KIBRIS / KiPRIS VOL 3 : MURATAĞA, ATLILAR, SANDALLAR
“Yakınının ölüsüne bakmazsan öteki dünyada onu asla bir daha göremezsin.” Lawrence Durrell, Kıbrıs’ın Acı Limonları’ndan
“Milliyetçilik gözlüğüyle dünyaya bakan insanları mantık ölçüsüne vuramazsın.” Lawrence Durrell
“Barbar halklar yoktur, Barbar insanlar vardır.” Tony Angastiniotis, Kanın Sesi’nden
“Tüm Rumlar katil değildir, tüm Türkler de öyle.” Tony Angastiniotis, Kanın Sesi’nden
“İnsan acısının bayrağı yoktur, dili yoktur.” Tony Angastiniotis, Kanın Sesi’nden
“Ölüler adalet arayamaz. Bunu onlar için yapmak canlıların görevidir.” Lois McMaster Bujold
GİRİŞ :
İnsan bazen şaşırır. İnsan bazen yolunu kaybeder. İnsan bazen çığrından çıkar. İnsan bazen korkunç şeyler yapar. Kötülük bazen insanın içinden gelir. Bazen de önderinden, ustasından ya da yol göstericisinden. Parlak bir ışık olup aydınlatacağına, kör karanlığa mahkum eder beraberindekileri. İnsan beşerdir, insan kuldur ve şaşar. Çok korkunç şeyler yapar. Bir anlık bir çılgınlıktır yaptıkları, belki toplu bir histeridir kapıldığı ve yakar, yıkar, keser, doğrar, öldürür, tecavüz eder, işkence eder. Ve öylece yoluna devam eder. Çünkü haklıdır. Çünkü doğru olan odur. Dünya üzerinde yapmış olduğu haksızlıkların bedelini ödemesi gömüldüğü karanlıklardaki süresine bağlıdır. Dünya üzerindeki cehennemdir onun gittiği yer. Öldürendense ölen, bir tecavüzcüdense mağduru olmayı tercih ederdim seçim yapmak durumunda bırakılsaydım. Seçme şansım olsaydı. Eğer. Gelen ölüm olsun, varsın can çekişeyim, canım yansın. Acı, sadece çekerken acı verir. Acılar anılara dönüşür zaman geçtikçe. Vicdanınsa kahrı çekilmez, mırıltısı hiç dinmez. Uyutmaz geceleri, sevimsizdir halleri. Bir kere öldürdün, bin kere öldün. Bin kere işkence ettin, şimdi beyninin içinde bastıramadığın o binlerin sesiyle başbaşasın. Yaşa yaşayabilirsen. Dayan dayanabilirsen. Çek çekebilirsen.
BEN ŞİMDİ NE YAPACAĞIM ?
Dört tarafı sularla çevrili olduğu söylenen bir adada biraz fazla uzun bir süredir bulunmaktayım. En yakın kara parçası için uzun mesafe yüzmem gerek. Kötü hava şartları gemiye binip kaçmama da mani olduğuna göre, uçak saatim gelene dek yazgım buraya çakılı. Her sabah yatağımda ayılıp konumlanmaya çalışırken hep dün’ü düşünüyorum. Ne yemiştim, nerelerde dolaşmış, kimlerle konuşmuştum diye. Liman Casino’da sigara dumanı altında geçirdiğim on beş dakika- kaçışım da girişim gibi olmuştu, aniden- Girne Liman’daki Midpoint Cafe’de canlı müzik eşliğinde, ücretsiz internet peşinde geçirdiğim saatler, biraz dumanlanan kafam-biraz ama. Ne yemiştim? Tabii ki bulgur köftesi-fena değildi ama hayatımın ve Kıbrıs’ın en şahane bulgur köftesi de değildi. Kaldı ki adamların da öyle bir iddiası yoktu en şahanesi bizde diye. Bana göre en şahane olabilecek bulgur köftesini de bulamadım, peki ne işe yaradı dünüm? Dün dündü işte. Geçti gitti, unutuldu bitti.
Bir pazar sabahına uyandım ve düşünüyorum harıl harıl ben şimdi ne yapacağım diye. Karpaz’a gitmek için baharda burda olmak gerek. Mesafe uzak. Dolayısıyla bir gece kalmam gerek ve havanın sağı solu belli değil burada da. Belki bir daha hiç gelemeyedebilirim. Olsun. Mühim değil. Kaderciydim ya hani! Her şeyin bir vakti ve saati vardı hani! Yataktan çıkmak için ne yapacağımı bilmem gerek. Planımı netleştirmem gerek. Bütçem şu kadar, yol bu kadar. Onca düşünce arasında o tanıdık, geveze iç sesimi işitiyorum. Sırası mıydı şimdi istenmeyen komşunun? Git başımdan! Hayır yani evet seninle konuşmaktan çok bıktım. Kendimle konuşmaktan da bıktım. Vesvesenden, paranoyalarından, çetin ceviz hallerinden, bilmişliğinden, kısaca nefret ediyorum senden. Ssuuss, yeter.
