THE SEA OF TREES – SONSUZLUK DENİZİ
“Ölmek istemiyorum. Sadece artık yaşamak istemiyorum.” Takumi Nakamura
“Neden hayatını bitirmek istiyorsun? Eğer diğer tarafta Tanrı seni beklemiyorsa kim bekliyor?” Takumi Nakamura
“Sanırım özümüzde hepimiz ne zaman öleceğimizi biliyoruz.” Joan Brennan
“Buraya eşimi kaybettiğim için gelmedim. Yas tuttuğum için gelmedim. Suçluluk duygum yüzünden geldim.” Artur Brennan
“En kötü zamanlarımızda sevdiklerimiz bize çok yakındır, ölmüş olsalar bile.” Takımi Nakamura
Film hakkında yazılmış tüm kötü eleştirileri bir kenara bırakarak izledim. Filmin Cannes’da ıslıklarla yuhalanmasını bir kenara bırakarak izledim. Yerli ve yabancı yazılı basında çıkmış olan vasatın üzerine çıkamadığı eleştirilerine, düşük IMDB puanına ve yıldızlarına gözlerimi kapayıp, kulaklarımı tıkadım. Öyle izledim. Ama çok da tıkayıp kapatmadım. Gus Van Sant’i çok takip etmesem de filmografisini göz önünde bulundurarak saygıyı hak ettiğini düşünerek izledim. Özellikle My Own Private Idaho, Far and Away, Good Will Hunting ve Milk söz konusu olunca… Sözü getirmek istediğim temel mevzuysa şu ki; filmde Arthur’un Joan’a yönelttiği sen bir klişesin söz öbeğinin bilinçli bir şekilde film boyunca kör kör parmağım gözüne şeklinde ön plana çıkarılmasında bile olası başarısızlığın olası bir tercih olduğunu gördüm. Birkaç potu görmezden geldiğimdeyse eli yüzü düzgün; dingin müziği, dozunda oyunculukları, başarılı görüntü yönetimi ve iyi niyetli senaryosuyla filmi beğendiğimdir. Çok beğenmedim ama sinemada izlediğimde yuhalayıp ıslıklayacak kadar da kötü bulmadım. Bu senaryodan bu film olmuş. Ekmek bu, köfte bu. Zaten The Sea of Trees en büyük eleştirisini kendisine yöneltmiş olduğundan, üzerine gelen her eleştiri önemini yitiriyor aslında ve bu açıdan çok mühim bir film bu. İzleyip sevecek misiniz yoksa “çöp bu!” mu diyeceksiniz. Kağıt israfınıza yazık bence. Önümüzdeki anlamsız seçim için kafi miktarda israf var zaten. Çokça eleştirilen ve Eşkıya’nın repliğini anımsatan “Ne zaman bir ruh buradan kurtulup huzura kavuşursa tam orada bir çiçek açar” cümlesi ve filmin sonundaki taşların bir bir ama tıkış tıkış yerlerine oturtulduğu, cevapsız hiçbir sorunun bırakılmamak için aşırı bir gayretle finale gelindiği son dakikalar dışında benim naçizane eleştirimse neden yönetmenin daha sert bir üslupla yaklaşmadığı olacaktır en fazla ama karşımızdaki Gus Van Sant olunca bu tip eleştiriler de huzursuzluk veriyor insana. İyisi mi gelelim benim konusu ve geçtiği yerin gizemi sayesinde ilgimi çekip izlediğim filmi bir parça anlatmaya. Yanlış anlaşılmasın aklamak değil derdim, sadece bu kadar önemli bir mevzunun ve yerin her yerin ve her şeyin hakkını vermeyi bilen ve seven Amerikan film endüstrisi tarafından nasıl olup da kullanılmadığı. Bu son derece derin ve içten kaygılarımla kendimi, sizi ve koskoca bir endüstriyi zehirlemeden dönüyorum yüzümü güneşe pardon “İntihar Ormanı”na pardon “Sonsuzluk Denizi”ne.
