JACKIE :
“Geleneksel olmak için zaman gerekir.” Jackie
“Hayattan geriye güçlü kalan tek şey gelenektir.” Jackie
“İnsanların geçmişe ihtiyacı vardır. Geçmiş onlara güç verir.” Bill Walton
“Acımızı ellerinde oyuncak etmek istiyorlar.” Jackie
“Onunla yürümeliyiz, bu son şansımız.” Jackie
“Bazen tek başına ıssız bir yere gider ve şeytanın kendisini cezbetmesine müsaade ederdi. Ama hep bize döndü, sevgili ailesine; ve ben sigara içmem.” Jackie
“İnsanlar peri masallarına inanmak isterler. Ben bir sayfada yazılan kelimelerin onu yanımda durmuş o adamdan dahi daha gerçekçi yapacağına inanıyorum.” Jackie
Ortalama puanı ve kimi eleştirmenlerin ve izleyicinin vasat olarak değerlendirdiği filmin yorumlarını bir kenara bırakarak izlediğimde, beni hayli şaşırtan ve de çok beğendiğim bir yapım oldu “Jackie”. Bunun birçok nedeni olabilir; mesela filmi vasat bulanları ben vasat buluyor olabilirim-bu durumda onlar da beni filmi çok beğendiğim için vasat bulabilir, her şey mümkün olabilir- ya da herkes az beğendi, ben neden az beğeneyim, ben daha çok beğenip bir orjinallik yapayım içgüdüsüyle yaklaşmış olabilirim, olabilirim de olabilirim ama kesinlikle net değilim. Pablo Larrain’e olan sempatim de ağır basmış olabilir ama o da mümkün değil. Bir film iyi mi kötü mü diye yönetmeninin kim olduğundan bağımsız olarak değerlendirilmelidir-netliğim bilgiçliğimden geliyor olamaz mı, olabilir, her şey mümkün olabilir; söz konusu duygularsa eğer reaksiyonlar elbette ki kişiden kişiye değişebilir-. Biyografi düşkünlüğüm var mıdır? Özellikle değil ama arka planda tarihin bilmediğiniz ya da unuttuğunuz bir kesitinden ufak çapta da olsa bilgi sahibi olabilirsiniz sayelerinde ve bu da merak duygunuzu körükleyebilir ve sizi araştırmaya itebilir çünkü anlatılanlar kurgu değildir. Peki biyografik olmayan bir filmin dönemin ruhunu anlatan arka planı yok mudur? Vardır elbet ama birebir yansıtmayadabilir, ödevi de değildir. Ödev diye film mi çekilirmiş? Ne için, kim için film çekilir sorusunun cevabını vermem yakışık alabilir, almayadabilir. Biz en iyisi eleştirmenleri ikiye bölen filmimize dönelim yoksa tuhaf düşüncelerle dolu kafamla kafanızı daha beter karıştırabilirim. İyisi mi işte size “Jackie”:
Her şey bitmişken başlıyor film. Kırk altı yaşındaki JFK hiç afsız başına ve boynuna isabet eden kurşunlarla beyninin bir kısmı parçalanmak suretiyle olay yerinde anında ölmüş ve cenazesi Arlington Ulusal Mezarlığı’na büyük bir seremoniyle gömülmüş bile. Aradan çok uzun zaman geçmeden Billy Crudup’un eşsiz mimiklerle hayat verdiği bir gazetecinin röportaj yapmak üzere Jacqueline Kennedy’nin kapısını çalmasıyla Massachusetts, Hyannis Limanı’ndaki Kennedy’lere ait sayfiye evine misafir oluyoruz beraberinde. Daha kapıyı açar açmaz içine sindiremediklerini sıralıyor teker teker yaslı dul. Konuşmalarının çerçevesi çizilmiş oluyor böylelikle; yani JFK’in nasıl anılmasını istediği