KIBRIS / KiPRIS VOL 2 : GAZİMAĞUSA
GİRİŞ :
“Yolculuklar doğamızın taleplerine uyarak kendiliğinden boy verirler – en iyi yolculuklar da bizi alıp yalnızca uzak diyarlara götüren yolculuklar değil, aynı zamanda kendi içimize dönüşün en ödüllendirici biçimi olabilir.” Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları
“Fransız şairininki(Arthur Rimbaud bahsi geçen şair ve Tanrının Tazısı, Tanrı yolundan sapanların peşinden gidip yakalayarak onları onları yeniden tanrıya döndüren İsa için kullanılan bir tanım) başka türlü bir kahramanlıktı çünkü o Tanrının tazısından kaçıyordu.” Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları
Adanın kuzeyinde bulunan Girne’den çıkıyorum yola Beşparmak Dağlarını aşarak. Mesarya’nın da sınırları içerinde bulunduğu tüm adanın en geniş ovasının eşliğinde bir sürü köyler geçerek ulaşıyorum Gazimağusa’ya. İlk defa geliyor olduğumdan ne yapacağımı, neyle karşılaşacağımı bilemiyorum. Kaderci oldum çılgınca. Yaşlandım ben galiba. Lefkoşa’ya gidecekken buradayım bir anda. Şefkatsiz kollara düşmesin bir kız, bir oğul, bir baba; gözyaşları durmaz bir daha. Mezalimin yaşandığı köyler de burada, Gazimağusa sınırında. Huzursuzluğum ve hiç de tatlı olmayan huysuzluğum bu yüzden mi üzerimdeler acaba?

Yaaa… Okuyucum… Ne sanmıştın sen beni, bilir kişi mi? Aradığın tüm cevaplar bende sanmıştın ya da o büyük sırrı biliyor ama gizliyordum ve gizleniyordum herkesten, öyle mi? Amma da saf’mışsın. Ben de sana yaranmaya çalışmıştım. Şiir sevdin şair ettin. Gezmek güzel dedin, gezgin oldum. Bundan sonra ben soruyorum, sen düşünüyorsun cevapları sessizce, benim asla duymayacağım şekilde. Çünkü bundan sonra yorgun bir kalem var önünde. Beni çok sevmen için çırpındım durdum sonsuz bir gayretle. Teslim oluyorum bundan sonra. Seninim. Bir de bir annenin şaşkın kızıyım sadece.
Bir saate yakın süren bir yolculuğun sonunda varıyoruz Gazimağusa’ya. Kıbrıs’ın doğusuna gelmiş bulunduğumu idrak ediyorum nihayet. Dolayısıyla deniz kenarı Arap kıyılarını selamlıyor nazlı nazlı. Daha sıcak olur diyorum endişeyle gözümün önüne gelen Arabistan çöllerinin develerini ve Etiyopya’dan, Somali’den gelmiş hem susuz hem de bir deri bir kemik kalmış, çaresizlikten de Suudi Arabistan’ın tellerine takılıp kalmış siyahlarını düşündükçe. Serinlemek için bayılan, bayılmadan uyku tutmayan şişmiş ve ağırlaşmış gözkapaklarımla çölde bir başıma buluyorum kendimi. Nasıl yalnızım, anlatamam. İçim titriyor, ateş basıyor. Ayaklarım kızgın kumların içinde yuva yapıyorlar. Nispeten daha soğuk olan vücudumun serinliği bulaşıyor kumlara. Birleşmiş kumlardan beklediğim teşekkür gelmiyor. Toprağa bile yaranamıyorum. Alacağınız olsun sizin de. Bir türlü konumlanamıyorum ne yapayım? Oradayken burada, buradayken oradayım. Bu her zaman böyleydi. Kendime yakışan bir son bile düşünemiyorum. O kadar miyobum, anlatamıyorum kimselere. Düşünceler rahat bıraksa neyse ama hayatım boyunca zırvaladığım tüm anlarım ve bütün pişmanlıklarım zihnimde, benimle. Kurtulamıyorum bir an bile. Ama şoförüm rahat. Allah’tan. O da bir yerli ama hatırlayamıyorum. Çoğunluk Anadolu toprağı olsa da Lazlar, Antakyalılar, Kürtler de gelmiş konmuşlar bir şekilde. Bir zaman önce devlet yollamış da gelmişlerdi. Şimdiyse zorunlu göç, çaresizlik, ekmek kavgası nedenler listesinin zirvesinde.