Filmin başrol oyuncusu aynı zamanda mekan sahibi Fuji dağının eteklerinde kilometrelercekarelik bir alanda göz alabildiğine uzanan, yüksek gövdeli ağaçların evsahibi Aokigahara Ormanı’nın rüzgarda kamaşan dallarından çıkan çok sesliliğinden oluşan senfoniyle açılıyor Sonsuzluk Denizi(şair kimliğim bazen beni tuhaf anlam arayışlarına sevk etse de buradaki önemli hususun okuyucunun sabır konusunda gösterdiği direncin sınırlarının olduğunu düşünmekteyim kara kara ve de ayrıca şu an bu filmi ıslıklayan biri var ise eğer bana neler diyordur acaba). Bu ormanın ziyaretçilerinden biri olmak için harekete geçen umutsuz bilim adamı ve Amerikalı Arthur Brennan arabasının kontağında bıraktığı anahtarını almaya gerek duymadan havaalanına giriyor ve Tokyo’ya tek gidiş bileti alıyor. Üzerinden çıkarmadığı pardösüsüyle uçuyor uzun seyahati boyunca okyanusu aşarak. Bindiği taksiden Aokigahara Ormanı önünde iniyor. Havalimanı araç park yerinde kendi arabasına yaptığının bir benzerini başkaları yapmış kendi araçlarına. Anahtarları kontakta terk etmişler arabalarını, hayatlarını… Güvenlik kamerasını ve Japonca ve İngilizce tercümesi olan levhaları geçiyor teker teker okuyarak. Ailenizin size bahşettiği hayatınız kıymetlidir diyor bir tanesinde. Tek bir hayatınız var ona iyi davranın diyor ötekinde. Andrew geçilmez denilen bariyerden geçiyor kararlı bir şekilde. Rengarenk ipler karşılıyor onu, kaybolmadan dönmeyi umanların ipleri bunlar. Ölmeye yatanlarsa ayakkabılarını çıkarıp uzanmışlar ve öyle de kalmışlar. Eriyip gitmiş bedenlerden geriye kalanlar birkaç parça çaput, kafatasının içindeki dişler ve kemik yığınları sadece. Bunlar ilaç içerek intihar edenler. Ormandaki yaygın intihar yönteminden bir diğeriyse kendini asmak. Her milletten insan buraya gelip sakin sakin ölüp, doğaya dönebiliyor. Arthur’sa teker teker ilaçları suyla yutarken sanki ağırdan alıyor hayatı. Bir karınca tutunuyor ayakkabısına, bir kanatlı konuyor çiçeğe, doğada hayat akıp gidiyor canlılar tarafından sorgulanmadan. Bir süre sonra kafa karışıklığının nedenini çözmesine yardımcı olacak Japon Takumi çıkıyor karşısına. O da intihar etmek için gelmiş ormana ve filmin sonunda anlıyoruz ancak yaşananların bir başka tezahürü olarak karşısına çıktığını ve içindeki yangını söndürmesinde yardımcı olmak için orada bulunduğunu. Andrew bileklerini kesmiş ve acıyla inleyen adama yardım ediyor elinden geldiğince. Hiç çıkarmadığı kıymetli pardösüsünü karısından sonra bahşettiği ikinci kişi oluyor hayatında. Ona çıkışı gösteriyor, kaçıp kurtulsun diye. Fakat çıkışı bulamıyorlar ve ormana ve gizemli güçlerine yoruyorlar bu yaşananları. Oysa ki Andrew’un içindeki başa çıkamadığı bir dürtü bir şeylerin nihayetlenmediğini düşünerek ona engel çıkartıyor hiç durmadan. Israrla inkar ediyor Takumi’ye buraya ölmek için değil, gezmek için geldiğini. Beraber düşe kalka, bir sürü tehlike atlatarak soğukta titreşerek, yaralarından kanlar sıza sıza bir gün ve bir gece geçiriyorlar kah konuşarak kah ağlaşarak.
Andrew’u intihar ormanına getiren süreci görüyoruz flashbacklerle. Güzel ama alkolik, iyi kazanan emlakçı eşiyle yaşadığı evliliğin çatırdadığını görüyoruz. Bakar da görmez bir koca Andrew. Joan’unsa içtiğinde dilinin önünde durmak olanaksız. Andrew’un bilim dünyasından arkadaşlarıyla çıktıkları akşam yemeğinde Joan’un az kazandırdığı için Andre’un işini küçümsediğine tanıklık ediyor arkadaşları. Evin yükünün çoğunu sattığı evlerle karşılamaya çalışan Joan, entelektüel zevklerini geliştiren kocasına duyduğu öfkeyi gizleme ihtiyacı duymuyor herkesin önünde. Bir de üç yıl önceki kaçamağını yüzüne vuruyor her fırsatta, özellikle de içince. Joan’a konulan teşhis sonrası ve ameliyat aşamasında çiftin arasındaki gerginliğin unutulduğunu ve birbirlerine kenetlendiklerini görüyoruz. Tam da bazı şeyler rayına oturacakken ve ikinci şansı kazanmış olduğu düşünülürken ağlarını aniden ören kader ve de ecel hızlı bir kamyon sayesinde bir keder yumağına dönüştürüyor hayat geride kalan Andrew’u. Ondan ıssız bir yerde ölmemesini dileyen Joan’un fısıltısına kulak veriyor belki de ve direniyor o da tüm gücüyle ölmemek için. Onu buraya çeken orman, şimdi de gitmesine ve ölmesine izin vermiyor.