üzerine şekillenecek olan konuşmaları. Kocasının, yaptıklarının ve anılarının unutulmaması en büyük gayesi. Zamanında CBS kanalı için Beyaz Saray’a tur düzenlemiş ve bunun bir amacı olduğu düşünülmüş hep. Nesnelerin ve eşyaların insanlardan daha uzun ömürlü olduğunu ve bu şeylerin tarih, kimlik ve güzellik gibi önemli düşünceleri temsil ettiğini düşünen Jackie, bunu televizyonlarının karşısındaki milyonlarca Amerikalı izleyici için yapmış olduğunu söylüyor. İnsanların pek bilmediği huyundan bahsediyor. Kitap okumak ve okudukça da artan merakı. Bir şeyin yazılı olmasının onu gerçek yapıp yapmadığı tartışma konusuyken, televizyon sayesinde artık insanların her şeyi kendi gözleriyle ve tüm çıplaklığıyla gördüğünden bahsediyor. Tarih yazmak, yapmak kadar mühimken; yazan, yapana sadık kalmazsa eğer, değişmeyen hakikatin insanlığı şaşırtacak bir mahiyet kazanması içten bile değil diyen Atatürk’ün sözlerini çağrıştırıyor. Gözlerimizle gördüklerimiz ve ileriki nesillere miras kalan görsellik unutulmaması bir yana, anın değişmezliğini koruyor nesilden nesile aktarılan bir mirasmışçasına. Filmin bir kısmında Natalie Portman’ın canlandırdığı Jackie bize sarayı gezdiriyor uzun uzun. Yayını orijinal haliyle izleyip, Jackie ile Portman’ı karşılaştırdığınızda Portman’ın mimiklerde ve konuşmalarında ne kadar başarılı olduğunu ve üzerinde uzunca bir süre çalışmış olduğunu anlıyorsunuz. Bu kez yapımcı koltuğuna oturan Darren Aronofsky, Portman’ı gene Oscar’a taşır mı bilemeyiz ama kendisi bu filmde Black Swan’dekinden daha da başarılı. Natalie Portman yok, Jackie var sadece.
Jackie, Saray’ın gördüğü üçüncü en genç eş olarak suikast esnasındaki şaşkınlığı geçtikten sonra cenazenin nasıl olması gerektiğine dair güvenlik nedeniyle sık sık fikir değiştirmek zorunda kalmış olsa da, son derece mantıklı kararlar verip, aynı zamanda metanetini korumayı başarabilmiş. Kimine göre bir gösteriye dönüşen cenaze alayı ile birlikte hemen yanıbaşında da çok sevdiği Bobby ile beraber sekiz blok yürümüşler sükunet ve siyahlar içinde. Çocukları ise zırhlı arabanın içinden eşlik etmiş onlara. Yıllar yıllar önce, Oliver Stone’un çekmiş olduğu JFK’de ayrıntılarıyla anlatılan suikast, tetiği çektiren el ve derin devlet mevzuları üzerinden olaylar işlenmişti. Bu kez bir başka yönetmen farklı bir bakış açısıyla, kederli eşinin gözünden anlatıyor yaşananları. Kendisinin neler çektiğini görüyoruz. Hareketli kamera bir an olsun peşini bırakmıyor. Geriye kalan iki babasız çocuğun varlığını göstermek suretiyle empati kurmamızı, dolayısıyla işin bir de bu boyutunu görmemizi sağlıyor. Biliyoruz ki bu tip suikastlerde tetiği çeken el de kolaylıkla yok edilir tıpkı masum olduğunu haykırsa da, suikastten iki gün sonra kendisi de bir süre sonra yargılanma aşamasında kanserden ölecek olan bir başka mahkum tarafından öldürülecek olan Lee Harvey Oswald gibi. Bu ve benzeri durumları Sabahattin