“Kıbrıs’ta yazın serinlik arama, her yer aynı” diyor şoför. Kendime geliyorum. Gözkapaklarımı kontrol ediyorum. Şişler mi değiller mi bilmiyorum ama yerindeler. Geçen senenin yazı her yazdan daha çok yaz yaptığından durup durup neler çektiklerini anlatıyor bana. Ağırlıklı olarak iki ayını delirmiş şekilde ya da delirmemek adına klimadan klimaya koşarak geçiren halkın acısını paylaşmamak, dramına ortak olmamak elde değil. Çöl gibiymiş her yer. Demek gördüğüm rüya değilmiş!
FAMAGUSTA :
Frenkçe, Famagusta adıyla anılan tabelalardaki adını ne zaman görsem bana bir peynir markasını anımsatacak olan, çektiklerinden ötürü sonradan isminin önüne getirilen Gazi ünvanının hakkını sonuna kadar veren, Ortaçağ mimarisinin Doğu Akdeniz’deki en güzel örneklerini de içerisinde barındıran bir kenti olmuştur Gazimağusa. Lüzinyan Krallığı’ndan kalma St. Nicholas Katedralini(Lala Mustafa Paşa Cami), Namık Kemal’i 38 ay boyunca mertçe barındırıp sokağa çıkarmayan ve bu yakınlıktan zindanın adının kendi adıyla anılmasını sağlayan Namık Kemal Zindan’ını, Salamis Antik Kentini, St. Barnabas Manastırı ve Shakespeare’ın Othello oyununun aynı adlı baş karakterine hayat veren Kıbrıs valisi teğmeninin sayesinde İngiliz Sömürge Döneminde kaleye Othello ismini veren kalesiyle ve şehri dört bir yandan kuşatan Lüzinyan Dönemi’nden kalma surlarıyla günümüze kadar gelmiştir.

Bu açıdan değerlendirildiğinde son derece özgün ve tarihi dokusu mühim bir yerde olduğunuzu hissediyorsunuz ister istemez. Bense ayaklarıma kara sular inene kadar şehri fethediyorum. Zavallı ayaklarımı acı içerisinde bırakan mütevazı fethimin yöre insanları üzerinde sevinç ya da coşku yarattığınıysa hiç sanmıyorum. Bu şevkimi kırmadı değil ama şevkimi kıran milyon tane şey varken… Her neyse, ayaklarımı hazır benimmiş gibi hissediyorken koskocaman bir futbol sahasının önünden geçip, takım yöneticilerinin olduğu yere doğru yüzsüzce merdivenleri tırmanıyorum. Profesyonel herhangi bir takımın kaptanına, kalesine, kalecisine, yöneticisine en çok yaklaştığım şu anlarda hiçbir şey hissetmiyorum. Aslında bir şey hissediyorum. Kendimi uzaktan hareket halindeki tatlı mirketleri izleyen acemi bir belgeselci gibi hissediyorum. Nedeniniyse hala çözebilmiş değilim.
ELİF ve PETEK PASTANESİ :
Tekrar şehrin çarşısına döndüğümde, alışveriş yaptığım market personeline yakınlarda bir pastane olup olmadığını soruyorum. Petek pastanesi hem temiz hem lezizdir diyor kasadaki kadın. Pastaneyi bulup, yüzlerce çeşit arasında bulgur köftesi yani bildiğin içli köfte siparişi veriyorum. İnsan alternatif çok olunca ne yapacağını şaşırıyor ve ben Kıbrıs’ta sürekli bulgur köftesi yiyorum. Ve bunun da nedenini çözemiyorum. Sipariş ettiğim köftem gelmeden az önce kapıdan içeriye zayıf bir kız giriyor, biraz şaşkın ve telaşlı. Dünya bazen çok küçük gerçekten. Elif bu, Elif Todd. Tuvalete girmek ve bir şeyler atıştırmak için girmiş içeriye. Buranın en eski pastanesi burasıdır, nereden bildin diyor. Ben bilmedim ki, marketteki hanım gönderdi beni. Tesadüf yoktu, olması gereken durumlar vardı. Ayarlanmış karşılaşmalar, yaşanması gereken kayıplar gibi. Bunlar olması gerekenler listesi. Eğer Elif bu karşılaşmayla benim kaderimi, hakeza ben de onunkini değiştirebileceksem eğer, o zaman kader’in oluyordu işte. Kim kimin kaderine yön verebilir, kim bilir.
Sohbet etmeye başlıyoruz. Eşi Yeni Zelandalı, kendisiyse bir Türk olarak burada bir hayat yaşamanın nasıl olduğunu soruyorum ona. Mutluyum ben diyor. Daha önce Bahreyn’delerdi. İki çocuğu Daniel ve Zeynep buradaki bir İngiliz okuluna gidiyorlarmış. Bir şirket kurmak ve işini devam ettirmek istiyor ama bir hayli prosedür varmış. Bense dün itibariyle evinin kapısının önünden geçmiş durmuşum Bellapais’daki, bahçesinde tavuklar besleyip, çiçekler yetiştirdiği. Hayat işte. Bu kız hiç değişmedi. Narin, nazik, ince.