Esasında temelinde bir ilişkinin kopma sürecinden itibaren sıfırdan başlamak üzere evrilişine, çocuksuz ve farklı işler yapan Amerikalı evli çiftten, kadının trajik ölümüne tanıklık eden kocasının yaşadıkları ve intihar düşüncesiyle geldiği ormanda biçare vaziyette, bir çıkış yolu bulmaya çalışmasının anlatıldığı bir konusu var filmin. Her zaman iyi gitmediğini itiraf ettiği evliliğinde bir sürü iyi yıllar, iyi günler de geçiren çiftin hayatlarında değişen bir şey olmadığını, zamanla kendilerinin değiştiğini ve farklılıklarının ortaya çıktığını anlıyoruz. Andrew, karısı için, normal bir hayatı olan bir alkolikti derken, kendisi için de normal bir hayatı olan ve hiç durmadan aynı pardösüyü giyen bir bilim insanı demek mümkün. Zaman zaman birbirlerine karşı can yakacak ölçüde kötü ve ters davranan çiftten kadın, ihaneti öğrendikten sonra kocasını bahane ederek daha çok içer olmuş. Kavga, tavır ve öfke ise karısının hastalığıyla beraber bıçak gibi kesilmiş. Fakat hayatlarını değiştiren an çok geç gelmiş ve geride birbirlerine özür dileme şansı olmayan çiftten adam kalmış. Vicdan azabıysa bu çaresiz adamı karısının ölümünden iki hafta sonra “a perfect place to die”/ “ölmek için mükemmel bir yer” dendiğinde internette ilk sırada çıkan 2003 yılında 105 ölü bedenin bulunduğu Aokigahara Ormanı’na getirivermiş ansızın.
Sonrası… İşte bundan sonrası tam bir klişe. Anlatmıyorum bile. Karısının, bu zamana dek sormadığından öğrenemediği(biz bu gibi kocalara ibretlik olsun diye hanzo diyoruz bu topraklarda fakat bunun Amerikalı bilim adamı üzerinden bir karşılığını bulmak mümkün görünmüyor, sadece aydın deriz biz böylesine karşılığı ise entelektüel İngilizce’de), en sevdiği rengi, en sevdiği mevsimi, en sevdiği kitabı öğrendiğimiz sahneler filan tam Yeşilçamlık. Öte yandan ne bekliyordunuz bilmiyorum ama bu dünyada varoluş, öteki dünya, başka başka dünyalarla ilgili sorularınıza verilebilecek cevaplar son derece kısıtlı ya da cevapsız olduğundan; ne Kur’an da, ne İncil’de, ne ibretlik anlarıyla Hz. İsa’nın hayatının bir çarmıhın üzerinde güneşin altında geçirdiği tarifi mümkün olmayan trajik saatlerinde, ne de hadisleriyle Hz. Muhammed’de, ne başka başka mutasavvıfların sözlerinde, ne Alamut’ta ne Kaf Dağı’nda var. Bunlardan medet umarak yepyeni bir gerçeğe, mutlak gerçeğe ulaşmak imkansız görünüyor şu aşamada. Bu filmin de bu sebepten ötürü parmak bastığı konulara verebileceği net bir cevabı yok, olamaz da bayanlar beyler. Öldürmeyen Allah öldürmedi, iyi huylu tümör verdi ama geldi bir kamyona biçtirdi. Andrew’u da deli divane etti. Bir ormanda kameraların görmediği, kimselerin bilmediği, Andrew’un da varlığını ispat edemediği İngilizce konuşabilen bir Japon’un bedeniyle konuşa konuşa geçirdiği saatlerde onu zehirleyen ve bu dünyada azap çektiren düşünceleri ateşin başında dile dökmesini sağladı. Şimdi söyleyin bakalım bunu kim yaptı? Allah mı yaptı? Ormanın ruhu mu yaptı? Yoksa Andrew’un konuşası mı vardı? Tamam tamam senaryo yazarının işiydi tüm bunlar.
Bir Cevap Yazın