Ali’den, Uğur Mumcu’ya ve de günümüze dek pek çok defalar görmekte olduğumuz ülkemizde pek de yadırgamaz olduğumuz ve artık yazık ki normal karşıladığımız bir olgu haline gelmiş suikastlerde ölen ölüyor da, bir de geriye kalanlar ve her şekilde mağdur olanlar var. Bilinçli ailelerin çocukları ve vakur kalmayı başarabilen eşler seviyeli bir öfke içinde yaşamaya çalışıyorlar, en azından ben öyle olduklarını tahmin ediyorum. Yoksa insan nasıl dayanır haksızlığın böylesine? Jackie’de aynı soruyu sorup duruyor kendi kendine ve nihayet bir rahiple paylaşıyor içinden yükselip gelen öfkeyi. Gazeteci, Jackie’ye Kennedy’lerin bir parçası olmak nasıl bir duygu diye sorduğunda, JFK’in durumunu özetliyor kısaca: abisini savaşta kaybeden Kennedy, onun gibi savaşa katılıp bir kahraman olarak dönmüş olsa da, insanlar önyargılar içinde onun refah ve ayrıcalıklarla dolu bir dünyaya doğmuş bir erkek çocuğu olduğunu görmüşler sadece. Kendi düşünceleri uğruna her şeyi feda etmiş adamın düşüncesi ise milletine hizmet etmekmiş. Suikastten beş yıl sonra sivil haklar mücadelesi veren avukat ve senato üyesi, aynı zamanda başkan adayı iken sürdürdüğü kampanyalar esnasında Robert “Bobby” Kennedy de(RFK olarak bilinir) benzer bir suikaste kurban gidince doğruluk ve dürüstlüğün aile bireylerinin şiarı olduğunu ve her birine ayrı ayrı çok yazık olduğunu düşünmeden edemiyor insan. İşte Kennedy olmak böyle bir şey. Bir çeşit uğursuzluk var üzerlerinde nesilden nesile geçen.
Filmde Kennedy’lerin iki yıl, on ay ve iki gün süren başkanlığı döneminde sanatla ve sanatçılarla olan bağları ve görkemli partiler söz konusu olduğunda, bir sosyete kızı olarak görülen Jackie’nin aynı zamanda entelektüel altyapısı ve mükemmelliyetçiliği de ortaya çıkıyor. Filmde belirtilmese de Jackie, George Washington Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Fransız dilinde okumuş ve medya tecrübesi var. El yazısını beğenmediği gazetecinin aldığı notları teker teker okuyor, beğenmediği yerlerin üzerini çiziyor. Zevk sahibi ve koleksiyoner aynı zamanda. Eskinin değerini bildiğinden bir zamanlar eşiyle beraber açık arttırmayla satın aldığı Lincoln’e ve eşine ait olan özel parçaları yatak odalarında kullanıyorlar. Yine yatak odalarındaki Lincoln ve eşine ait resimlerle bir yandan onlara duydukları hayranlığı dile getirirlerken, diğer yandan da benzer bir kader döngüsünde birleşiyorlar bir zaman sonra. Lincoln’ün dulu olarak adlandırdığı Mary Todd Lincoln’ün kocasını kaybettikten sonra parasız pulsuz kaldığını, sırf başlarının üzerinde bir çatı kalsın diye teker teker eşyalarını satmak zorunda kaldığını hatırlıyor kalabalığın ortasında. Aynı anda Kennedy ailesi kadınları cenazenin aile arsasına gömülmesi için baskı yapmakla meşguller başında. Halbuki son sözü söyleyecek tek kişi var, o da Jackie. Onun da Kennedy’nin duluna dönüşmesi beklenirken, hiç öyle olmuyor. Kendine özgü tarzı, herkesin