup duruyor yola dağılan koyunlarını toplamak için. Her koyun ayrı ayrı süt demek, peynir demek, et demek. Sorsan, mesleğin ne desen bakar yüzüne öylece. Saysa yaptığı işleri tüm gün boyunca, apışıp kalırız karşısında. Mevzu, gezmek ve yürümek dışında bir şey olduğunda tembellikten ölen benim için özellikle, bu çoban kadın bana çok şey ifade ediyor. Böylesi çıkar karşına aniden. İyi ki varlar yeryüzünde.


Gölün kıyısına varıyoruz nihayet. Bir dizi çekilmiş burada zamanında. Onlardan yadigar tüm bu yel değirmenleri. Manzara harika ama gölün kenarı buz gibi. Akşam üstü olmuş, hava soğumaya başlamış artık. O kadar üşüyorum ki. Kutba düşmüşüz gibi oluyor bir anda. Göynük ılıktı buraya nazaran. Gölün kenarındaki kafeterya açık mı belli değil. Öte yandan gölün karşı kıyısındaki köy olduğu gibi İstanbul’da olsa, denize nazır yalı muamelesi göreceklerinden herhalde trilyon ederler. Şimdiyse yazı beklerler biraz hareketlenmek ve ısınmak için. Bizse evlerin arkasından dolaşıyoruz yola çıkmak için. Bir horoz çıkıyor bizden önceki kamyoneti görür görmez ve sen ne arıyorsun burada der gibi ötüyor ona hırsla. Sonra biz geçiyoruz ve bize de aynısını yapıyor. Hayvanın tabiatı değişik. Kendisini mahallenin muhtarı gibi görüp, gelene gidene öfkeden kabarttığı kanatlarıyla duvarın üzerinden bir anda fırlayıp, hesap soruyor sanki üü ürü üü’süyle. İleride köpekler var. Hayvanlar sakinlikten başlarını zor kaldıran çoban köpekleri, bu kara horozsa pek fena atarlı. Zaten onların yerine de çalışıyor ve köpekler görevlerini bir horoza devretmiş olmaktan hiç de şikayetçi görünmüyorlar. Gülmekten fotoğrafını çekemiyorum şu kara horozun. Sanki bir ruhu var ve o ruhta böyle muhtarlı birazcık.
SONUÇ OLARAK :
Osmanlı’dan miras, değişmemekte ısrarcı ama gelenek göreneklerine de sahip çıkan, geçmişteymişsiniz hissi yaratan fakat bundan da şikayetçi olmayan, yeni dünyanın ve yeni düzenin varlığından haberdar olup kendi kozasını örmüş içinde yaşayan, ondan ötürü de kendi halinde yaşamakta olan ve bu özelliğiyle desteklenip yaşatılan temiz ve bakımlı bir taşra kasabasındaydım bir gün boyunca. Aynı sokaklarda birden çok kez dolaştıktan sonra yüzümün eskidiğini hissettim, herkes tanıdık gelmeye başladı ya da ben herkese tanıdık gelir oldum ve yine aynı şeyi yaptım. Odama girdim. Sabaha kadar da bir kez olsun dışarı çıkmadım. Akşam çökünce asabım bozulmaya başlıyor böyle yerlerde, huzursuzlanıyorum küçük yerde karanlık basınca, bir de yalnız kalınca. Gündüz neyse de.
Bir Cevap Yazın