Yarım saat sonrası :
-Yedin bitirdin beni. Kal tamam ama… Yalnızlıktan iyidir ama… Zaten git desem de kalacaksın biliyorum.
-Yerim rahat. Mutluyum ben seninle. Çok da iyi bildin, git desen de kalacağım yerimde.
-Ne iç sesler tanıdım hiçbiri senin kadar geveze değil. Bilmiş değil. Asi değil. Tanrım ne günahım vardı söyle.
-Tanrı’nın işi gücü yok. Seninle konuşacak, öyle mi? Ne duymak istersin? Akşam mönüsünü mü?
-Tanrı’nın cezası.
-Tanrı’nın cezası içinde.
-Ne istiyorsun benden?
-Ne isteyeceğim? Kalkman gerek. Sıyrılman gerek o derin sandığın düşüncelerinden. Sen kendini sürekli çilehanede sanıyorsun. Bir çıkış yolu arıyorsun. Çişin var. Gitsem mi gitmesem mi diye düşünmekten gidemiyorsun. Kararsızlıktan ölüyorsun.
-Çişim yok. Yani çok yok. Az var.
-Yalancı.
-Örtünün altı sıcak. Zihnim sıcakta daha çok çalışıyor.
-Zihnin sıcakta daha çok uyuşuyor. Vesvesen artıyor sen kımıldamadıkça.
-Ne yapayım?
-Kalk. Sormayı bırak. Yap. Kurtul o paspal pijamandan.
-Birlikte almıştık hani?
-Herkes bazen zevksiz olur.
-Ya sonra ne yapacağım?
-O üç köye gideceksin.
-Yolu uzak, araç yok. Gazimağusa’daymış ve ben daha dün oradaydım. İnsanlar dolduruşa gelmişler ve zıvanadan çıkmışlar. Komşu komşuyu öldürmüş. Üzerinden yıllar geçmiş. Herkesin acısı kendi içinde taşıdığı bir yara, sızı olmuş kalmıştır artık yıllar sonra. Gidip görsem ne? Yazacağım ha! Yazsam ne olacak? Neyi değiştirecek. Tarih değiştirilemiyor, pislik politikacılar, her yerde benzer trajediler. Ne bileyim yani, kendime pay çıkartmaya mı gideceğim? Kimseye teselli olamayacaksam, daha faydalı bir şey yapabilirim oysa ki. Yola vereceğim parayı fakire verir sevindiririm. Hiç olmazsa sevabım olur.
-İyi niyetli ama azıcık aptal gövdem benim. İnsanlar rahmet ister bilmez misin? Ölenlerin ardından Fatiha okumaktan daha faydalı ne yapacaksın? Gezmeden oturamıyorsun. Kumarhanelerde duramıyorsun. İnsanlara yanaşmıyorsun. Geldiğinden beri konuştukların ya şoförler ya Elif.
-Elif’i tanıyorum ondan. Kendi ölmüşlerimin mezarına gidemedim ben daha.
-Sevmediğin biri olsa başını çevirmiştin. Kaçıp gitmiştin. Ben senin ciğerini bilirim. Ölmüşlerini ziyaret etmemek de senin ayıbın, gani gani.
-Off… Tamam kalkıyorum. Sırf şu çenen bitsin diye. Kafamı dinleyeceğim eğer biraz susarsan.
-Ararsın ama beni.
-Biliyorum. Çünkü ben ne yapacağını bilmeyen aptal bir gövdeyim.
-Kişi kendini bilmeli cidden. Bari bilinçli bir gövdenin içindeyim. Birazcık aptal olsa da.