sözünü dinleyip dinleyip en sonunda kendi kararını verişi, saçıyla, kıyafetleriyle bir moda ikonuna dönüşümünü dolayısıyla birinin dulu değil de “Jackie” oluşuna tanıklık ediyoruz ve tüm bunları çok çaba sarf etmeden yapıyor, zaten kendi de ne yaptığını bilmiyor o anlarda ve her şey öngörülemez bir planın parçasıymışçasına kendiliğinden oluveriyor. Çocuklarının okul masrafını çıkarmak, kendine yeni bir hayat kurmak için hesap yapmak zorunda hissediyor kendini bundan böyle. Travması bir yana bir de bunları düşünmek zorunda kalıyor. Yeni başkan, eski başkan yardımcısı Lyndon Johnson ve eşi daha uçakta başkanlık yemini edip birbirlerini kutlarlarken bir köşede duruyor çaresiz çaresiz tıpkı bakıldığı evden atılan yavru bir kedi gibi. Az evvel kucağında ölen kocasının simsiyah tabutunun başında şaşkın şaşkın oturuyor. Ona üzerini değiştirmesini söylediklerinde şiddetle reddediyor. Herkes görsün istiyor ne çektiğini. Odasında yalnız kaldığı ana dek kocasının kanı üzerinde başında, ipek çoraplarında, pembe takımında onunla beraber yaşıyor. Banyoya girip içlerinde kocasının kanı ve deri parçalarının olduğu tırnaklarını törpülüyor çılgınca. Ağlaya ağlaya çıkartıyor kanlar içindeki ipek çoraplarını. Duşa girdiğinde başından akan kanlar sırtına iniyor. Onlar kocasının kanları. Natalie Portman’ın ayna karşısında gözleri ağlamaktan kanlanmış, yüzündeki kanları silmeye çalıştığı ve bağıra bağıra ağladığı yakın plan sahnede özellikle, kadının neler çektiğini, ne kadar çaresiz kaldığını anlıyoruz. Bu senenin en iyi, en özel, en akıllarda kalıcı sahnelerine imza atmış bir yandan başarılı oyuncu. İnsanın içi parçalanıyor izledikçe. Hepimizin bir şok anında sevdiğini kaybettiğinde ya da kaybetmek üzereyken hıçkıra hıçkıra ağladığı bir an vardır muhakkak-yok demek, duygular alındığında öyle olur bazen ya da insanlığını kaybettiğinde-. Gerçekten mi yok?
İşin bir diğer acıklı olan yanı ise ne kocasının ne de kendisinin tüm bunların kendi başlarına geleceğini hiç düşünmemiş olmaları. En azından bu şekilde. Her şey iyi gidiyormuş onlara göre. Böyle bir zamanda ona teselli veren tek isim kayınbiraderi Bobby oluyor ve yemin töreninin Teksas’ta olmasını istediği için hedef gösterilmekten ötürü dertli o da kendince. Jackie, Bobby, ortalarındaki tabutta da JFK, cenaze aracının içinde giderlerken Jackie’nin şoföre yönelttiği soruyla bizler de Lincoln ve JFK haricinde iki Amerikan başkanının daha öldürülmek suretiyle yok edildikleri gerçeğini öğreniyoruz. James Garfield ve William McKinley, her ikisi de suikaste kurban giden iki başkanın isimleri belki kendi ülke vatandaşları tarafından biliniyor olsa da, adını yeni gelen nesillere taşıyacak olan rüzgar kapılarını çalmamış anlaşılan. Her zaman sevgiyle ve hep iyi düşüncelerle hatırlanacak olan Lincoln ve JFK var sadece. Ben size bunlar iyi, diğerleri kötü demiyorum, sadece ananları pek yok diyorum ya da hatırlayanları.