Neden bulgur köftesi, neden bulgur köftesi? Bulgur sevmem. Dolma gibi tıkıştırılmış kıymadan hoşlanmam. Sos dışında olması gereken bir şey ama ne yazık ki köftenin üzerinde sos yok, yoğurt yok, yağ yok. Alt tarafı doldurulmuş ve kapatılmış dolma ama ben bir kez tatmış bulundum. Ve şimdi Kıbrıs’ın en leziz bulgur köftesinin peşindeyim. Ama bulamıyorum. Sırf bu yüzden her oturduğum yerde bulgur köftesi siparişi veriyorum. Ne arıyorsam bunca kafa karışıklığı ve zihin bulanıklığıyla? Bulamayacağımı bile bile, arıyorum delicesine. Yüzleşmekten korkuma bütün bunlar. Biliyorum ama diyemiyorum kimselere.
LALA MUSTAFA PAŞA CAMİSİ (St. NICHOLAS KATEDRALİ) :
Lüzinyan Dönemi’nde yapılmış, tüm Akdeniz’in en güzel Gotik yapılarından biri olarak kabul edilen eski katedral, sonradan caminin hem içi hem de dışı ayrı güzellikte. Cidden nefes kesiyor. Hele ki önünde yüzlerce yıl boyunca durmaktan tarihi esere dönüşmüş ve bana hayatın beyhudeliğini hatırlatan cümbez ağacının ihtişamı gözümün önünden gitmek bilmiyor. Ben bir daha buraya gelemeyebilirim. Ama bu cami ve bu bilge ağaç burada oldukları sürece yeni yeni ziyaretçilerini karşılayacaklar sessizce. Bir tabiatı var eşyanın, binaların, çiçeklerin, ağaçların. Dilsiz, tahammülkar bekçiler onlar. Çok dil bilen, çok insan tanımış, zalimle, mazlumu bir bakışta ayırt edebilen yaşlı bilgeler onlar.


NAMIK KEMAL ZİNDANI :
“Vatan yahut Silistre” adlı oyunu sahnelendikten sonra 1873 yılında sürüldüğü Kıbrıs’ta zamanında zindan olark kullanılmış bu iki katlı binada 38 ay kalmıştır. Zindanın alt katındaki hücrede üç gün geçirmiştir Kemal. Penceresinden içeriye baktığınızda, hissettiğiniz rutubetten başka, tahta bir döşek görürsünüz sadece taştan zemin üzerinde en çok 80 santim uzunluğunda. Bir de zalimlere atfen kendi yazmış olduğu dört satırlık bir beyiti vardır çerçeve içerisinde, duvara asılmış vaziyette.
SALAMİS ANTİK KENTİ :
Henüz daha görmeden Efes’le karşılaştırıyorum zihnimde ve sönük kalıyor her nedense. Oysa ki gözlerimle gördüğümde hafife alınmaması gerektiğini ve sahada arkeologların başarılı bir çalışma yaptıklarını anlıyorum. Ağaçlar ve toprak tabakasıyla örtülmüş vaziyetteyken 19. yy’ın sonlarına doğru keşfedilmiş Salamis. Arap akınlarından korunmak için surlarla iki defa çevrilmiş kentin içinde devasa bir gymnasium, bir tiyatro, bazilikalar, bir villa, su deposu, tuvalet, agora ve zeus tapınağı da yer almaktadır. Arap akınları ve depremler yüzünden şehir terk edilmiş, halkıysa Mağusa tarafına yerleşmiştir. Sonrasında da unutulmuştur. Bir şehrin unutulmuş olabileceğinin kanıtıdır burası. Tıpkı insanlar gibi. Hadrianus döneminde gymnasium’u tamir edilmiştir. Çok sevdiğim ve pek kıymetli yazar Marguerite Yourcenar’ın Hadrianus’un Anıları’nı aklıma getirdi buralarda bulunmak, şu havayı solumak. Antinous’la yaşadığı aşksa dillere destandır. Nil Nehri’nde esrarengiz bir şekilde boğulan büyük aşkı için Mısır’da Antinopolis şehrini kurdurmuş, onu yeni antikite tanrısı yaparak tüm imparatorluğun yas tumasını sağlamıştır. O kadar da sevmiştir hani bir Helen bir başka Helen’i. İyi ki gelmişim buralara. İyi ki görmüşüm tüm bunları.
Bir Cevap Yazın