YOLDA :
İyi bir adam şoförüm. Anlatıp duruyor şu sağ taraf şuydu ama şimdi bu oldu. Şu sol taraf hiç yoktu, şimdiyse var oldu. 75 senesinde gelip yerleşenler adada hiçbir şey olmadığından hayvancılık yapmışlar köylerde. Köylere giden yolların sapağında birikmiş arabaların nedeni vasıta yokluğuymuş. Hala daha dolmuş, otobüs yokmuş köylere. Ekonomik olsun diye arabasını park eden köylü dolmuşa biniyormuş, benimse araba pazarı sandığım yerlerden. Gör sen köylüleri köylü demezsin diyor. Yollarda ot toplayan kadınlar görüyorum. Şalvarlı köylü değiller. Bir pantolon, bir kazak, üzerine de yelek. Mis mis ot topluyorlar. Koyun sürülerini geçiyoruz. İlki Muratağa Köyü’nün girişinde karşılaştığımız, iki gencin otlattığı sürüydü. İkincisi ise gezinin sonunda karşılaştığımız sürüydü. Yine iki çobanlı sürünün bir çobanı çekinik davranırken, diğeri bembeyaz dişlerini göstere göstere gülümsedi özgürce. Gür saçları kapıyordu alnını. Nerelisin dedim, Konya’lıyım dedi. Bir kahkaha daha patlattı. Sonra da ekledi “Facebook’a koyarsın fotoğrafımı, çek çek ve kooy” dedi uzata uzata. Bir sürü sıkıntılı andan sonra, dönüş yolunda gülümseyerek ayrıldım bu üç köyden. Hayat böyle işte. Çok sıkılıyorsun, üzülüyorsun ama birden ufacık bir şeyle gülümseyebiliyorsun hayata. Bir yavru kedi, bir fidan, bir gülücük, bir tesadüf, bir neşeli çoban. Bu çoban beni gülümsetmeyi başarabildi çıkıp geldiği yerden. İyi ki arabayı durdurup fotoğrafını çekmişim. Anı kaldı ondan bana, benden de size. Beni okuyun yeter, ben bu dünyada başka şey istemiyorum sizden.
MURATAĞA, ATLILAR, SANDALLAR :
Kederin ağırlığını taşıyor bu köyler. Muratağa ve Sandallar Köyü’ndeki toplu mezar, ziyaretçilere kapalıymış. Ekim ayından beri biri Türk, diğeri Rum iki arkeoloğun gözetimi eşliğinde toplu mezarlar açılıp, onlardan geriye kalanlar DNA tespiti yapılıp ayrıştırıldıktan sonra ayrı ayrı mezarlara gömüleceklermiş. Daha da bir aylık çalışma varmış burada, seksen dokuz kişinin yattığı yerde. Çaresiz Atlılar Köyü’ne ve ilk iş olarak da İlkokuluna gidiyoruz. Sessizlik hakim etrafta. Zamanında çocukların sınıflarında ve bahçesinde neşeyle birbirini kovaladığı okul, daha çok bir mezarlığı andırıyor. Kuş sesleri, rüzgarın uğultusu, ara ara yüzünü gösteren güneş ve bir de bekçi var, o da akrabalarını, büyüklerini yitirmiş yetmiş dört yılında. Öldürülenlerin en küçüğü bu köyden çıkmış. Tam on altı günlük bir bebek. Nasıl kıyar bir insan on altı günlük bir miniğe. Süt çocuğu, ağzında meme… On altı günlük bir kız bebek Selden Ali Faik. Can kurban Seldenlere, Alilere, Mehmetlere, Ülkülere. 2016 yılı itibariyle yaklaşık 32 yıl geçmiş üzerinden. Ekliyorum üzerine Selden’in dünya üzerinde geçirdiği on altı günü, otuz iki yıl üzerine. Gene ediyor otuz iki sene, sadece. Geride bir fotoğraf bırakamadan giden Selden yaşasaymış eğer 32 yaşında koskoca bir kadın olacakmış. Eğer.
SONUÇ :
Çektiği belgesel, yazdığı kitap yüzünden iki tarafa da sığamayan ve yeşil hatta yaşadığını, kana bulanmak için adanın fazla küçük, nüfusunsa bunca nefret için çok az olduğunu söyleyen gazeteci Tony Angastiniotis’in “Kanın Sesi” adlı kitabını okudum burada kaldığım süre boyunca. Onun sözleri rehber oldu burada bana, tüm Ada’da ve özellikle de bu üç köyde. İnsan acısının bayrağı yoktur, dili yoktur diyordu kitabında. Aynı yıldızları paylaşırken savaş rüzgarlarının tesirine kapılan, aralarında çok sevdiğim arkadaşlarımın da olduğu ve muhakkak bazı şeylerin karşılıklı olduğu ve benim de gayet iyi bildiğim üzere komşunun en yakınındaki komşusunu ışık hızıyla harcadığı, çok sevdiğim Anadolu melezi Rumların, Anadolulu Türklere, misilleme olarak da o Türklerin o Rumlara ettiklerine kısaca tarihte ve günümüzde insanın insana ettiklerine bakarak ders almak gerekiyor sadece. İnsan en kolay sevdiğini harcarmış bir şekilde. Öyle varsaymak istiyor insan çaresizce.
Bir Cevap Yazın