Bobby’nin tavsiyesi üzerine bir limuzinin içinde başlayan bilge rahiple konuşmalarında, Tanrı’nın zalim olduğundan yakınan Jackie’yi uyarmak zorunda hissediyor yaşlı adam, yoksa kederli başını Tanrı’yla daha çok belaya sokacağına dair. Bizlerse görüyoruz ki, dinler, mezhepler, yüzyıllar, ülkeler, kıtalar ve insanlar değişse de bazı şeylerin asla değişmiyor, değişmeyecek de. Avutan taraf itaatkar olmaya ikna ediyor karşı tarafı, aksi halde ters giden şeylerin daha da ters gideceğine bağlıyor durumu daha da güçleştirmemek için. Peki Tanrı neydi? Tanrı sevgiydi. Tanrı neredeydi? Tanrı her yerdeydi ve sonsuz bilgeliğiyle herkese bir görev vermişti, çekebilecekleri kadar acı ve sonunun ne zaman, ne şekilde geleceği bilinmeyen bir vade. Jackie ise küskün ve öfkeli ona karşı. Tanrı madem her yerdeydi, o zaman Jack’i öldüren merminin de içindeydi ve günlerini gizlenmekle geçiriyordu, ortaya çıkmak yerine. Aynı Tanrı, onun iki küçük çocuğunu, daha da bir sürü küçük çocuğu babalarından mahrum etmekteydi. Daha da ötesi içi boş vaatlerle dolu cennetinin başında beklemekteydi. İnancının yanında hayatını da sorgulayan Jackie, teki ana rahminde, diğeri doğumundan otuz dokuz saat sonra ölen iki çocuğunun kaybını sorguluyor önce. Sıradan hayatlar yaşayan ve öyle de adamlarla evlilik yapan kadınlara gıpta ettiğini, kendininse gözü açık uyuduğunu söylüyor. Saf saf itiraf ediyor en nihayet, cenaze merasimiyle ilgili tüm ihtişamın kocasını onurlandırmaktan çok, kendini avutmak ve meşgul etmek için kendi tasarısı olduğunu, bir sahnede belirttiği gibi bu durumun iş edindiği bir planlama olduğunu ve de her gün her sabah uyandığında ölmek istediğini. Son olaraksa birlikte yaşlanmayı ve çocuklarının büyüdüğünü beraber görmelerini istemenin çok fazla şey olduğunu yeni yeni anladığını. Şimdiye kadar görev almış Abd başkanları arasında Roma Katolik Kilisesi’ne mensup yegane başkanın JFK ve dolayısıyla ailesi olduğu bilgisini de burada belirtmek gerekiyor sanırım. Konuşmalarında sıklıkla Roma ve Yunan tarihinden örnekler veren ve genel olarak tarih okumayı seven JFK, tıpkı Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri gibi dünyayı kurtarmak için idealleri olan ve bunun için mücadele veren, yeri başka başka şekillerde doldurulacak olsa bile bir başka Camelot’un olmayacağını söyleyen Jackie ve beraber yapacakları tüm işlerin yarım kaldığını söyleyen Bobby rolündeki Peter Sarsgaard’ın çaresizliği çıkmıyor akıllardan.
Filmi giriş, gelişme, sonuç diye ayırmak bir yana, çok akılcı bir tercihle kesitlerle anlatımın yeğlenmiş olduğu görülüyor. Başlarda birbirinden bağımsız görünen bu sahnelerin son derece mantıklı bir kurguyla ilerlediğini görüyoruz. Gazeteciyle Jackie’nin evin çeşitli bölümlerinde geçen diyalogları, Jackie’nin ilk defa sarayın kapılarını açıp televizyoncular vasıtasıyla uzuun uzuun bu masa, bu sandalye bu da peçete som altından işleme diye anlattığı, kısaca halka burası sizin de eviniz dercesine gösterdiği sahneler, suikast sonrasında uçakta, Beyaz Saray’da yaşananlar ve cenaze korteji yürüyüşü, Jackie’nin bir başına kaldığında veya Bobby’le bir araya geldiklerinde birbirlerini mutsuz eden itirafları, öfke patlamaları, Jackie’nin rahiple konuşup içini döktüğü, nasihat aldığı ve bu vesileyle aralara serpiştirilen beş çok önemli sahne, suikastin apaçık işlendiği sahne ve Jackie’nin en mutlu günlerimizdi dediği saray günlerinden geriye kalan “küçücük, parlak bir an” olarak bir partideki yanak yanağa dansları. Tüm bu parçalı anlatımsa kurgusal anlamda filmi değerli, olayları ise daha anlamlı kılmış ve güç vermiş. Başına oturup izlemeden önce çok nazlanıp, tıpkı benim gibi bir parça burun büyüklüğü ile yaklaşacağınız, bu sene Larrain’den Neruda varken Jackie de kimmiş, biri şair diğeri JFK’in dulu diyeceğiniz ama sonra sonra fikrinizi değiştirecek çok önemli anlar yakalayacağınız, yakalayamazsanız da eğer bu satırlara kadar okuyup yazık oldu yüz dakikama, lanet olsun sana deyip, şahsıma ve yakınlarıma ettiğiniz küfürleri kabul etmekten başka çarem olmayacaktır şu aşamada, canınız sağ olsun. Daha da ne denir ki?
-Jacqueline Kennedy Onassis’i nasıl bilirdiniz?
-Tayyörlerinin içinde zarif ve narin bir hostesi andırırdı.
-Önceliğim fiziksel özellikleri değildi.
-JFK’den sonra gidip Yunan armatör Onassis’le evlenmesini içime sindirememiştim.
-Annem gibi konuştun. Önceliğim medeni hali de değildi bu arada.
-Bak annen de sindirememiş
-Annem seksen yaşında.
-Allah daha çok versin.
-Konumuza dönebilsek.
-Kişiliği hakkında bir fikrim yoktu ki. JFK’in karısı, iki çocuk annesi, bir de Marilyn kısmı var tabii. Kaldı ki filmde bahsettiği şeytanlardan biri de o olsa gerek.
-Bilmiyorum film Jackie’yi anlatıyor, Monroe’yu değil.
-Ağzımdan duymak istediğin şey Jackie’yi sevip sevmediğimse eğer, sevdiğimdir. Çok da üzüldüm yaşadıklarına. İki çocuğu yaşamamış. Yaşayanlarsa yetim olarak büyüyecekler. Film süresince ne zaman ki şoku bir parça atlatıyor, ben ne olacağım demeye başladığını görüyoruz. Bir günde eski ve dul bir başkan eşine dönüşüvermek kolay değil ki. Kaldı ki kocan bir suikast sonucu mutlak ölüm için özellikle baş ve boyun bölgesi hedef alınmak suretiyle öldürülüyor, otopsi yapılıyor, olay herkesin gözü önünde cereyan ediyor ve sen bir arabanın içinde, kucağında kafası dağılmış kocanla en yakın hastaneye götürülüyorsun. Kafasından koparak üzerine düşen parçanın rengini hatırlıyorsun. Bir gece yatıp, bir sabah uyanamamak yok bu anlattıklarımda. Kısa bir zamanda tüm hayatın alt üst oluyor. Hiç tanımadığın adamlar eşyalarını toplamaya koyuluyorlar evin dediğin ama aslında sana ait olmayan bir yerden. Ne gideceğin yer belli, ne de geleceğin. Bir kocan vardı, artık yok. Sıradan bir adam olmaması da cabası. Başkanla evlenme derken haklıymışsın Jackie. Bir de can havliyle arabanın arkasından gitmeye çalıştığın anlar var, kocanın kafası ikinci gelen kurşunla dağılmışken. Koruma bir kartal gibi aracın arkasına tutunarak, ivedilikle hastaneye gitmeleri emrini veriyor şoföre. Sağduyusuyla senin arabadan çıkıp nereye gittiğini bilmeden sağda solda çığlık çığlığa koşturmanı engelliyor.
-Ne iş yaptığın önemli değil, o işi iyi yapıp, en iyi olman mühim lafına geliyoruz bir kez daha. Koruma mantıklı bir kararla bir arada kalmalarını sağlayıp toparlayabilmiş hepsini, biri ölü, biri yaralı, biri de firardayken.
-Aynen öyle. Bir de bazı kadınlar bir erkekle tamamlanmış hissederler kendilerini. Jackie’nin her defasında şeytana uyup uyup dönen kocasını affettiği anlaşılıyor ama yalnız bir hayat düşünemiyor. Etrafındaki insanlara bana ne olacak, çok korkuyorum derken, ona çok genç olduğunu ve önünde uzun bir yaşam olduğunu söylüyorlar, John Hurt’ün canlandırdığı bilge rahip ve Greta Gerwig’in canlandırdığı Kennedy’lerin özel sekreteri Nancy Tuckerman da dahil olmak üzere.
-Greta Gerwig bana Gülse Birsel’i çağrıştırır nedense.
-Olabilir. Çağrışımlar için neden bulmak zorunda değiliz.
-Değiliz, değil mi?
Bir Cevap Yazın